27 Şubat 2008 Çarşamba

FİDEL CASTRO RUZ

İspanyolca bilenler anlıyor, Fidel’in soyadı Luz ( Işık) değil, ama 50 yıldır o ve güzelim halkı insanlık için gerçek bir ışık, okyanus ortasında yanıp sönen bir deniz feneri.
İnsan kardeşlerine en gerçek, en yararlı öğüdü, adında ermiş bulunan bir yazar. Exupéry vermişti: “özlediğin insanı önce kendinde oluşturmaya başla!”
Fidel ( bu da bağlı, sadık,sözünün eri demek), sonradan kendisine, halkına, giderek bütün Güney Amerika’ya baş kılavuzlardan biri yapacağı;” Sakın unutmayın, dünyanın bütün şanı ve şerefi bir mısır tanesini zor doldurur” diyen José Marti gibi, İspanyol asıllı, başka bir deyişle sömürgeci bir ulusun türevi. Ama burada sevgili Mustafa Kemâl’in büyüklüğü bir kez daha kanıtlanıyor: kökenin, doğduğu ulus, aile o kadar belirleyici değil yazgında; kalıtımla getirdiğin yeteneklere eğitimin bilincini eklersen, ilk adımda anlık sömürücü kazancının ne kadar geçici olduğunu görürsün; önemli olanın şu mavi gezegenin evrenin armağan ettiği dengeleriyle olabildiğince uzun süre böyle kalmasını sağlamak olduğunu anlarsın; o zaman ezenlerden sömürenlerden sıyrılıp ezilenlerin, emekçilerin, dünyayı koruyanların yanına geçer, bu uğurda canını da verirsin. Ve bu aşamada: NUMUTLU TÜRKÜM/KÜBALIYIM DİYENE, sancağın olur.
Bu aşama diyorum, çünkü burada da kalamazsın, bir sonraki bilinç evresine de ulaşman gerekir: sonsuz dirimsel enerji okyanusunda varlıklar kabaca ikiye ayrılmış; canlılar cansızlar. Sen canlıların bir üyesisin; dolayısıyla, ırk, ulus, oymak hiç önemli değildir; canlılardan yola çıkarak aslında başka bir tartım ve biçimde canlı olan cansızları da içine alan genel korumanın gönüllü neferi olmalısın; çünkü evrenin sonsuz yaşamı içinde sınırlı kalan varlığın bu neferliğe bağlıdır.
Fidel ve güzelim halkı, 500 yıllık sömürüden talandan sonra, bunu kusursuz görmüş ve seçimini yapmış; örneğin Sovyetler Birliği’nin uygulamaya çalıştığı, Batı ile, özellikle ABD ile yarışı temel alan devlet anamalcılığı’nı hiç sokmamış yurduna; hiçbir ülkeyi zorla toplumcu yapmaya kalkmamış. Onun yerine, gerektiğinde örneğin Angola’ya, daha başka yerlere bağımsızlık savaşında yardımcı olmak üzere, Amerikan askerleri gibi paralı değil, gönüllü birlikler göndenmiş; ama asıl önemlisi, insan kardeşlerini karanlıktan, hastalıktan kurtarmak üzere öğretmen, hekim birlikleri göndermiş, göndermeyi sürdürüyor dünyanın dört bir yanına. Estela Bravo’nun Fidel’ini ya da Rebeca Chavez’in Fidel’li Anlar’ını görebilmişseniz, dünyanın bütün ülkelerinde halkların onu nasıl coşkuyla alkışlayıp bağırlarına bastıklarına tanık olmuşsunuzdur.
Biliyorsunuz, ataerkil zorbalığın uzantısı anamalcı düzensizliğin temeli öncelikle kadınlarla çocukların köleliğidir; sevgili Fidel, 20 Yüzyılın en büyük düşünürlerinden Wilhelm Reich’ı okudu mu bilmem, ama uyguladığı tam onun istediğidir: önce kadını, anayı eldeki bütün olanaklarla güvence, güvenlik altına almış; sonra çocukları. Kendi deyişiyle, 1959’dan beri, hem dinsel hem siyasal masallardan arıtılmış bilimsel eğitimle 4 sağlam kuşak yetiştirmiş, yetiştirmeyi sürdürüyor. İkide bir soruyorlardı, “Peki, ya Fidel’den sonra?”; geçen iki yıl, %99’u anamalcılığın pençesinde inleyen dünyaya karşın, o 12 milyon insan taş gibi, çelik gibi yerinde. Üstelik ABD’nin oyunu bozuldu, ters tepki, Güney Amerika ülkeleri 30 yıl yüzüne bile bakmadıkları Küba’nın ardından insanca, adaletli düzene geçme savaşındalar, başta yiğit Hugo Chavez. Keşke Rusya ile Çin bu evrime dolu dolu katılıyor olsaydılar, insanlara boşu boşuna zaman, kan yitirtiyorlar.
Ama Fidel, “kadınların okutmayan ulus, erkeklerini düşünsel-duygusal yalnızlık cezasına çarptırır” diyen Atamız gibi, toplumun temel direği kadının önüne açmış; o kadar ki, bugün üniversite sınavlarında kızların önlenemez başarısını dizginlemek. Kızları %60’lı sınırlandırmak zorunda kalmışlar; bırakılsa, hepsini kazanacaklar.
Nitekim, bakanların dışında herkesin gönüllü çalıştığı Ulusal Meclis’te kadın temsilci oranı % 46.
Ve en can alıcı nokta, Küba’da, yokluk yoksunluk içinde, kesin ve tam eşitlik var, hem de güvenlik gücü zorlamasıyla değil, gönüllü: Fidel, karşılanan temel gereksinmelerin dışında, ayda 30 dolar harçlık alıyor, emekli bir hekim de 15.
Küba Anayası’sının Türkçe basımın tanıtmaya gelen Küba Büyükelçisi sevgili Ernesto Gomez Abascal, “Küba’da, askerler de içinde, kimseye AYRICALIK tanınmaz”, dedi geçen gün. Ardından ekledi: “ Ben burada elçiyim, yurdum savaşa girerse, albayım.”
Sevgili insan kardeşlerim, sömürgeci yalanlarına kanıp böyle tavşan gibi üreyemez; çılgınca dünyanızı ve kendinizi tüketemezsiniz; tek yol, Küba halkı gibi tutumlu, sorumlu, sevgi dolu, sevinçli yaşamaya geçmenizdir; yoksa arkamızdan öykümüzü yazacak canlı kalmayacak yeryüzünde!
bertanonaran@hotmail.com


