24 Aralık 2008 Çarşamba

GÜLTEKİN ÇİZGEN

Gültekin’i tam olarak ne zaman, hangi koşullarda tanıdığımı anımsayamıyorum şimdi; ama Nişantaşı’nda küçük bir ev, tanıdık yüzler geliyor gözümün önüne; ve cıvıl cıvıl konuşkan, şakacı, aslında çok iyi bilmese de araya durmadan Osmanlıca sözcükler ve deyimler katan bir delikanlı. Fotoğrafın ülkemizde henüz emeklediği yıllar.
Sonra, böyle yüz yüze can cana görüşmesi olmayan, ancak zaman zaman kimi film gösterimlerinde, sergilerde karşılaşmalar; ayak üstü sarılışmalar, küçük şakalaşmalar. Benim gibi zaman içinde saçları azalsa da, yaşama sevinci, iyimser ışığı hiç tükenmeyen Gültekin.
Alanım sözlü anlatım olsa da, görüntüye vurgun olduğumdan, bütün fotoğraf etkinliklerinde, sergilerinde, derlemelerinde karşıma çıkan sevinç, sevgi dolu Çizgen adı.
Ve bir de baktık ki, 50 yıl tamamlanmış.
Ulusal Kanal’daki tatlı söyleşide vurguladığı gibi, fotoğrafı en kolay, en kaçınılmaz yol gibi gözüken gazete haberciliğinde kullanmaya yanaşmadan, “tam zamanlı sanat fotoğrafçısı” olmayı seçiş; üstelik, alıcısını, izleyicisini de kendi çabalarıyla, emekleriyle yaratmaya çalışma. Bunun için elbette ilkin kendisini oluşturma, yoğurma, okuma, izleme, sergiden sergiye, müzeden müzeye. Ülkeden ülkeye, kitaptan kitaba koşma; ama bunları görev gibi değil, gerçek yaşama sevinciyle yapış.
Hani benim “yaşama sanatı” diye özetlediğim bileşim.
Bu sanatın çıraklığını bilinçli seçme; ardından ustası olma.
Bu meraklı, yorulmak bilmez, coşkulu yaşama sanatı çırak-ustası, 5 anakaranın, 72 ülkesini gezmiş; oralardan izlenimlerini “Afrika Günlüğü” ve “Dünyadan Sevgilerle.25 Ülke 25 Yorum” adlı kitaplarda toplamış.
Kendi tasarlayıp hazırladığı, yönettiği çok araçlı ses-görüntü gösterilerini 24 ülkeye armağan etmiş.
1967’de ilk fotoğraf albümü yayınlanmış: “Fotoğraflar”. Hemen ertesi yıl, çok güzel bir adlandırmayla fotoğrafça dediği dili insan kardeşlerine öğretmek, sevdirmek üzere “Fotoğraf Yazıları”.
1994’te yayınlanan “Fotoğraf ve Yaşam Yokuşunda ilk 50” de aralarında, 16 eğitim amaçlı çalışma, 13 albüm, resmi ve camı konu alan 12 katalog ve albüm, toplam 41 basılmış yayın.
50. yılını kutlamak üzere, Say yayınları, Taksim’de, Metro girişinde sergilenen fotoğraflarından seçmeleri çift başlı bir kitapta toplamış: Yaşamın İçindeyiz/İyi Günler İstanbul.
Daha önce adı bile her şeyi anlatan “Sanat Köprüsü Sırat Köprüsü” nü basmış olan Arkeoloji ve Sanat yayınları, “Gültekin Çizgen.50. Sanat Yılı Armağanı” adlı bir İncelemeler-Bakışlar- Anılar güldestesi basmış; yazar çizer fotoğrafçı sinemacı aklınıza ne gelirse, onu seven, sanat ve yaşam serüveninin değerini bilen bir kucak insan izlenimlerini dile getirmiş.
Kendisiyse, 50 yıllık sevdasından derlenmiş gülleri “LEKE” adıyla armağan etmiş gönüldeşlerine; albümün ilk basımı 1998.
Bakın ne diyor “Benim Lekelerim” bölümünde:
“Doğrudan fotoğrafın görevi, bir şey anlatmak, bir biçim içinde anlatmak, tekniğe yaslanmak ve son hesaplaşmada hakiki-sahi(ci) olmaktır. Anlatım bir hikâyedir, fıkradır. Biçim ise bir dildir ve biz anlatım biçim dilinden, ‘fotoğrafça’dan çözmleriz. Fotoğrafı, dünyayı yaşamıyla, doğasıyla yeniden yorumlayacak ve anlamlandıracak yepyeni bir biçim dünyası olarak görüyorum.
‘Leke’ bir biçim öğesidir. Fotoğraf üzerine bitmeyen tartışma ‘Öz’ ve ‘Biçim’ olgusudur. Bunlar birbirinden asla kopmayan yapışık ikizlerdir.Elli yıllık fotoğraf serüvenimde, anlatımcı yaklaşımın yanında, biçime de çok önem verdim. Biçimin yapısının fotoğrafı zenginleştirdiğine inandım.”
Doğrusu, ömrünün ve kişiliğinin ayrılmaz parçası kıldığı fotoğrafla, fotoğrafça yaşadı sevgili Gülkekin Çizgen; ne mutlu ona da, bize de!

Cumhuriyet, 24 Aralık 2008.

