5 Aralık 2001 Çarşamba

BAĞIŞIKLIK VE KANSER

Henri Laborit, Davranışların Öyküsü adlı kitabında şu yalın saptamayı yapıyor:Canlı varlığın birinci ereği,varolmak,varlığını sürdürmektir.
Sayfamız ekin sayfası;ama varlığımız,canımız sürmüyorsa,ekin,sanat olabilir mi?Dolayısıyla ben,aslında bütün öbür sanat dallarının YAŞAMA SANATI’nı ,canlı kalma sanatını öğrenip uygulamaya yaradığına inanırım.
Uzak akrabalarımız beyaz fareler üzerinde şöyle bir deney yapılmış:yan yana iki kafes,aralarında küçük bir kapı:bölmelerin birine fareyi,öbürüne yiyeceği koymuşlar.Fare yiyeceğin korusunu almış,küçük kapıdan geçip yemiş.
Sonraki aşamada,yiyeceği koyarken,ışıklı ve sesli bir uyarı düzeneği yerleştirmişler;fare bu kez,o uyarıyı görüp işitince seğirtip yiyeceğe kavuşmuş.
Ardından uyarıları yapmış,küçük kapıyı açık bırakmış,fareciğin yiyecekli bölmeye geçmesini beklemiş,sonra kafesin tabanına akım vermişler;yiyecekle (ödülle) birlikte canı yanan (cezaya çarptırılan) hayvan,bir iki denemenin sonunda,sesli-ışıklı uyarıyı duysa,ara kapı açık bırakılmış olsa da,yerinden kıpırdamaz;dahası,gidip kafesin ortasına çöker olmuş.Bu çökme belli bir süre uzayınca da,yavaş yavaş kulakları düşmüş,tüyleri dökülmüş,miğdesinde yaralar açılmış.
Bu son aşamaya gelmeden önce,kafesinin kapısı açılıp içeri ikinci bir fare bırakılınca,hemen yeni gelenin tepesine çullanmış,tiftiğini attırmış;bir bakıma,şimdiki durumumuz:hepimiz,kafesleri oluşturanın,bize akım verenin,bin türlü cezaya çarptıranın kendi elimizle oluşturduğumuz kurulu düzen olduğunu unutuyor,boşu boşuna,en yakınımızdaki bireylere saldırıyoruz.
Farede,eylemin bir işe yaramadığını anımsatan bellek,elbet bizimki gibi;bellekse,dirimbilimdeki son doğal-kimyasal bulgulara göre,iç ve dış ortamda oluşan enerji değişimlerinin sonucunda içdengemizde ortaya çıkan denge değişikliğinin sinirlerimiz ve beynimizdeki gözelere (hücrelere) önbesiler (proteinler) aracılığıyla işlenen,orada ömür boyu kalan izlerden,anılardan başka bir şey değil.
Öbür canlı varlıklar gibi,insan için de,enerji değişimleri sonucu iç ve dış ortamda oluşan denge bozulmasını düzeltmenin iki yolu var:kaçmak ya da eyleme,savaşıma girmek.
