20 Mayıs 2009 Çarşamba

AHMET SAY

Müziği, müzik eleştirisini, insanın birey ve toplum olarak yaşamını, kavgasını merak edenler yakından tanırlar elbet Ahmet Say’ı. Bu çalışkan, çok yönlü dostum belli ki matematikçi babasından evrenin temel direğini, matematiği iki yönlü kalıt olarak almış; üstüne toplumsal-siyasal-tutumbilimsel bilinci eklemiş. Dolayısıyla, hangi dala el atsa, önümüze hep bütünsel yapıtlar getirmiş, getirmekte.
Bunlardan ikisini, Evrensel Basım Yayın’ın bastığı Müzik Nedir, Nasıl Bir sanattır? ile Müzik Ansiklopedisi Yayınları’nda çıkardığı Müzik Sözlüğü’nü gönderdi.
599 sayfalı Müzik Sözlüğü’ünde, A’dan Z’ye aklınıza gelecek bütün terimler, bütün kavramlar, hem de birçok dildeki karşılıklarıyla ele alınıp açıklanmış. Önemli terim ve kavramlarda, sözcük ya da terimin açıklamasının ardına bir kaynakça eklenmiş, yararlanılan yapıtlar belirtilmiş. Kısacası, gerek sıradan müzikseverler, gerek müzikle ilgili yazılar yazanlar için çok yararlı, vazgeçilmez bir kitap.
İkinci yapıta, Müzik Nedir, Nasıl Bir Sanattır?a gelince, adı ne olduğunu, neyi amaçladığını açık seçik gösteriyor zaten. Kitabın başındaki Birkaç Söz adlı bölümde, bakın neler diyor:
“Doğrusunu isterseniz, kitabın yazılışı sırasında okurlarıyla diyalog içine girebilen talihli bir yazara pek rastlanmaz. Böyle kitaplar varsa da herhalde pek azdır.
Peki, okurlarla nasıl diyalog sağladım? Çok açık: Dergideki (Evrensel Kültür) her yazının sonuna eklediğim ‘Tartışmalar’ ara başlığı altındaki okur soruları ve okur görüşleri yoluyla…Burada okurların sorularını yanıtlıyor, yazışarak tartışma yoluyla önceki bölümleri okurlarla birlikte gözden geçiriyordum. Onlar kimi zaman müzikle ilgili kendi sorunlarını dile getiriyor, ben de bu dipdiri okur istekleri önünde yazılarımın yol ve yöntemini sağlamlaştırıyordum.”
İmeceye, çoğul akla dayanan bu yöntemi bulduktan sonra, eytişim gereği, arkası kendiliğinden hem de verimli, en sağlıklı biçimde gelmiş. Yukarıda değindiğim bütünsel bakışa örnek olarak Halk Müziğimizin Kaynakları yazısının ‘Tartışmalar’ bölümünü anacağım:
“Birkaç aydan beri Sulukule Çingenelerinin sorunları üzerinde duruyorsunuz. Bu konuda, insan hakların savunan örgütleri ağır şekilde suçladınız, onları utandıracak şeyler yazdınız. Bu çabalarınız ses getirdi mi? (Burçin Tekeli, İstanbul.)
Hayır, ses getirmedi. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki herkes kendine göre bir dogma bellemiş, ona sarılmış. Geçen gün televizyon programında, kültürel kavrayışına değer verdiğim ünlü bir mimarımıza Sulukule’yi gezdirdiler. Beyimiz yalnızca iki katlı ahşap bir bina üzerinde durdu. ‘Bu bina yıkılmasa iyi olur’, dedi. Açıkçası, ‘Sulukule’nin bütün meskenleri yıkılabilir’ demeye getirdi. O sanıyor ki Sulukule birtakım derme çatma evlerden ibaret! Yuf olsun! Sulukule’nin özgün bir müzik ve dans kültürü içerdiğini bilmiyor! İnsan hakları örgütlerimiz de müzik ve dans kültürünü kavrayacak düzeyde değilse ben ne yapayım? Elime bir pankart alıp ‘BEN DE ÇİNGENEYİM !’ diye sokak protestosuna mı girişeyim?”
Nitekim, bu sözünü doğrulamak üzere, o bölümün sonunda şöyle diyor:
“Yineleyelim: Halk müziği geleneğimizde ‘söz’den bağımsız müzik sınırlıdır. Ezgiler anonim olduğu için, bu gelenekte sanatı ‘bestecilik’ olar bir sanat erbabı yoktur. Salt çalgısal müzik, halk danslarında yer alır. (Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Dans dili, kimi yerde sözlü anlatımın yerini tutabiliyor. Demek ki halk danslarımızı verdiğim bölümü bu gözle de okuyabilirsiniz.)”
İşte size müzik, sanat, yaşamın anlamı, bireyin toplumsal kavgadaki yeri konularında dürüst, içten kalmaya yemin etmiş bir kardeşinizin yüksek sesli düşünceleri. Alkışlarımla.


