21 Mayıs 2003 Çarşamba

KĀZIM MİRŞAN YA DA EKİNSEL IRKÇILIK

Geçen yaz, Nilgün Şarman'ın uyarısıyla, 20 Temmuz akşamı, atv’de, Ceviz Kabuğu’nda tanımıştım Kâzım Mirşan’ı.
Türk Dilinin Kökeni’yle ilgili tartışma , 29 Haziran akşamı Halûk Tarcan’la başlamış, ertesi hafta sürmüş, ben ancak sonuncuya yetişebilmişim.
Ama o sonuncuda bile, karşısındaki okullu bilgiç’in (daha doğrusu okumuş bilgisizin) tüm çabalarına karşın, Sayın Mirşan’ın söylediklerinin önemini sezebilmiştim.
Şimdi elimizde, Ceviz Kabuğu yayınlarının bastığı o üç tartışmanın da metni var.
Halûk Tarcan’ın Kâzım Mirşan ’dan ödünç aldığı somut bilgilerle öne sürdüğü temel sav şu: Batılıların inatla, ısrarla öne sürdükleri, tersini kimseye söyletmedikleri sava göre, uygarlığın temeli olan yazı Mezopotamya’da, Sümerlerle başlamış; sonra bayrağı Yunanlılar almış.
Oysa, Tarcan, Ön-Türklerin tarihiyle ilgili çalışmalarının sonunda, yazıtlara dayanan belgeleriyle, Yunanlıların adının bile , Üst-Asya’dan gelmiş Ökerik adlı kavmin adının sıkışıp Grek ‘e dönüşmesiyle oluştuğunu savunuyor.
Mirşan, haklı olarak, yazı olmadan uygarlık olmaz, deyip, yeryüzünde resim ya da düşün yazısından abeceye ilk geçişin Orta Asya’da, Türklerde başladığını savunuyor; Türklerin başlıca beş bölgede: Issık Göl ve çevresinde, Sibirya’da Ulukent Havzası’nda,Ural Dağları’nın güneyinde, Şölgentaş Mağarası’nın dolayında, Doğu Anadolu’da, Erzurum yöresinde, son olarak da Güneybatı Fransa’da yaşadıklarını , üstelik yazılı kanatlarıyla, anıtlarla, kendisinin insanlık tarihinde ilk kez okuyup metne döktüğü belgelerle savunuyor.
İspanya’daki mağaralardan, İtalya’daki yazıtlardan, taşlardan tutun da, Mısır piramitlerine, çivi yazısına dek sayısız belgeden söz ediyor.
Öne sürülenlerin tersine, İtalya’ya Anadolu’dan göçmüş Etrüsklerin değil, Yunanlıların abeceye onlardan aldıklarını belgeleriyle, örnekleriyle kanıtlıyor. Ammaa! Türk halkının vergileriyle Amerika’da, Avrupa’da ya da buradaki yüksek okullarda okutulmuş, profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, hani şu kendimizi bildik bileli yinelenen ekinsel buyuruculuk (kültür emperyalizmi) altında yamyassı olduklarından, eğitim sandıkları bütün koşullanmalarını ırkçı, kıskanç, yasakçı Batı’ya borçlu olduklarından; ve daha da önemlisi, Mirşan’la Tarcan’’ın, haklı olarak sayısız yineledikleri gibi, yarım yamalak öğrendikleri, küçümsedikleri, utandıkları Anadolu Türkçesi’nin dışındaki öbür Türk dillerini, yazılarını bilmedikleri için, asıl kaynakları, belgeleri okuyamadıkları; yalancı Batı kaynaklarına tuksak kaldıkları için, söylenenlere sürekli karşı çıkıyor; bu iki sabırlı araştırmacıyla dalga geçiyor, inanacakları engellemeye çalışmışlar, çalışıyorlar.
Oysa Kâzım Mirşan, rastlantı ve gereklilik’in armağanıyla, Türkistan’ın İli Nehri üzerindeki Kulca kentinde dünyaya gelmiş; ilkokulu Çin’de okumuş; orta öğretime Türkiye’de başlamış, Almanya’da tamamlamış; orada başladığı mühendislik eğitimini Teknik Üniversite’de bitirmiş. Dolayısıyla Almanca, Rusça, Çince, İngilizce, okuyup anlayacak kadar Latince, Yunanca, İtalyanca’nın dışında, belli başlı bütün Türk dillerini biliyor.
Buna dayanarak, yeryüzündeki bütün abecelerin, Türk yazısından yola çıkarak türetildiğini öne sürüyor; Türkçe yazının Şölgentaş Mağarası’nda bulunan kaynaklarda, l6 000 yıl öncesine dek uzandığını; Erzurum’un Cunni Mağarası’nda bulunmuş olan, kendi gözüyle okuyup yazıya döktüğü yazıtlara göre, ünlü Mısır çivi yazısının bile, tam 7000 yıl önce, Anadolu’dan gitmiş olacağını savunuyor.
Üstünyetenek, olsa olsa, evrendeki ilişki ağını en az ipucuyla, hani şu can gözü adını verdiğimiz yetenekle sezip dile getirme olduğuna göre, o sıradışı varlığın, Mustafa Kemâl Atatürk’ün, elinin altında henüz Kâzım Mirşan yokken, şaşmaz biçimde saptadığı gibi Anadolu’da 7000 yıllık Türk varlığı da belgelenmiş oluyor.
Kitapta sayısız ayrıntısını bulacağınız bu kanıtlara ırkçı, sözün tam anlamıyla bağnaz, çıkarcı Batı’nın inanmasını boşuna beklemeyin.
Mirşan, Tarcan gibi sabırlı araştırmacılar aslında, Atatürk’ün ünlü: Türk, öğün, ÇALIŞ, güven öğüdüne sağlam bir temel kazandırmaya uğraşıyorlar; hem de somut belgelerle.
Irak Savaşı gözümüzü yeterince açmaya yetecek mi, hep birlikte göreceğiz, yaşayacağız.