Bu iki yolda da,sinirlerle beyin,işbirliği,eşgüdüm içinde,kimi örgenleri kullanarak kimi önlemler alıyor:bütün iç-dış uyarılar hipotalamusa gönderiliyor;o kendisinde ya da beynin öbür kesimlerinde saklanan deneyimlerin ışığında,varlığın kaçması ya da savaşması için gereken önlemleri alıyor;kimi kas ve sinirlerdeki etkinliği,dolayısıyla o örgenlerdeki kan dolaşımını arttırıyor ya da azaltıyor.
Ama eylemin işe yaramadığı,yaramayacağı başından belliyse;varlık,önüne çıkan sorunu kaçarak ya da savaşarak aşamayacaksa,gergin bir bekleyiş (hepimizin bayıldığı Batı diliyle STRESS) başlıyor;gergin bekleyiş çok uzun sürerse,hipotalamus,başyardımcısı hipofizi uyarıyor,ayrıntısını adı geçen kitapta bulacağınız bir salgı çıkarttırıyor;bu salgı,böbreküstü bezine bir buyruk gönderiyor;o da,kaçış ya da kavgada kullanılmak üzere,adrenalin ve kortizol üretiyor;eylem sırasında çok işe yarayan bu iki içsalgı, eylemsizlikte zehire dönüşüyor;hele kortizona dönüşen kortizol,canlı varlığın ayakta kalabilmesinin temel dayanağı bağışıklığı TAM ANLAMIYLA çökertiyor.
Bağışıklığın çöküşünden sonra,bütün iç ve dış saldırılara açık oluyorsunuz:alın size miğde yaraları,mikrop kapmalar,kanbasıncı bozukluğu,en sonunda da kanser.
Şimdiye dek sinir bozukluğunun,gerginliğin,tinsel çöküşün hastalıkların oluşumunda çok etkili olduklarını sık sık okudum elbet,ama Laborit’nin kitabında bunun kimyasal-dirimsel oluşum sürecini bulunca her şey pırıl pırıl aydınlandı.
Çağımızın en yıkıcı hastalığı olan aids ya da başka kanser biçimleri hâlinde karşımıza çıkan denge yitimi konusunda,şimdiye dek,Bağışıklık Dizgesi’nin önemini bilen,önemseyen,onu canlandırmaya çalışan üç kişi tanıdım yurdumda:Dr Ziya Özel (Türkiye’de değeri bilinmediği,dahası,hekimlik yapması yasaklandığı için,şimdi zakkum özünü ABD’de geliştiriyor;yakında,dolarla oradan satın alırız!);Kanserden Korkma,Modası Geçmiş Tedaviden Kork adlı kitapta prostat kanserini yenişinin öyküsünü anlatan,çeşitli televizyon kanallarında bu bilginin yayılması için canını,ününü,bilgisini ortaya koyan Dr İlhami Güneral; son olarak da,herim olmadığı hâlde,adı geçen iki hekim gibi yardımcı ilâç bile kullanmadan,bağışıklığın önemini eksiksiz kavrayıp salt beslenmesini,yaşama biçimini değiştiren,bugün ışıl ışıl bakışlarla minyatürler yapan,sergilere koşan,edindiği evrensel bilgiyi insan kardeşlerine seve seve dağıtmak üzere Kanser Derneği’nde canla başla çalışan ressam Mehtap Kardaş.
Canlı varlığın asal ereği canlı kalmak,varlığını sürdürmekse,bu kısa bilgilerin işe yarayacağını ummak isterim.