Cumhuriyet, 20 Mayıs 2009

6 Mayıs 2009 Çarşamba

“EFENDİ TERÖRİSTLER”

Yılmaz Dikbaş’ın son kitabının adı bu. Çok tutarlı bir barış, insansever olduğu için, yine sorunun özüne parmak basıyor sevgili dostum: biliyorsunuz, kötülüklerin simgesi olarak hep Hitler’e, Mussolini’ye, Franco’ya falan yönelir öfkelerimiz; oysa onlar arkadaki asıl para ve erk sahiplerinin, Krupların, Fordların, Rockefellerlerin sıradan maşalarıdır; günü geldiğinde kırılıp atılır, yerine yenileri sürülür ateşe.
Kitapta bu olgu bütün çıplaklığı ve ayrıntılarıyla gözler önüne seriliyor, hem de özellikle Batı kaynaklarına, belgelerine dayanılarak. Bu eğitilmiş, donanımlı efendi teröristler arasından birini seçtim size aktarmak üzere.
1889-1974 yıllarında yaşamış, 1963/73 arasında da Devlet Başkanlığı yapmış, Zalman Şazar.
“Zalman Şazar, Beyaz Rusya’nın Mir kasabasında, Habad Hasidik bir ailenin çocuğu olarak doğmuş.
Klasik Yahudi eğitiminden sonra, laik edebiyat ve felsefe eğitimi de almış.
16 yaşında Siyonist harekete katılmış, gönüllü militanı olmuş.
1907’de, 18 yaşında, devrimci eylemlere katıldığı, devrimi körükleyen yazılar yazdığı için, Çarlık yönetimince tutuklanmış.
1916’da, Almanya Siyonist İşçi Hareketi’nin önde gelen kurucularından biri olmuş.
1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Almanya’da tarih ve felsefe öğrenimi görüyor, aynı zamanda gazetecilik yapıyormuş. Siyonist eylemlerinden ötürü Almanya dışına çıkması yasaklanınca, Almanya’da yaşayan Yahudilerin yaşamıyla ilgili derin araştırmalara girişmiş.
1924’te Filistin’e göç etmiş. Dünya Siyonist Örgütü’nün Eğitim ve Kültür Bölümü başkanlığını yürütmüş.
1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra, Knesset’e girmiş, David Ben Gurion hükümetinde Eğitim ve Kültür Bakanı olmuş.
1963’te İsrail Devlet Başkanlığı’na seçilmiş; 1968’de ikinci kez aynı göreve getirilmiş.
David Ben Gurion hükümetinin bütün kanlı katliamlarını onaylamış, Filistinli Müslüman Arapların evlerinden, topraklarından, işlerinden atılmalarını, barbarca yurtlarından sürülmelerini bakan olarak imzalamıştır.”
Çünkü Vadedilmiş Toprakların( Dicle Fırat havzasının), Kutsal Kitap’ın buyruğu uyarınca Yahudilere geri verilmesini amaçlayan Siyonistlerin şaşmaz ilkeleri şunlar:
“Yahudi devletinin sınırları sonsuza dek kesinleşmeyecektir (Demek ki dünyayı verseniz yetmeyecek!)./ Hiçbir ülkenin toprak mülkiyeti savı kabul edilemez./ Terörün bir savaş yöntemi olarak kullanılması engellenemez. / Yahudi dininin temel ilkesi, ‘Haşmadet goyim’dir, yani Yahudi olmayanların ortadan kaldırılmasıdır.”
Oysa dünya yazın ve sinema tarihi, Almanların Yahudilere uyguladığı soykırımın öyküleriyle dolu. Ne acı değil mi?
Demek ki asıl sorun Naziler, Almanlar, acımasız Japonlar ya da bilmem kim değil, paradan başka amaç gütmeyen, bu yarışta babasının bile gözünün yaşına bakmayan anamalcılık!
Bütün dünya halkları gönüllü olarak ondan vazgeçip dayanışmacı, paylaşmacı toplumsal düzene geçmeye yemin etmedikçe en küçük bir umut olamaz.
Bu değerli çalışma için Yılmaz Dikbaş’a da, yayıncı İsmet Arslan’a da yürekten alkış.