10 Aralık 2008 Çarşamba

“BÖL VE YUT”

Sevgili Bânû Avar’ın, geçen Mayıs’ta, kâğıt üzerinde sözleşmesi sürerken, izlencesinin son bölümünü kurgularken küt diye işten atılışını anımsıyorsunuzdur sanırım. Aslında bu, Türkiye’de bağımsızlığı, onurlu duruşu savunan her kişi ve kuruma yöneltilen toptan saldırısının bir parçasıydı; daha Ergenekon denen o inanılmaz hukuk ve insanlık ayıbı başladığı gün, küresel harakiri’ye baş koymuş sersemlerin yurdumuzdaki bütün karşıçıkanları susturmaya kararlı oldukları belliydi. Bânû Avar da onlar arasındaydı, çünkü en çok izlenen belgesellerden birini hazırlıyordu; öyle demokrasi, çok seslilik gibi cicili sözlere bakmayın elbet.
Avar, TRT’deki son dizisinin “13 Ülkede Batı Projeleri” başlığını taşıyan bölümünde kullandığı metinleri, Remzi Kitabevi’nin bastığı Böl ve Yut’ta toplamış. Kitabın üst başlığı da çok tanıdık: “Batı’nın politikaları bugün de aynı”. Bakın ne diyor kitabın önsözünde:
“2007’nin birinci döneminde gittiğim 13 ülkenin hâl-i pürmelâli bu kitapta derledim.
İngilizlerin ‘böl ve hükmet’ olarak özetlediği sömürge kuralını kitaba ad olarak seçmiştim. Ama bir ağabeyimin önerisiyle ‘Böl ve Yut’ olarak değiştirdim. Sınırlar Arasında programanın son yolculuk notlarını kapsayan bu kitapta, Ortadoğu’da İngiliz eliyle yaratılan İsrail devletini; Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Afrika ve Uzak Asya’da kopyalama çalışmalarından örnekler sunulmaktadır. Batı emperyalizminin dünyanın çeşitli coğrafyalarında yer alan birçok ülkede ‘Böl ve Yut’ şablonunu nasıl uyguladığını anlatmaya çalıştım. Bu şalon ilk kez Ortadoğu’da İsrail devleti yaratılarak uygulandı.
Kitapta, bu 13 ülkede, benzer metotlar uygulanarak hakların nasıl birbirine kırdırıldığını, komşu devletlerin arasına nasıl kamalar sokulduğunu ve ‘amaca ulaşmak için’ değişmez bir yöntemin, ‘işbirlikçiler’ vasıtasıyla nasıl sahnelendiğini okuyacaksınız.
Emyeryalizmin baskısına başkaldıranları, boyun eğenlerle kıyaslayacaksınız. Gözyaşı ve kana bulanmış ülkelerde iç ve dış ‘bedhahların’ marifetlerinden örnekler bulacaksınız… Ve her ülkede sahneye konulan oyunların şifresinin yüzyıllardır ne kadar benzer olduğuna bir kez daha şaşacaksınız…
Batı’nın ‘Böl ve Yut’ oyunu aslında zayıf temeller üzerinde duruyor. Halkın örgütlü birliği Batı’nın oyununu bozuyor.
O yüzden bunca cefa, işkence, yalan ve kan!
Ama her şeye rağmen tarih, sahnelenen oyunun uzun vadede işe yaramadığını birçok örnekle anlatıyor… Durum, direnen halkların yeni destansı örneklerine şahit olacağımızı müjdeliyor…”
Kapağına sevgili Bânû Avar’ın ışıl ışıl bakışlarını yansıtan bir resminin konduğu kitap, bütün gerçekçi, belgeli yapıtlar gibi, çok karanlık, karamsar sayfalar, bölümler içerse de, coşkulu devrimcilere özgü evrenin yapısında varolan etkiye tepki kuralını eksiksiz bilen bir insanın somut umutlarını da taşıyor, yansıtıyor her zamanki gibi
Gerçi, bu yıl ön sarsıntılarını yaşadığımız anamalcı çöküş, elindeki kandırma araçlarıyla, günde 24 saat, bütün boyalı kanal ve gazetelerle çekilenlerin, çekileceklerin doğru olmadığını yaymayı sürdürse; batışını gizlemek üzere eskiyen Solgun Yüz’ün yerine, kandırıcı Çukulatı’yı geçirse de, asıl hastalık yerli yerinde duruyor: insanların gerçek gereksinmelerini karşılayacak doğal ürünler üretmeden; onların yalan dolanla değil gerçek somut bilgilerle donatılmalarını; herkesin koşulsuz eşit parasız sağlık güvencesine kavuşturulmasını sağlamadan; başka bir deyişle, anamalcı düzensizlik ve kıyımın yerine küresel dayanışma, yardımlaşma, sevgiyi paylaşma düzenini geçirmeye; bunun içinde en azından son bir iki yüzyıldan beri yaptığımız gibi sorumsuz bir savurganlık içinde çılgınca yaşamak yerine, kemer sıkmaya, sorumlu ve ölçülü davranmaya bütün dünyaca yemin etmeden en küçük bir düzelme umudu yok, olamaz da!
İnsanlığın yarın nasıl yaşaması gerektiğine, 2009’da onurlu Devrim’inin 50. Yılı’nı kutlayacak Küba ya da birer ikişer onun inançlı yoluna giren Güney Amerika ülkeleri canlı örnektir. İş işten geçmeden kavrayabilirsek…


Cumhuriyet, 10 Aralık 2008.