Cumhuriyet, 5.12.2001

21 Kasım 2001 Çarşamba

OKTAY SİNANOĞLU

Mürşit Balabanlılar’ın yönettiği İş Bankası Ekin Yayınları,Emine Çaykara’nın hazırladığı bir kitabı bastı:Türk Aynştay’nı Oktay Sinanoğlu.
Sinanoğlu,sözün en gerçek,en dolu anlamında bir Atatürk çocuğu: Mustafa Kemâl gibi Rumelili,Kavalalı;Nüzhet Haşim Sinanoğlu ile en eski Anadolu ailelerinden birinin kızı Rüveyde’nin çocukları.Ana da baba da okur yazar,yetenekli,ilerici.
Atatürk,Mussolini’nin çevireceği dolapları öğrenmek üzere,Nüzhet Haşim'i Bari’ye başkonsolos olarak gönderiyor;Oktay orada doğuyor,25 Şubat 1935’te.
Doğal olarak önce İtalyanca,sonra Fransızca öğreniyor;2.Dünya Savaşı çıkınca yurda dönüyorlar ve l941’de Nüzhet Bey ölüyor;yetişmesi,bundan sonra,annesine kalıyor.
Mustafa Kemâl,yazgısında,bir kez daha dolaysız boygösteriyor:ortaöğrenimini,Atatürk’ün 1928’de kurduğu Türk Eğitim Derneği’nin Yenişehir Lisesi’nde tamamlıyor.1956’da,Berkeley Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nü birincilikle bitiriyor.Ardından,8 ayda ünlü Amerikan Üniversitesi MİT’i tamamlayıp Yüksek Kimya Mühendisi oluyor.1960’da,Yale Üniversitesi’ne “Yardımcı Öğretim Üyesi” olarak atanıyor.1962’de,26 yaşında,tam yetkili öğretim üyesi oluyor.Amerika’da ilk ödülünü alıyor.1964’te,ODTÜ’ne danışman profesör oluyor;eğitimin Türkçe yapılması gerektiğini anlatıp yazmaya başlıyor.
1966’da,TÜBİTAK’ın ilk bilim ödülünü alıyor.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde,aralıklarla,Yaz Okulları,bilimsel toplantılar düzenliyor;bu yöndeki çalışması aralıksız sürüyor.
Yalvaçların en çapkınına yakıştırılan ünlü sözü bilirsiniz:Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?
Oktay Sinanoglu,yöredaşı Mustafa Kemâl gibi,evreni oluşturan temel yasaları,bunları inceleyen matematik,doğabilim,dirimbilim,kimya ve benzeri anabilim dallarını derinlemesine bildiği için,yukarıda belirttiğim gibi, işin özünü daha 1964’te kavramış: bir insan topluluğunun kişilikli,bağımsız bir ulus oluşturabilmesi için,bilimi,sanatı,siyaseti anlatabileceği bir dilinin olması gerekir;sömürgeleştirme,köleleştirme,bugünkü gibi,önce DİL’in yozlaştırılıp yokedilmesiyle başlar.
Bu yüzden,Türk Dil Kurumu’nu kurup bize dilimize,dolayısıyla benliğimize kavuşturan Atatürk’ün ardından giden Sinanoğlu da bu evrensel mantığın gerektirdiğine dört elle sarılmış;Türkçe’mizin bilim-sanat-siyaset dili olabilmesi için sözlükler hazırlamış,konuşmalar yapmış,yazılar yazmış, yazıyor;bu alanda bıkıp usanmadan savaşıyor.
Andığım kitapta,düşünsel-dilsel serüveninin bütün ayrıntılarını bulabilirsiniz.
Bugün başımıza örülen çorapları,yurdumuzu bekleyen tehlikeyi en görenlerden biri olduğu için,tam bir bilim-gönüladamı dürüstlüğüyle hiç sözünü esirgemiyor.Küçük bir örnek vereyim:
“Eskiden,Sağlığı Koruma Kurumu’nda,çocuk yaşta bir araştırmaya tanık olmuştum;kan alınacağı zaman,atın burnuna kocaman bir mandal geçiriliyordu.Sonra doktor,boynuna kocaman bir iğne daldırıp kan alıyordu.Zavallı atın olup bitenden haberi yok;burnu çok duyarlı olduğu için,aklı fikri burnunda;kadınının alındığının farkına varmıyor.İşte durum bu.”
Küresel sömürü bundan daha iyi anlatılabilir mi?
Kendi kendine saz çalmayı öğrenen,Karacoğlan,Yunus Emre,Pîr Sultan Abdal ve Āşık Veysel’den türküler söyleyen;açıkdenizlerde yelkenliyle dolaşan;hem Doğu,hem Batı uygarlığını gönül gözüyle tanıyıp yaşamına katmaya çalışan Oktay Sinanoğlu’nun yaşamöyküsü,Sevil’le benim gibi, sizi de sözün gerçek anlamında varsıllaştırabilir,havalara uçurabilir;ardından,acı da olsa,daha bilinçli birer Anadolu Türk’ü,aynı zamanda katıksız dünya yurttaşı olarak yeryüzüne indirebilir.
Bu konuyu,bu sıradışı insanı seçip söyleşen,sonra kâgıda döken Emine Çaykara’yı da,kitabı basan Mürşit Balabanlılar’ı da yürekten alkışlıyorum.