Cumhuriyet, 6 Mayıs 2009.

30 Nisan 2009 Perşembe

İSA ÇELİK

Adaşı yalvaçı değil daha çok bir Anadolu dervişini andıran İsa Çelik, Ulusal Kanal’daki unutulmaz söyleşide tatlı tatlı anımsattığı gibi, öyle kırk değil, bin yıllık dostumdur.
Toroslarda doğmuş bu Yörük çocuğu, kökenine, atalarına yakışır bir ömür sürdü; aldığı temel eğitimi bir yana bırakıp sevdasının ardına düştü, sevdiği dünyayı, insanlarını, çiçeklerini, kuşlarını görüntüledi; doğa onu oluştururken hiç cimri davranmamış, coşkusunu, acısını anlatmaya fotoğraf yetmeyince, yontular yonttu ağaçtan, toprağı pişirdi, öyküler yazdı.Yığınla kitaba güzel kapaklar dikip giydirdi. Öyküleri,Dur Gitme ve Naldöken adlı kitaplarda toplandı. Hazırladığı yeni çalışmalar sanırım basım aşamasında.
Birçok ülkeye gitti, sergiler açtı, müzikli saydam gösterileri düzenledi, güzeli, güzel anlatımı insan kardeşleriyle paylaştı.
Bir başka önemli ortak yanımız, bu toprağın yetiştirdiği, İlhan Selçuk’un güzel anlatımıyla, “öncülü ardılı bulunmayan” büyük bir Usta’nın, Ruhi Su’nun ömür boyu can dostu oldu; en güzel görüntülerinden çoğunu çekme tadını yaşadı. Büyük Usta’yı son yolculuğuna uğurlarken, sırayla başında nöbet tutanlar arasında o da vardı
Ben insanın, doğa tarafından bağışlanmış, maymun kardeşininkine oranla azıcık daha gelişmiş beyninin, özellikle hani şu düşgücü denen kesimin hakkını verebilmesi için, yaşama sanatı’nı öğrenmesinden yanayımdır.
Peki, nedir bu yaşama sanatı? Kısaca, yaşamın her ânını sanat gibi yaşamaktır. Bunun içinse, söylemeye bile gerek yok, önce daha oluşum aşamasında, anasıyla babasının can güvenliklerinin sağlanmış; barınmaları, beslenmeleri, eğitimleri güvence altına alınmış; bunun sonucunda, çocuklarını kazara değil, bilerek, isteyerek, sevinerek edinmiş olmaları gerekir. Sonra da bu kavrama uygun biçimde büyütüp yetiştirmiş olmaları.
Gerçi anamalcı savurganlığın her şeyi yok ettiği, insanları topluca aç, açıkta, işsiz, umutsuz sokağa fırlattığı dünyamızda, 500 yıllık acımasız sömürüden sonra, 50 yılda gerçek bir mucize başarıp sevgiye, paylaşıma dayalı hakça düzeni gerçekleştirmiş olan Küba’nın ışıklı yolunu, sancılı da olsa, birer birer seçen Güney Amerika ülkeleri dışında bu soylu kavramın anlamı kalmadı; ama umut ışığı oralarda yanıyor.
İsa’nın anası babasıyla, çocukluğuyla, gençliğiyle ilgili bütün ayrıntıları bilmiyorum yazık ki; ama tanıdığım yıllar boyunca, hep kendiyle barışık, dengeli, alçakgönüllü gerçek bir yaşama sanatı ustası vardı önümde. Yalnız yapıtlarıyla değil, kendi varlığıyla.
Ve bu kavram uyarınca, elinin erdiği, gücünün yettiğince insan kardeşlerinin biriktirdiği bütün hünerleri, bütün ürünleri tanımaya, ben’ine katmaya çalıştığı hem fotoğraflarında, hem öykülerinde, hem konuşma ve davranışlarında açık seçik görülüyordu. Sizin de can gözünüz açıksa elbet.
Öykülerinde, içinden çıktığı yöreyi, toprağı anlatmakla yetinmemiş; yaşama sanatı’nın kurucu öğelerinden dil’in, Türkçe’nin önemini kusursuz bildiği için, küreselleşme palavrasıyla yozlaşan, bin bir özentinin çamuruna belenen güzelim dilimizi, özellikle de anasından atasından duyduğu eşsiz Toros dilini canlandırmak, yaşatmak üzere, bilinçli olarak yerel sözcükleri kullanmaya ağırlık vermiş; kırılgan okurlar incinmesin diye de, kitabının sonuna bu sözcüklerin yaygın dildeki karşılıklarını yazmış. Kendi göbeğini kesmenin yeni bir örneği.
2008 yılı, öbür iki ustayla, Gültekin Çizgen ve İbrahim Zaman’la birlikte, onun da yaşama sanatımıza yapmakta olduğu katkıların 50. Yılıydı.
Canım İsa’cığım; Demokritos’un dediği gibi, varlığımız da, yazgımız da olasılık ve gereklilik halkalarının uc uca eklenmesiyle oluşuyor; doğrusu, yaşama serüvenim içinde sana rastlamak, dostun, yoldaşın olmak büyük talihti.
En içten teşekkürlerimle sevgili Toros Dervişi!

