21 Ocak 2003 Salı

İLGİ ADALAN

İlgi’yi sanki, kendimi bildim bileli tanıyorum: hep yakışıklı, hep, ama hep güleryüzlü.
Oysa, Akademi’ye film izlemeye gittiğim, dolayısıyla örneğin Utku Varlık’ı, Mehmet Güleryüz’ü,Alaaddin Aksoy’u canlı olarak da tanıyıp arkadaşlık etmeye başladığımda, aralarında onun anısı, görüntüsü yok. Meğer, güzelim ana babasının inanılmaz bir sezgiyle seçtikleri ada uygun olarak o daha işin başında, resim eğitiminin yanına, yığınla ilgi’yi katmaya çoktan başlamış: Akademi Tiyatrosu’nda oynuyor.
Doğrusu, bu döneminden en küçük bir iz,anı yok belleğimde: çünkü film gösterilerinin dışında, bir de oyunlara gidecek ne zamanım var, ne de bunun için özel bir dürtü.
Gerçi güzel sanatların bütün türlerine ben de onun gibi küçük yaştan vurgunum; tiyatroya gitmeye de başlamışım; nitekim, Akademi Tiyatrosu’da, hatta belki Cep Tiyatrosu’nda değil, Arena Tiyatrosu’nda yollarımız çakışıyor
Arena Tiyatrosu’ndan belleğimde,ağzımda unutulmaz tatlar var; tiyatro eğitimimin temel taşlarından biri, belki birincisi bu yuva.
Ee, boşuna dememiş Demokritos: evrendeki her şey rastlantı(olasılık) ve gerekliliğin ürünüdür diye.
İlgi de benim gibi Atatürk’ün, cumhuriyetin, devrimlerinin değerini bilen, tadını çıkaran, onlara sahip çıkan bir felsefe öğretmeninin oğlu; dolayısıyla, 40’lı yılların gözde uğraşları mühendisliğe, hekimliğe değil de, sanata yönelmesine engel çıkarılmak şöyle dursun, yürekten destek buluyor.
Kusursuz, yakışıklı bir bedenle, tutacağı yola uygun zihinsel yeteneklerle doğmuş olmaya bu toplumsal talih de ekleniyor.
Yalnız tiyatroya değil, bütün sanat etkinliklerine vurgun ya; ellili yıllarda yurdumuzda, belki Halkevleri geleneğinin uzantısı olarak, yazınsal toplantı düzenleme çok yaygın, büyük ilgi görüyor. Adı üstünde, İlgi, bu etkinliğin dışında kalır mı, kalabilir mi? Dinçer Erimez’le birlikte güzel şiir okuma ödülü var.
İlgi’nin, ne mutlu ki bitip tükenmeyen yaşama enerjisi, coşkusu, tek bir etkinlikle, tek bir kurumla yetinebilir mi? Cep Tiyatrosu’nun yanına Talebe Federasyonu tiyatrosu da ekleniyor hemen; orada Tuncel Kurtiz’le, Şemsi İnkaya ‘yla tanışıp el ele veriyor; bu el eleliğin içinde, doğal ve kaçınılmaz olarak, hem de yine o günkü parasal konumlarına uygun, otobüsle buradan kalkıp Londra’da oyun oynamaya gidişleri var; aman Tanrım! Benim öteden beri her şeyin temeli saydığım YAŞAMA SANATI’nın ta kendisi, canlı örneği!
Daha öğrenciyken cep harçlığını, belki geçimini bile gelip geçici işlerle sağlamaya alıştığından, Akademi’yi bitirince, o yıllarda herkesi bekleyen yolu izlemeyi, orta öğretime öğretmen olmayı usundan bile geçirmez; bitip tükenmeyen ilgisiyle, zaten arada Eczacıbaşı’nın açtığı kısa süren seramik derslerine gitmişti; dönemin ilk seramik üretimliklerinden birine, Gorbon’a girer.