Cumhuriyet,21.11.2001

24 Ekim 2001 Çarşamba

FAKİR BAYKURT’UN ŞAŞMAZ SAPMAZ SOLDUYUSU

“Nedir en zor şey?görmek,gözünün önündekini”,demiş Goethe;yeryüzündeki milyarlarca insan,yaşamlarının her saniyesinde bunun doğruluğunu sınamakta:bunun nedeniyse,insan denen varlığın,yaklaşık on bin yıldır gerçek kılavuzdan,somut bilim’den yoksun yaşaması,yaşatılması.
Fakir Baykurt’sa,gözünün önündekini görebilmiş ender insanlardan biri;üstelik,kalıtımla getirdiği üstünyetenekle,Atatürk’ün açtığı çağdaş bilim yolunda kararlıca yürümeye ant içmiş 1945 öncesinin kuşaklarının çok kısa bir süre yaşatabildikleri okullarda,Köy Enstitüleri’nde,Anadolu topraklarından fışkırmış pırıl pırıl kafaların verdikleri eğitim-öğretimle beyin ve sinir hücrelerini evrensel bilgiyle donatabildiği için,ömür boyu görüp açık seçik anlatabilmiş biri.
Fakir Baykurt,gözde değil artık;tüketim saraylarında başka gözdeler kalça kıvırmakta;ama bu kıvırmalar insanlığı,giderek yerküreyi evrensel ömründen önce yokoluşa götüreceğe benziyor.
Eskiden okumuş olanlar anımsamak,yeni yetişenlerse belleyip unutmamak üzere Fakir’in Amerikan Sargısı’nı,Keklik’ini,Köygöçüren’ini,Yayla’sını tam bugünlerde okuyabilselerdi;elindeki bütün olanaklarla,yeryüzünün en bilgisiz,en yoksul bırakılmış ülkesinin tepesine çullanan –aslında ondan daha bilgisiz – bir ülkenin,ABD’nin,2.Dünya Savaşı’ndan beri,dünya halklarına neler ettiğini,daha neler edeceğini açık seçik görebilirlerdi.
Büyük söylevlerle,törenlerle açılan örnek çiftliklerin nasıl birer birer battığını;getirtilen damızlıkların nasıl kof çıktıklarını;Anadolu’nun güzelim bitki ve hayvanlarının kökünün nasıl kurutulduğunu,unutmamak üzere,beyinlerine kazırlardı.
Bilgi birikiminin önceki evrelerinde,bugün kullandığımız kavram ve terimlere henüz ulaşamadığımız için,Marx gibi üstünyekenekli kardeşlerimizin öncülüğünde,sorunlarımızı öncelik ve özellikle parasal-toplumsal terimlerle dile getirip çözmeye çalıştık:hastalıkların kaynağını artı-değer’in bölüşümünde,sınıf çatışmasında aradık;bu yolda önerilerde bulunduk,denemelere giriştik.