22 Nisan 2009 Çarşamba

FİLM ŞENLİĞİ

Her yıl Film Şenliği yaklaşırken içimizde bir korku beliriyor: bu yıl acaba hangi yaprakların döküldüğünü göreceğiz? Bu yaprak dökümü, küresel yozlaşma’nın seline kapılıp boğulacak yönetmenleri anlatıyor. Çok ender olarak bunun dışında kalanlar var, örneğin Miloş Forman gibi; kimisi de Ettore Scola gibi, zırvalamaktansa susmayı seçiyor.
Bu yılki kurban, Bertrand Tavernier idi; onca dürüst, çarpıcı filmini izlediğimiz adam, teslim olmuş; gitmiş korkunç bir Amerikan uyutması çekmiş. Bu küresel çürümeye kafa tutuyormuş gibi araya birkaç küçük masal ekilmiş: güvenlik görevlisi cebinden çıkardığı paralarla batağa düşmek üzere genç kızları kurtarıyor (?); dünyayı kasıp kavuran siyasal-parasal çeteden tombul bir amca ya da kızların pazarlanmasına aracılık eden bir Zenci kıyasıya dövülüyor, tamam! Çok ayıp, çok yazık!
Buna karşılık, İnti İllimani, Bulutların Şarkı Söylediği Yer, sanat olmayı hak eden sinemanın ne anlatacağına, nasıl anlatacağına insanı sevindiren, umut aşılayan bir örnekti. Şili’li bir avuç genç üniversite öğrencisi, hem kendi halklarının, hem de bütün Güney Amerika halklarının müziklerini, şarkılarını diriltmek; o arada toplumsal kavgaya katılmak; ülkelerinin, dünyamızın kara yazgısını değiştirmek üzere kurmuşlar bu topluluğu. 1973’te, dünyanın demokrasi Azraili ABD’nin yumruğuyla güzeller güzeli Salvador Allende ezilince İtalya’ya sığınmış, tam 15 yıl sürgünde yaşamışlar; Pinochet adlı can alıcı devrildikten sonra dönmüşler. Arayış, gidenlerin yerine her ulustan her yaştan yeni katılımlarla sürmüş, sürüyor.
Topluluğu oluşturanların kısa bireysel öykülerini izlerken, aslında 30 yıllık Güney Amerika, giderek dünya tarihini bir kez daha gözümüzün önüne getirip düşünmüş oluyoruz. Çok çarpıcı, arıtıcı bir yapıt. Göremeyenler üzülmesin, NTV belgesel kuşağında gösterilecek yıl içinde.
Son olarak, Tavernier gibi eski bir ustayı, Francesco Rosi’yi, Salvatore Giuliano’yu seçmiştik Nilgün’le. 1964’te çekilmiş bu siyah beyaz şiir bizi hiç düş kırıklığına uğratmadı.
Burada da öykü, yaşamakta olduğumuz, ataerkil-anamalcı düzensizlik sürdükçe tepemizden eksik olmayacak, Tavernier’nin de ele alıyormuş gibi yapıp sinema izleyicilerini göz göre kandırdığı siyaset-mafya-güvenlik gücü ortaklığı.
Ama Rosi daha filmin yazılarında, seslerle, müzikle, hangi dünyaya gireceğimizi; neler yaşayacağımızı, neler tanıklık edeceğimizi duyuruyordu.
Dünya kaynaklarının paylaşımı için çıkarılan 2. Dünya Savaşı sona ererken inanılmaz yoksunluklar, yokluklar içinde kıvranan yeryüzü köşelerinden birinde, Sicilya’da, insana da öbür canlılara da en küçük bir yaşama kolaylığı sunmayan kıraç topraklarda, öbürlerine göre gözü daha kara bir delikanlı, Salvatore Giuliano, sonraki yıllarımıza damgasını vuracak olan Amerikan kaynaklı saldırı uyarınca, İtalya’nın, Sicilya’nın ortaklaşmacılığa savrulmaması için adam kaçırmaya, öldürmeye, toplantı basmaya girişiyor. Ve elbette bütün bunları kendi başına yapmıyor; en bilinen adlarıyla ünlü Hıristiyan Demokrat siyasetçilerin, onlarla her saniye işbirliği yapan güvenlik güçlerinin buyruklarıyla, izniyle, yönlendirmesiyle gerçekleştiriyor.
Sevgili Rosi¸ bütün bu dolapları; onlara aracılık maşalık eden sıradan insanları inanılmaz bir yalınlıkla, soluk soluğa bir kurguyla anlattı.
Dünyamız; üzerinde yaşayan, sayıları gittikçe artan insanlar bu akıldışı, doğaya, evrene aykırı gidişten kurtulmak; 50 yıldır Küba’da, şimdi de yavaş yavaş bütün Güney Amerika ülkelerinde canlı örneğini gördüğümüz gerçekten uygar, barışçı, dayanışmacı düzene kavuşmak istiyorlarsa, hangi dalında olursa olsun, sanatın yalnız bunları, böyle dile getirmesi gerekiyor.
Tavernier’nin sokuşturduğu gibi, ortalıkta sis falan; her şey apaçık gözümüzün önünde. Ancak, görebilmek için can gözümüzün, can kulağımızın bir daha kapanmamak üzere açılması gerekiyor!