Cumhuriyet, 21.5.2003

7 Mayıs 2003 Çarşamba

İDİL BİRET’İN YAKA PAÇA EMEKLİ EDİLİŞİ

Onlarca insanı öldüren mayfa babası havaalanına indiğinde törenle karşılanmış, ayağının altına kırmızı halı serilmişti.
İdil Biret’eyse, az daha, hemen orada acımasız bir tokat gibi açıklayacaklarmış yaka paça emekli edildiğini.
Güzeller güzeli, tertemiz, soylu sanatçım verdiği kısa demeçte: İyi ama, sanatçının emekliliği olmaz, Arthur Rubinstein, 96 yaşında sahneye çıkıp unutulmaz bir dinleti vermişti, demiş. Evet, öyleydi, ama o, şu demokrasi denen kandırmacanın yürürlükte olduğu, işlerin bu kadar keskinleşmediği dönemdi.
Aslında, gerek yurdumda, gerek dünyada, hâlâ eski kavramların, hukukun, adaletin, insan haklarının varolduğuna inanan, göz önündeki sayısız karşıt kanıta karşın, inatla, ısrarla inanmayı sürdürmek isteyenlerin uyanmaları gereken gün geldi çattı, geçti bile.
Bingöl’de, şimdi milletinin vekilliğine seçtiğimiz eski bir yüklenicinin – üstelik, geçmişte olduğu gibi, o işini de sürdürüyor olabilir, dolaylı ya da dolaysız – hiç sıkılmadan toplu gömütün başına gidebildiği bugün, birkaç saat sonra, hemen yakındaki bir ilde çekilmiş bir eğlencenin fotoğrafını gösterdi bu sabah gazetecim: en az gelmiş geçmiş ünlü siyasetçiler kadar acımasız bir soyguncu olan gazetenin sahibinin yönergesiyle basılmış resimde, birkaç bakan, sözümona toplumcu-demokrat bir belediye başkanı çalıp söyleyip oynuyorlar; eskiden masa üstünde kadın oynatırlardı, bu kez bir işadamını çıkarmışlar – oynatılan kızlar kadar çekici olmadıklarından, kimse adamı soymaya kalkmamış.
Yıkılan okulun yapımcısını hakkettiği biçimde sorguya çekip sıkıştıramayan halkın hedef olarak kendi içinden çıkmış halk çocuklarının oluşturduğu güvenlik güçlerine saldırdığı, araçlarını taşa tuttuğu, kırıp geçirdiği saatlarda, bu beyler, keyiften gevşemiş yüzlerle, oynayanın alnına dolar yapıştırıyormuş.
Ama kendimizi kandırmayı bırakalım: başka türlü olamaz, hiçbir zaman da olmadı. Eskiden gizliydi, şimdi göğüsler gere gere yapılıyor; kendilerini ilerici sananlar uyanmadıkça, azgınlaşarak sürecek.
Artık, zaten gerçek hukuka hiçbir zaman uydurulmamış, evrenin temel yasalarına göre biçimlendirilmemiş; hep bir sınıfın, bir kümenin, çok çok bir avuç insanın çıkarlarına göre düzenlenmiş biçimsel yasalara dayandırılmış bir oyunu kuralına göre oynamıyorlar diye yakınma zamanı bitti; kendi kabul ettiğin yasalara göre davran diye yalvarıp yakarmanın, dilencilik etmenin anlamı kalmadı.
Sokaklarda elini kolunu sallayarak, yumruk sıkarak, avaz avaz bağırarak yürümenin; ona buna çürük domates ya da yumurta atmanın en küçük yararı olmuyor.
Dünya halkları, kendi vergileriyle oluşturdukları silahlı güçlerini yeniden kendi temel, evrensel haklarını savunmaya razı edemedikleri; onların belirleyici gücüyle yeni, gerçek yasalar yazıp yürürlüğe koyamadıkça, her yerde bütün İdil Biret’ler yaka paça emekli edilecek; üç kuruşla yaşamaya çalışan yığınla emeklinin aylığından tutum paraları kesilecek; ilâçlarının daha ucuzlarıyla yetinmeleri dayatılacak; usunuza gelen gelmeyen bir sürü hokkabazlık bulunacaktır.
Gerçek türküseverler , sevgili Ruhi Su’nun unutulmaz yorumla Anadolu halkına anımsattığı bir şiir şöyle diyordu:
Nesini söyleyim cânım efendim?/Gayri düzen tutmaz telimiz bizim.
Sevgili insan kardeşlerim , o can, bam teline yeniden düzen verebilmeyi el birliğiyle başaramazsak, her gün, her olayda ağlayıp sızlamanın kimseye yararı olmayacak; silahlı savaş çeteleri hepimizi diledikleri gibi kandırıp soymayı sürdürecek.
Sevgili İdil’e de, senin emeğin, değerini bilenlerin gözünde, kulağında, sonsuza dek yaşayacak canım diyorum.