Oysa çağdaş bilim bizi şimdi başka bir noktaya getirdi;gerçek bilimsel öncüler,hepimizi,bütün bilimlerin,dahası evrenin temelini oluşturan matematikten ödünç alınmış terim dizisine taşıdı:evrendeki her şey artık bir ana-bütün¬’ün alt-bütünleri sayılıyor:atom molekülün içinde;molekül gözenin;göze,örgenin;örgen,bedenin;beden,çevrenin içinde;çevre,yerkürenin üstünde;yerküre de,uçsuz bucaksız evrenin bağrında.
Dolayısıyla,canlı cansız bütün varlıklar,karşıkonmaz,değiştirilmez,ayam uydurulması gereken bir bağımlılıkla birbirine bağlı;başka bir deyişle,şu anda kullandığımız us’umuz da aralarında,her şey evrenden ödünç alınmış durumda;çok çok 6-,70,80 yıl sonra geri verilecek.Kısacası,sınıflı,uluslu yoruma,kavgaya yer yok:imece,paylaşım,evrensel yapının gereği.
Nitekim,geçenlerde Türkçesi yayımlanan bir kitap Piyotr Kropotkin’in Karşılıklı Yardımlaşma’sı,bunun ayrıntılı kanıtlarıyla dolu;burada,Darwin’in ünlü varolma savaşımı’na,ancak milyonlarca yıl sonra görüp dile getirmeye hazır olabildiğimiz yardımlaşma-dayanışma kavramı eklenmiş oluyor.
Anadolu’muzun güzelim insanları Aleviler bunu çoktan yürürlüğe koymuşlar;ama dünyamızın başka köşelerinde yaşayan,en temel öğeden,cinsel doyum’dan yoksun yaşayan,yaşatılan insan kardeşlerimiz,ölümlü oluşumuzun verdiği korkuyu yenmek,doyumsuzluklarını unutmak üzere,parasal-siyasal erk’le avunmaya çabalıyorlar.
Alevilerin binlerce yıl önce bulduklarını,çağdaş Fransız düşünürlerinden Alain Jacquart şöyle özetliyordu bir konuşmasında:aslında insanın iki temel edimi var,varolmak ve sahip olmak.
Sahip olma edimi, yalnız dilbilgisinde işe yarar,bileşik zaman oluşturmakta kullanılır:can’ımız da aralarında,yeryüzündeki hiçbir şeye sahip olamayız.
Geriye,yardımlaşarak,elbirliğiyle,güle oynaya VAROLMA kalır.
21. Yüzyıl,bu iki temel edimden hangisini önemseyeceğimize;dolayısıyla,tek tek bireyler olarak da,toplumlar olarak da,içimizdeki,yerküredeki,evrendeki enerjiyi nasıl kullanacağımıza göre biçimlenecek.
Fakir Baykurt,şaşmaz,sapmaz solduyusuyla bu yalın olguyu daha 1945’lerde görüp yapıtlarında dile getirmiş;bu yüzden de,bütün gerçek öncüler gibi,sayısız çileye katlanmanın onurunu taşıyor.