Cumhuriyet, 22 Nisan 2009

8 Nisan 2009 Çarşamba

NİHAT ZİYALAN

NİHAT ZİYALAN


3. Uluslararası Sanat Günleri’nde, Etkinlik Eşgüdüm Kurulu üyeleri Çetin Yeğinoğlu, Mehmet Karasu ve Ziya Akın , ilk Şiir Ödülü’nün; “ Kültürler sanat köprüsü üzerinde yaşar ve yarınlara aktarılır”anlayışından hareketle, bu ilk ödülü, Sydney’de yaşamasına karşın, yazıları, şiirleri, öykü ve romanlarıyla Avustralya’da kurduğu Çukurova dünyasından Çukurova ekinine katkılarından ötürü” Nihat Ziyalan’a verilmesini kararlaştırmış.
Nihat Ziyalan’ı filmlerinden anımsar mısınız bilmem? 1980’de, bir dostluk kazası sonucu Avustralya’ya göçmezden önce, çoğu yöredaşı Yılmaz Güney’le olmak üzere, pek çok sinema yapıtında görev almıştı. Sydney’e savrulmak zorunda kalınca, kendini yazına verdi, çok da iyi etti. Oradan bize 1985’te Avustralya’dan Şiirleri, 2007’deyse Sevgili Şiir’i hazırlayıp göndermişti. Bu yılsa, Enver Ercan yönetimindeki Komşu Yayınları’nın Yasakmeyve şiir dizisinde Tomurcuk Sevda’yı tattırıyor. Çok özenli basılmış kitaptan birkaç şiiri paylaşım.
TOMURCUK SEVDA
Bardaktan bozma bir vazo;/gonca güller,/tomurcuk çiçekler,/ bahçemden kopardığım.
Açtıkça tomurcuklar/ gülün goncası / odaya sığmıyor tazelik.
Ne kadar suyunu değiştirsem de;/ gelip çattı solma zamanı,/ durduramadım,/ dökülmesini tek tek.
Biriktirdim dökülenleri,/ yetmişlik hayatımı düşünerek.
Ah! Mümkün olsa;/ geriye dönüş,/ dökülenleri, solanları ,/ tazelemek.
SU TAŞIDIM YILLARCA
Şalgamcılıktan önce babam, / aşlamacı.
Meyan kökünü döğer, yumuşatır / içine mandalina yaprağı ufalayıp, / suya yatırır, musluğu tülbentli tenekede.
Sabaha dek emaye kaba süzülen demi / tadına baka baka su ekleyip inceltir / annemin gözetiminde.
Sırtına vurduğu güğüm,/ aşlamanın altın sarısı parıldar. / Sanki fişeklik, beline kuşandığı bardaklık; / çalkalayıp yıkasın, / boyumca testide / su taşıdım yıllarca.
Sınıf arkadaşım Ayçelen, annesi, / bazen çıkardı karşımıza. / Aşlamalarını içerken seyreder,/ Ayçelen’in ağzındaki tadı / duyumsardım ağzımda.
Ağabeyler! / İçmeseniz bile şöyle bir bakın: / Asker elbisesini, / tozluğu, kabaralı ayakkabısını çıkarıp / güğümünü zırh giyen / aşlamacılar kralına.
ROMAN
Üç kız, üç erkek /altı kardeşten, / bir kızlar kaldı / bir de ben.
Hamiyet zaten Adana’daydı / Serpil de Mersin’den geldi, / kebapçıya gittik.
Buluşacağımızı bilen Sevgi / telefonda sordu: / Kebap beyti mi / yeşilliği bol mu / şalgam fıçı kokuyor mu?
Masanın etrafındaki / yeğenlerimi seyrederken / gözümün önüne geldi çocukluğum. / Yarışırdık kapmak için / aynı kaptan yediğimiz / salatanın domatesini, yemeğin etini. / Unutmamış Kemâl; / Sydney’de / ölümünden bir ay önce / güldürmüştü: / Çoğunu sen kapardın abi!
Ben de/ hastane avlusunda / sedyenin çarşafından sarkan / kolunu unutamıyorum Mehmet’in. / Unutamıyorum / babamın / yıkılacak bir ağaç gibi sallanmasını.
Otuz yıl önce Almanya’ya göçen / Sevgi aradı yeniden Allahtan. / Torunu evleniyor. / Yaklaşan düğünden bahsederken, / kardeşimin / romanını yazabilsem / diye geçirdim içimden.
Canım Nihat!


Cumhuriyet, 8 Nisan 2009.