Ardından askerlik, Mersin’de Astsubay Hazırlama Okulu’nda resim öğretmenliği; Alev Ermiş’ in babası, asker kalmayı seçmiş ressam Kani Ermiş’le tanışma: olasılık gereklilik kozasını örmeyi sürdürüyor.
Nitekim, resim öğretmeni olmak istemese de, Fatih Koleji’nde tam beş yıl bu görevi üstlenmek zorunda kalıyor: yaşamı böylesine dolu dolu seven için o da kimbilir ne zengin bir deneyim olmuştur!
50’li, 60’lı yıllarda, şimdi ancak Kadıköy’deki küçücük yerine sığınmak zorunda kalan Baylan’ın Beyoğlu’nda geniş, derin bir yeri vardı; İstanbul’da sanatın bütün alanlarında etkinlikte bulunanlar ya da sanatseverler, Beyoğlu’daki öbür ünlü kahve ve pastaneler gibi, oraya sığınır , toplaşır, yaşardı. Benim çıraklığım da orada geçti, ama ne Arena Tiyatrosu’ndan, ne de Baylan’dan belirgin çizgilerle anımsıyorum İlgi’yi; demek ki ilgilerim henüz başka yerlere yönelikmiş.
Tiyatro sevdası bitiyor derken, kalıcı olarak seramiğe yöneliyor; yaşamın her alanına ilgi ve merak temel ilkesi olduğundan, toprağı pişirip boyamakta, biçimler tasarlamakta, doğal olarak, başka yorumcuların pek denemediği aramalara yöneliyor ve çarpıcı sonuçlar elde ediyor. İlk eşiyle Ümraniye’de bir seramik işliği açıp çalışmaya girişiyor; ancak artık demiryolları çöplüğe atılıp çok para getirecek araba yollarının yapımına geçilmiştir: işlik kazınıp atılıyor.
Neyse ki Eczacıbaşı Seramik var; Erdinç Bakla ve Güngör Güner’le yeni bir yolculuk, yeni bir serüven başlıyor.
Şöyle diyor oradaki çalışması konusunda: Eczacıbaşı’nı ben seçtim, ama endüstriyel tasarıma kendi çizgimi ve biçim anlayışımı getirerek çalıştım. Eczacıbaşı işletmesine girerek, ustalarla çalıştım. Endüstriyel malzemeyi kendi çizgim içinde geliştirmeye uğraştım. Bir bakıma Dada, ama tam o da değil...
Bu yaşama serüvenine, onun kadar çok yönlü bir sanatsever olarak, Arena yarı bilinçsiz, onu çevresinden ayırmadan katılışımdan sonra, sergilerde, başka sanatsal etkinliklerde, hem birey hem yorumcu olarak ayrımına vararak katıldığım yıllara geldik.
Hangi tekil ya da ortak sergisine gitsem, hangi sergi açılışında karşılaşsak, hangi etkinlikte buluşsak, yakışıklılığına eklenen deneyim çizgileriyle, aklarıyla, sevgi içinde olgunlaşmasına tanık oldum canım dostumun.
Doğrusu, Demokritos’un onu yoluma çıkarması, ömrüme katması besbelli ki kaçınılmazmış; ah! ne iyi böyle oldu!
Sevgili Nevzat Metin, önce eşiyle kendine, sonra bize verdiği armağanların arasına İlgi Adalan kitabını da kattı.
Yapıtın sözel yanını Ümit Gezgin; çizimsel tasarımıyla uygulayımsal yönetimini Adalet Bilgin üstlenmiş; fotoğrafları Erdal Aksoy’la Necdet Kaygın çekmiş; İngilizce’ye Suzan Mıhladız çevirmiş.
Keşke bu yazılar görüntülü de olabilseydi ve İlgiciğimin o soylu yaratılarından birinin imgesini şuraya koyabilseydim.
Seninle yoldaş olabilmek ne mutluluk canım!