Cumhuriyet,24.10.2001

10 Ekim 2001 Çarşamba

OSCAR WİLDE

Reich’tan sonra bana en çok şey öğreten insan,tümelbilimci Henri Laborit,ölümünden kısa bir süre önce Kanada televizyonunun kendisiyle yaptığı söyleşide:Biz,başkalarıyız,demiş;başka bir anlatımla, ben sandığımız birikim,hem geçmiş yüzyıllarda yaşamış,hem şu an uzak ya da yakın çevremizde yaşayan insanların,sanırım daha biz doğmadan,beynimize ve sinir dizgemize doldurdukları denetimdışı davranışların,değer yargılarının toplamından başka bir şey değil.
Dostum Ahmet Cemal, 70’li yıllarda,Avusturya Kültür Ofisi’nde çalışırken,merkez başkanı Sayın Kasper’den aldığı yetkiyle,çeşitli ekinsel etkinlikler düzenler;zaman zaman,çeviri konusunda söyleşmek üzere zaman zaman birkaçımızı toplar,arasıra da tek başıma beni çağırırdı.
Bu söyleşilerden birinde,Reich’ın dünya görüşünü anlattıktan sonra,dinleyenlerden biri,Usta’nın eşcinselliğe nasıl baktığını sormuştu;çok sığ bir yanıt verdiğimi anımsıyorum.
Çünkü o yıllarda henüz François Jacob ya da Henri Laborit gibi,dirimbilimden yola çıkıp tümel evren açıklamasına ulaşmış düşünür-bilginleri tanımıyordum;dolayısıyla kökenimizi deniz yosununa değilse bile,daha kolay kavrayabildiğimiz amibe bağlayan bilgilerden yoksundum.
Ama şimdi eksiksiz biliyorum bunu;o yüzden,Reich’ın canımızı oturttuğu üç temel direkten biri olan sevme-sevişme işlevinin tek bir kaynağa,acunsal-dirimsel enerjiye dayandığını;örgensel boşalmada bu enerjinin kullanıldığını;sözkonusu boşalmanın asal ereğinin canlı varlığın sürdürülmesi olduğunu;işlevin yerine getirilmesine eşlik eden hazzın,aynı ya da karşı cinsle sarılışmada aynı biçimde tadıldığını,çok geç kalmadan öğrendim.
Fransız sanat kanalı Arte,geçen akşam,Brian Gilbert’ın Oscar Wilde adlı belgeselini gösterdi;Stephen Fry’ın inanılmaz bir ustalıkla canlandırdığı Wilde,bildiğiniz gibi,gerçek bir üstünyetenek;üstelik kendisi seçmemiş olsa da, bir “seçkin”,Lord.
Üstünyeteneğini bütün yazınsal türlerde bol bol dile getiriyor,yaşadığı çevrenin gözdesi,alkışlanıyor,sevgiyle ödüllendiriliyor;arada evleniyor,iki çocuğu oluyor.
Ama,onun gözü genç oğlanlarda;üstelik bu eğilimini,bu seviyi son derece soylu yaşamaya çalışıyor –en azından filmde öyle gösteriliyordu;asında da öyle olduğu sezgisi var içimde.
Bu ilişkiyi,beylik terimle,”ayaktakımıyla” değil,kendisi gibi “seçkinler”le kuruyor;Reich’ın bütün yapıtlarını okumuş olmanıza gerek yok aslında,halkımızın şu türküsüne kulak verirseniz,olacakları kestirebilirsiniz:
“Bir can bir canı sevse/Köyü bir sancı tutar.”
Sarıldığı oğlanlardan birinin babası;bütün öbür soylular gibi nasıl Lord olduğu bilinmeyen,eşinin dışındaki bütün dişilere rahatça el atan,asıl suratlı,atlı uşaklı varsıl biri,bu ilişkiyi onur sorunu yapıyor-şimdiki ataerkil düzenin bütün erkeklerinin namusu kendi kafalarında değil,kadınların apış aralarında arayıp buluşları gibi.
Wilde’ın,kendisi gibi aksoylu beylerin oluşturduğu yargıcılar kurulu önünde söylediklerini 21.Yüzyıl’da insan kardeşlerimizle paylaşabilecek miyiz acaba?Dünya televizyon ve gazeteleri,bilmem hangi göbekçi hanımın poposuyla,her gece bağrımıza bastığımız,zampara geçinen,ama artık çaptan düşmeye başlayan türkücünün pipisini bırakıp:sevinin tek olduğunu;insanlar arasında,cinsleri ne olursa olsun, başlık parası’yla,sanal bir ün karşılığında, ya da daha bayağı bir yoldan,”sırf sevişmek üzere” alınıp satılmaması gerektiğini anlatacak mı acaba günün birinde?
Doğrusu,Reich’ın dediği gibi sevi-çalışma-bilgi’ye dayanması gereken yaşamımız,eldeki bütün iletişim araçlarıyla,onlar yetmediği zaman silahla paraya tapmaya zorlandığına göre,pek umut yok gibi;ancak,evrenin ömrü milyarlarca yıllık;ataerkil sömürüyse,on bin yıllık.
Dolayısıyla,kuşkusuz büyük acılardan,görülmemiş insan ve doğa kıyımlarından sonra,son kişi can verene dek,usumuzu başımıza toplama olasılığı var.
Amip anadan geldiğimizi,hepimizde dişilik ve erkeklik özelliklerinin iç içe,yan yana bulunduğunu;kıl payıyla birinden öbürüne geçildiğini bana böylesine soylu bir şiirle anımsatan Brian Gilbert’a gönül dolusu teşekkür.