25 Mart 2009 Çarşamba

ERDAL ALOVA

İş Bankası Kültür Yayınları, Ruken Kızıler’in yönettiği dizide, Erdal Alova’nın 2008-1973 yılları arasındaki ürünlerini Toplu Şiirler adıyla bastı.
Erdal’ı ilk şiiri Yeni Dergi’de çıkalı beri, demek 1973’den bu yana tanıyorum; ve çevirmenlik, yayın yönetmenliği gibi yalnız yazınsal uğraşlarla yaşayagelen ender insanlardan biri olarak hep alkışladım. Dr. Sina Kabaağaç’la birlikte Sosyal Yayınlar’a hazırladıkları Latince-Türkçe Sözlük yıllardır elimin altındadır; yine aynı yayınevince basılan Türkiye’den ve Dünyadan Aşk ve Erotizm Şiirleri Antoloji’nden ne çok alıntı yaptım yazılarımda.
Bu çalışkan-üretken dostum, yazarlıkla karnını doyurmanın yanında, kazandığı ödüllerle düşünsel-duygusal olarak da doyuma ermiş talihli insanlardandır: Bitik Kent ile “Cemal Süreya Şiir Ödülü”nü (1996); Dizeler’le “Nâzım Şiir Ödülü”nü (2002); aynı kitapla “Dionisos Şiir Ödülü”nü ( 2001) kazanmış. Seferis’ten yaptığı Bir Şairin Günlüğü’ne de “Dünya Çeviri Ödülü” verilmiş.
Sizi Toplu Şiirler’ini almaya özendirmek üzere, gelin birkaç şiirin birlikte okuyalım:
Bitik Kent’ten TAYF:
“Başlangıçta Kemâl vardı/ Ve Türkçe bin yıldıza bölündü.- Kırarak geliyordu Hâşim/ Merdivenini şiirin/ Bakın Ormanlarında. – Hececiler…Hayatın kekemeleri…- Poyrazların prensi Nâzım/ Derdi günü mavi güneşler ekmekti / Kıpkısır bir bozkıra. – (Sesiyle kar toplayan Dranas) – Terso bir ünlemdir gariban Orhan. – Oktay Rifat ki / Katırtırnakları açan bir granitti / Denizin tuz heykeli.- Metin Eloğlu / Kendini yalnız, ölürken gördü / Gıcırdatıp sessiz harflerini- Cemal Süreya / İnce elçisi göçebelerin / Turunç sesli uçurum. – Sonra St Can şövalyesi geldi / Denizanalarından bir bayrakla / Çarparak aptapotunu şiirin/ Türkçe’nin gök-taşına.”
Birinci Tekil Şarkı’dan I:
“Ben bir yaban atıyım / Başıboş rüzgârlardan doğma / Ömrüm benim, şu rodeoda. /Sarhoş bir denizanasıyım / Geçiyorum / Budanmış budunlar arasından. /Ömrüm benim. / Uyur gibi yapan çocuğun / Bütün duydukları. / Bir elim orgda / Bir elimde orak / Geçiyorum dünyadan / Turnede bir oyuncuyum / Uyandığı şehri tanımayan / Yaşım yok / Adım hiç Erdal olmadı benim / Kötü tarif edilmiş/ Bir adres gibi / Dolaşıyorum gövdemi / Geçiyorum yıllardan / Unutmaktan yorgun / Beynim bir sonbahar sarayı / Kızgın kelimelerden bir kovan / Yunuslar gibi sıçrıyor / Aklımdaki dizeler / Geçiyorum günlerden / Yarı kör bir kaptanım / Karada yerim yok / Deniz istemiyor beni / Ölümse çoktan çevirmiş / Gönderdiğim haberciyi / Geçiyorum / İçimde kıpkırık tanrılar / Bir dağ puluyum / Akdeniz’e yapışmış / Tuzgölleriyle ağlayan bir babayım / Bitik bir kentim / Eski adını saklayan / Arkamda hüznün alayları, yıkımlar / Açık kalmış bir köy çeşmesiyim / Unutuştan sonsuza akan.”
KOLLARIN
“ Kollarında güneş yollar açmış / tütün renkli saçlarından geçip / toprağa doğru ilerliyor – iki ışın oluyor kolların./ Kıvrılmış masa örtüsü/ masanın üstünde çantan / Yeni Harman paketi / tabakta boş fincan. / Her şey şiirin kurallarına uygun. / Sen şiir okuyorsun – arkada beyaz duvar / duvarın arkasında sazlar – suya bakıyorsun / suya doğru ilerliyor güneş / birer birer eriyor imgeler / dayanabilen son sözcük / bu yakıcı ışığa karışıyor / akla doğru ilerliyor güneş.”
GİZLİ İLİŞKİ
“Bütün gece seviştiler / Kilere giren iki çocuk gibi / Şarap içtiler ağızlarından / Ut yerinden kişniş kokladılar / Bütün gece seviştiler / Yeni taşınılmış bir şehirde / Uyanan ilk uyku gibi/ Şaraptan / Gövdelerinin yabancılığından çok / Sırlarından sarhoştular / (Işığın hohlamadığı kömür / Tuzu ve buğdayı unutmuş sikke / Toprağın ele vermediği / bir tanrı yüzü)/ Bütün gece / Acıbadem koktu öpüşleri/ Akasyanın gözü önünde.”


Cumhuriyet, 25 Mart 2009

11 Mart 2009 Çarşamba

FERHAN ŞENSOY’UN 2019’U.