14 Ocak 2003 Salı

BEJART’IN “FINDIKKIRAN”I

Baleseverler içinde Bejart’ı bilmeyen yoktur sanırım.
Fransız kanalı Mezzo iki hafta önce yine büyük bir armağan verdi, benzersiz Usta’nın iki yapıtını birden yayınladı.
İlki, Çaykovski’nin müziklerine dayanarak Marius Petitpas’nın tasarladığı ünlü Fındıkkıran’dı.
Bilirsiniz ister tanınmış bir yazınsal yapıtı sinemaya uyarlamaya kalkın, ister böyle ünlü bir baleyi yeniden tasarlayıp sahneye koymaya kalkın, ikinci yorumcunun en az birincisi kadar yetenekli olması gerekiyor; yoksa, sonuç tam bir düşkırıklığı, giderek sinir bozma oluyor.
Visconti’nin bu konuda akla gelebilecek en doyurucu örnekleri vermiş bir üstünyetenekti.
Bejart’ın balesi de en yetkin örneklerden biri olmuş.
Yaratıcı kafa, gerek müziğin, gerek öykünün ana çizgilerini saklamış, ama ayrıntıya kendi renklerini eklemiş.
Meğer Marius de Maurice gibi Marsilya’lıymış; Bejart, kendi bireysel öyküsünü Fındıkkıran aracılığıyla Marius’ünküne katmış.
Marsilyalı bir düşünürle, baledeki betimlemesiyle, melek gibi bir annenin çocuğu, daha küçük yaşta tiyatroya, canlandırmaya vurgun; bir sahne kuruyor, düşsel kişilere,kendisi oynayarak, serüvenler yaşatıyor.
İlk okuyup etkilendikleri arasında Goethe’nin Faust’undaki Mefisto var: tasarlayıp canlandırdığı Fındıkkıran’da, en yetenekli dansçılarından Gil Roman hem Marius, hem Mefisto.
Değişim, iç içe geçirme elbet bununla sınırlı kalmıyor; anımsayacaksınız, asıl balede öykü küçük bir kızın, prensesin üzerine kuruludur; buradaysa, küçük kız bir oğlana, Bejart’ı simgeleyen Bim’e dönüşmüş.
Bim, Maurice gibi dansçı, bale sanatçısı olmak istiyor; hocası, kılavuzu Marius-Maurice.
Noel gecesi kendisine getirilen armağan, fındık kıracağı, asıl balede sonradan yakışıklı bir erkek olacak bir yontu; buradaysa bir kadın, hem de çıplak bir yontu: Maurice’in güzeller güzeli annesinin ta kendisi.
Kucakta getirilen küçük yontu, az sonra, sahnenin bütününün kaplayan bir yontuya dönüşüyor; başta oğlu, bütün insanları kucaklamaya hazır kollarını açmış bekliyor; Bim birkaç kez yontunun kucağına tırmanıp yanağına ulaşmak öpmek istiyor, aşağı yuvarlanıyor.
Derken yontu olduğu yerde dönüyor, arkası açıp, içi ışıklı, çiçekli; oradan sülün gibi bir balerin çıkıyor – annesi – gelip Bim’i kucaklıyor, bir süre dansedip sonra kol kola ışıklı, çiçekli karna dönüyorlar: herkese vaat edilen CENNET bu besbelli: anamızın sıcacık karnı.
Arada tasarlanıp uygulanan klasikle çağdaş karışımı danslar her zamanki gibi soluk kesici.
Yola çıktığı örnekten tek bir dansı aslına uygun giysilerle, devinimlerle saklamış Bejart: başdansçı kızla oğlanın ikilisi. Ama ona da kendi damgasını vurmadan edememiş: özgün dansta dansçılar birer yontu gibi dururken, burada sevişen iki insan gibi birbirlerine bakıyor, gülümsüyorlar. Yaratıcılık ayrıntıda .
Bu tadına doyulmaz yapıtı, neyse ki, gerçek sanatseverler için, TRT iki bölüm halinde vermiş.
Bu şölenin ardından, l973 yılında,Milano’ya uzandık; Maurice o zaman 46 yaşında, Belçika’da yaşayıp çalışıyor.
Daha önce tanışıp yapıtlarına bayıldığı Pierre Boulez’in Ustasız Çekiç adlı yapıtını sahneye koyacak; yapıtı altı çalgı, bir şarkıcı seslendiriyor; onlar balede, altı erkek bir kız oluyorlar.
Dansçıların her biri ayrı bir ulustan;erkek dansçılardan biri vurguluyor, Bejart her dansçının kişiliğine dikkat eder, onu bastırmaya değil, tam tersine kendisinin bile o güne dek bilmediği yanlarıyla ortaya çıkarmaya çalışır.
Bu söz, benim Bejart yapıtlarına neden doyamadığımı çok yalın anlatıyor.
Belgeseli BBC çekmiş, yapıtın hazırlık dönemindeki çalışmalar görüntülenmiş, arada kazalar, terslikler,her yeni duruma çok kısa sürede uymalar.
Ölçülü,iyice tartılmış, yoğun şiirsel konuşmalarından birinde şu unutulmaz lafı etti:
İnsanoğlu, bütün etkinliklerinde, iletişimin ardında koşar; insanlarla, kendi kendisiyle, yapıtla, dahası göremediğimiz, ama varolduklarına kuşku bulunmayan acunsal güçlerle iletişim kurmaya çalışır; dolayısıyla, her yeni yapıt, bütün bu alanlarda bize yeni iletişimler kazandırır.
Görsel şölenler sözlerle anlatılamaz, biliyorsunuz: ben de size Ustasız Çekiç’i anlatamam.
Daha önce de bir kez yazmıştım, keşke şimdiki anlatım olanaklarıyla, keşke gazeteler görüntülü olsaydı ya da ben bunları bir televizyonda antatırken size bu yapıttan bölümler gösterebilseydim.
Adını saptayamadığım, daha l6 yaşındaki bir yedek dansçı kızın, baş balerinin kaza geçirmesinden sonra inanılmaz kadar kısa bir sürede onun yerini alışını, korkular içinde hazırlanmasını, kimbilir ne heyecanlar içinde ilk gece dans etmesini, salon alkışlarla inlerken, sevgili ustasınca kucaklanıp yanağının okşanmasını, duyduğu, inanamadığı cennet mutluluğunu gösterebilseydim.
O arada küçük, ama son derece önemli bir ayrıntı: Petitpas, Bejart ve Roland Petit’nin üçünün de Marsilya’lı oluşları; ve Maurice’in Londra’ya Marius’ün yaşayan son öğrencilerinden birinin yanında dansetmeye başlamazdan önce, dansa Petit’nin topluluğunda balaması.
Benim için, şu anda, çağdaş bale sanatının en yüce iki yorumcusu da, olasılık-gereklilik sonucu Akdeniz’li, Marsilya’lı.
Umarım ömürleri uzun, çok uzun olur.