5 Ocak 2001 Cuma

AYDIN KARLIBEL

AYDIN KARLIBEL




Çoksesli müzik eğitimimi Cemal Reşit Rey’e borçluyum; İstanbul Şehir Orkestrası’yla iki haftada bir Şan Sineması’nda verdikleri dinletilerle açıldım o büyülü evrene.
Sevgili Rey’in kuruluşunda ve yaşamasında önemli bir yer tuttuğu Filarmoni Derneği’nin düzenlediği dinletilerdeyse iki değerli yorumcu tanıdım, hem de henüz üne ermedikleri dönemde: Seher Tanrıyar ile Aydın Karlıbel.
Seher ve eşi Hulki’yle daha sonra yakınlaşıp dost olma fırsatını da bulduk; ama Aydın’ı ancak uzaktan,kimi müzik etkinliklerinde görüp dinleyebildim yıllarca.
Geçen yazıda sözünü ettiğim İlişkiler’de bale boyunca sahnede kalıp yapıtın müzikli yorumuna katılınca, ilişkimiz tazelendi; gözümün bebeklerinden Maurice Bejart, çağdaş müziğin büyük ustalarından Pierre Boulez’in “Ustasız Çekiç” adlı yapıtını dansla yorumlamaya hazırlanırken, l973’te, Milano’da, BBC görevlisine:Aslında insan sürekli
İletişimin ardında koşar; sevişme de, bir yapıtı sahneye koyma da, insanlar arasında, insanla yapıt arasında, insanla acunsal güçler arasında YENİ ilişkiler kurma çabasından başka bir
şey değildir, diyordu.
Bizim için İlişkiler işte bu işlevi gördü: Aydın’la, zaten alttan alta, düşünsel, duyusal olarak süren ilişkimiz canlandı.
Özü sözü bir, tutarlı, kendisiyle barışık insanlardan olduğu için, iki satırlık yazıya karşılık, Kalan Müzik’in 2002’de gerçekleştirdiği “Piyano İçin Türk Tarihi Albümü”nü yolladı hemen. Kuşkusuz çok sevindik, koyup dinledik, bundan sonra yaşamımızda o da olacak
Aydın bu diske, on bir ünlü bestecinin Türk ögeleri taşıyan yapıtlarının yanında, kendi
Üç çalışmasını da almış: “Eski Ordu Marşı”, “Mustafa Kemal Paşa Marşı” ve “l9 Mayıs Marşı”
Yorumladığı Batılı yaratıcılarsa sırasıyla şunlar:
Donizetti’nin “Mecidiye Marşı” ile Mahmudiye Marşı”.
Guatelli’nin “Aziziye Marşı”
Selvelli’nin “Reşadiye Marşı.
Lange’ın “Zafer Marşı”.
Beethoven’in “Türk Marşı”
Mozart’ın “Türk Marşı”.
Rossini’nin “Mecidiye Marşı”.
Saint-Saens’ın “Türk Marşı”
J.Strauss’ın “Balo Havai Fişekleri”.
Lizst’in “Büyük Parafraz’ı”
Diskin kitapçığında kısa bir özgeçmişi de var Aydın’ın; iletişim araçlarıyla yağlı ballı
iletişimler kurmuş olanlar bunun yüzde biriyle birinci sayfalardan, ip iri başlıklardan inmiyor
biliyorsunuz; Aydın’cığımsa, bilen bilir, öğrenir nasılsa diyerek derviş gibi dönmeyi sürdürmüş, sürdürüyor.
Tam 4 yaşında başlamış piyano çalışmaya; Saint-Michel’de, Robert College’de ve Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken, yıllarca Cemal Reşit Rey’le diz dize yaşamış. Boğaziçi Üniversitesi’nin Batı Dilleri ve Yazınları Bölümü ile Eğitim Fakültesi’ni bitirmiş. O arada,
İngiltere, Avusturya ve İtalya’da müzik öğrenimini geliştirmiş. The Associated Board of the
Royal Schools of Music tarafından verilen LbR.S.M.’yi; l99l Mozart yılı da içinde olmak
üzere, l990-93 arasında Wiener Meisterkurse’den diplomalar almış.
İstanbul Belediyesi Konservatuarı, Nejat Eczacıbaşı Yarışması ve TRT ödüllerini kazanmış.
“Hekim Maimonides” adlı operası , notası basılan ilk Türk operası olmuş.
Müzik tarihimizde gerçekleştirilen ilk “l2 Piyano Yorumcusu El Ele”ye katılmış.
Pek çok yapıtı Almanya’da, Keturi Musikverlag tarafından basılmış, bunları birçok ünlü yorumcu çalmış,CD’ye kaydedilmiş.
Yüksek Lisans çalışmasını İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tamamlayan Karlıbel
Cambridge Biographical Center’ca, “Yirminci Yüzyılın 2000 Sıradışı Müzikçisi”den biri seçilip ödüllendirilmiştir.
Sanatçı , l986 yılından beri, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde müzik yönetmeni, alıştırma yardımcısı olarak çalışmakta.
Ah ne mutluluk böyle alçakgönüllü, soylu, onurlu birinin dostu olmak!