“Nedir en zor şey? Görmek gözünün önündekini…” diyen Goethe yazık ki acıklı biçimde haklıydı; ama sanırım küçük bir noktayı atlıyordu: gözümüzün önünde duranı görebilmek için canımızın geleceğinden emin, can gözümüzün da açık olması gerekir. Göremediklerimiz yalnız bizim dalgınlığımızdan, önemliyi atlamamızdan kaynaklanmıyor.
Sevgili Ferhan Şensoy’un, gittikçe allak bulak edilen yurdumuzda, dünyamızda, bir bakıma tek başına neler başardığını, uzaktan da olsa epey açık seçik görüyor, biliyordum. Bereket ortak dostumuz Saim Bugay’ı anmak üzere toplandığımızda yan yana düştük; telefon alıp verdik, sonra yeni oyunu “2019”a gittim.
“Bilimsiz kurgusal güldürü” adı bile her şeyi anlatmaya yetiyor: oyunu, her zamanki gibi Ferhancım kendisi yazmış. ABD’nin, AB’nin, aslında bütün anamalcı sömürücü Batı’nın 1938’de Mustafa Kemâl Atatürk’ün ölümünden beri amansızca, aralıksız sürdürdüğü ulusal devleti, Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırma; bütün kaynaklarına el koyma oyununun bugünkü aşamasında, hani şu biçilmiş güzelim kaftanı, Ilımlı İslâmı ( siyasal İslâmın ılımlısı olurmuş gibi?) epey zorlanarak da olsa giyinip kuşanan Anadolu halkının yaşadığı acıları, düştüğü çelişkileri son derece yalın, çarpıcı, özlü bir dille anlatmış.
Çok yerinde bir buluşla, Mustafa Kemâl’i ikiye bölmüş, Mutafa ile Kemâl, gittikçe artan baskıdan kurtulmak üzere bir bodruma sığınmışlar, yaşamaya çalışıyorlar. Bir yandan da yeniden Samsun’a çıkma düşleri var.
Gerisini anlatmayayım, gidip görün.
Soylu bir dünya yurttaşı olarak, oyunu bir düşle, özlemle bitiriyor: ABD’nin Florida Eyaleti toplumculuğu benimsemiş, Küba’ya katılma kararı almış.
Doğrusun ararsanız, gerçek sanatçı böyle oluyor işte: olanı, olması gerekeni sanatın diliyle anlatıyor. Nitekim, olması gereken, kaçınılmaz olan bu; toplumcu kuramın büyük ustaları çokkk önceden söylediler, dünyanın önünde tek bir seçenek var: ya toplumculuk, ya yok oluş!
50 yıllık inanılmaz bir direnişten sonra, güzelim Küba halkı bu sözün kaçınılmazlığını somut olarak gözler önüne serdi zaten; ve kendini bu anamalcı talanın su götürmez efendisi sayan ABD’nin bütün baskılarına, bütün korkutmalarına, akıttığı trilyonlarca dolara, yağdırdığı onca bombaya karşın, 500 yıldır alçak Batılıların pençesinde inleyen Güney Amerika ülkeleri birer ikişer Fidel Castro ile halkının ardına takılıyor; yerleşik bütün düzeni, hukuku, her şeyi değiştirip sevgiye dayalı yardımlaşmayı, paylaşmayı yürürlüğe koyuyorlar. Hem de çoktan çöpe atılması gereken bir yöntemle, açık oyla. Ama oy sandıklarının başından sülükleri söküp atarak, oyları hileye izin vermeden sayarak.
Daha ancak yalnız ön sarsıntılarını yaşadığımız küresel bunalımı kendileri yaratmamış gibi, dünyanın efendileri kalmak isteyenler Davos’ta bu cehennemi sürdürmek üzere bin bir dolap hazırlarken, Brezilya’da toplanan eski sömürge halklarının çikolata renkli yeni önderleri başka bir çağrıyı güle oynaya, birbirlerine sarıla sarıla duyuruyorlardı insan kardeşlerine: Yeni Bir Dünya Mümkün. Bana sorarsanız, mümkün değil, KAÇINILMAZ,ZORUNLU!
Ferhan Şensoy, anlayana tokat gibi gelecek oyununu kendisi sahneye koymuş elbet; bezem de onun; giysileri ortaklaşa tasarlamışlar; oyunda kullanılan görüntülü bölümleri Mert Baykal çekmiş, kurgulamış; ışık ve arka sesler Hüseyin Ulaş’ın; Ebru Soyuerden, hem oynuyor, hem sahneye koymada yardımcı olmuş. Oyunun öbür uygulayımsal yüklerini Suat Tepe, Erdinç Işıldak, Alpaslan Ataman, Murat Saraçoğulları üstlenmişler,
Ferhancığımın güzel adlandırmasıyla, “gibi yapanlar” da şöyle: Ferhan Şensoy, Erkan Uçucu, Ali Çatalbaş, Orhan Ertürk, Özkan Aksu, Elif Durdu, Ebru Soyuerden, Neslihan Çakıner, Begüm Alpaslan.
Emeği geçen herkese yürekten alkış.


Cumhuriyet, 11 Mart 2009.