Cumhuriyet, 1.1.2003



















































Çoksesli müzik eğitimimi Cemal Reşit Rey’e borçluyum; İstanbul Şehir Orkestrası’yla iki haftada bir Şan Sineması’nda verdikleri dinletilerle açıldım o büyülü evrene.
Sevgili Rey’in kuruluşunda ve yaşamasında önemli bir yer tuttuğu Filarmoni Derneği’nin düzenlediği dinletilerdeyse iki değerli yorumcu tanıdım, hem de henüz üne ermedikleri dönemde: Seher Tanrıyar ile Aydın Karlıbel.
Seher ve eşi Hulki’yle daha sonra yakınlaşıp dost olma fırsatını da bulduk; ama Aydın’ı ancak uzaktan,kimi müzik etkinliklerinde görüp dinleyebildim yıllarca.
Geçen yazıda sözünü ettiğim İlişkiler’de bale boyunca sahnede kalıp yapıtın müzikli yorumuna katılınca, ilişkimiz tazelendi; gözümün bebeklerinden Maurice Bejart, çağdaş müziğin büyük ustalarından Pierre Boulez’in “Ustasız Çekiç” adlı yapıtını dansla yorumlamaya hazırlanırken, l973’te, Milano’da, BBC görevlisine:Aslında insan sürekli
İletişimin ardında koşar; sevişme de, bir yapıtı sahneye koyma da, insanlar arasında, insanla yapıt arasında, insanla acunsal güçler arasında YENİ ilişkiler kurma çabasından başka bir
şey değildir, diyordu.
Bizim için İlişkiler işte bu işlevi gördü: Aydın’la, zaten alttan alta, düşünsel, duyusal olarak süren ilişkimiz canlandı.
Özü sözü bir, tutarlı, kendisiyle barışık insanlardan olduğu için, iki satırlık yazıya karşılık, Kalan Müzik’in 2002’de gerçekleştirdiği “Piyano İçin Türk Tarihi Albümü”nü yolladı hemen. Kuşkusuz çok sevindik, koyup dinledik, bundan sonra yaşamımızda o da olacak
Aydın bu diske, on bir ünlü bestecinin Türk ögeleri taşıyan yapıtlarının yanında, kendi
Üç çalışmasını da almış: “Eski Ordu Marşı”, “Mustafa Kemal Paşa Marşı” ve “l9 Mayıs Marşı”
Yorumladığı Batılı yaratıcılarsa sırasıyla şunlar:
Donizetti’nin “Mecidiye Marşı” ile Mahmudiye Marşı”.
Guatelli’nin “Aziziye Marşı”
Selvelli’nin “Reşadiye Marşı.
Lange’ın “Zafer Marşı”.
Beethoven’in “Türk Marşı”
Mozart’ın “Türk Marşı”.
Rossini’nin “Mecidiye Marşı”.
Saint-Saens’ın “Türk Marşı”
J.Strauss’ın “Balo Havai Fişekleri”.
Lizst’in “Büyük Parafraz’ı”
Diskin kitapçığında kısa bir özgeçmişi de var Aydın’ın; iletişim araçlarıyla yağlı ballı
iletişimler kurmuş olanlar bunun yüzde biriyle birinci sayfalardan, ip iri başlıklardan inmiyor
biliyorsunuz; Aydın’cığımsa, bilen bilir, öğrenir nasılsa diyerek derviş gibi dönmeyi sürdürmüş, sürdürüyor.
Tam 4 yaşında başlamış piyano çalışmaya; Saint-Michel’de, Robert College’de ve Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken, yıllarca Cemal Reşit Rey’le diz dize yaşamış. Boğaziçi Üniversitesi’nin Batı Dilleri ve Yazınları Bölümü ile Eğitim Fakültesi’ni bitirmiş. O arada,
İngiltere, Avusturya ve İtalya’da müzik öğrenimini geliştirmiş. The Associated Board of the
Royal Schools of Music tarafından verilen LbR.S.M.’yi; l99l Mozart yılı da içinde olmak
üzere, l990-93 arasında Wiener Meisterkurse’den diplomalar almış.
İstanbul Belediyesi Konservatuarı, Nejat Eczacıbaşı Yarışması ve TRT ödüllerini kazanmış.
“Hekim Maimonides” adlı operası , notası basılan ilk Türk operası olmuş.
Müzik tarihimizde gerçekleştirilen ilk “l2 Piyano Yorumcusu El Ele”ye katılmış.
Pek çok yapıtı Almanya’da, Keturi Musikverlag tarafından basılmış, bunları birçok ünlü yorumcu çalmış,CD’ye kaydedilmiş.
Yüksek Lisans çalışmasını İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tamamlayan Karlıbel
Cambridge Biographical Center’ca, “Yirminci Yüzyılın 2000 Sıradışı Müzikçisi”den biri seçilip ödüllendirilmiştir.
Sanatçı , l986 yılından beri, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde müzik yönetmeni, alıştırma yardımcısı olarak çalışmakta.
Ah ne mutluluk böyle alçakgönüllü, soylu, onurlu birinin dostu olmak!

Cumhuriyet, 1.1.2003