Cumhuriyet. 27 Şubat 2008

13 Şubat 2008 Çarşamba

OSMAN PAMUKOĞLU

Türk okurlarıyla izleyicilerinin çoğu gibi, Sevil’le ben de Osman Pamukoğlu’nu ilk kitabı Unutulanların Dışında Yeni Bir Şey Yok. ile tanıdık Okuduk, sarsıldık, dostlarımıza aktardık Ardından bu kitapla ilgili olarak Ceviz Kabuğu’nu merakla izledik. Sonra zaman ve olaylar geçti üstümüzden. Derken Skytürk’te Serdar Akinan sıradışı bir iş başardı, Osman Pamukoğlu’nun Hakkâri Dağ ve Komanda Tugayı Komutanı iken giriştiği harekâtları anlatan “Kan Uykusu”nu çekip yayınladı. Bu program, kitaplarının yarattığı etkiyi iyice arttırdı elbet.
Ardından, ender de olsa kimi kanallarda söyleşileri yayınlanmaya başladı; gerçi bu söyleşilerde Sayın Pamukoğlu ile konuşanların çoğu, konuğun ve konunun önemini unutup kendilerini öne çıkarma hastalığından arınamasa da, konuşulanlar son derece çarpıcı ve önemliydi kuşkusuz.
Osman Pamukoğlu, daha ilk kitabının önsözünde: “Bugüne kadar tüm savaşlarda sadece ve sadece anneler kaybetmiştir. Başka hiç kimseye bir şey olmamıştır. Hiçbir sonuç, annenin mezara kadar devam edecek olan yüreğindeki ateşe derman olamaz. Acı çekmeyen ve çekenlerden haberi olmayan acıları dindirmenin yollarını aramaz, arasa da doğru şeklini bulamaz” diyordu.
Bu doğru saptamanın nedeni ne olabilir dersiniz? Neden savaşıyor insan denen memeli? Neden türdeşlerinin milyonlarcasını gözünü kırpmadan öldürebiliyor? Bunu da bir bilge Fransız çok yalın biçimde açıklamış:
“İnsanoğlunun bütün dillerde kullandığı iki temel edimden SAHİP OLMAK aslında yalnız bileşik zaman oluşturmaya yarar, çünkü canınız da içinde, hiçbir şeye SAHİP OLAMAZSINIZ; canlı varlık olarak size kalan VAROLMAK, YAŞAMAKTIR!”
Yumuşacık anaerkil düzenden ataerkil düzene geçeli, hele insanlar arasındaki eşitsizliği doruğa çıkaracak anamalcı düzensizliği yürürlüğe koyalı beri, insan adındaki memeli eşine sarılacak, yerine bırakacağı mutlu yavrular yetiştirecek, şu güzelim mavi gezegenin canlı cansız bütün varlıklarla birlikte tadını çıkaracak yerde, SAHİP=EGEMEN OLMA saplantısına kapıldı, bütün çılgınlık ve hızıyla sürüyor bu salgın.
Osman Pamukoğlu, bu amansız hastalığın uzantısı olarak, en az 500 yıldır tüm dünyanın başına bela kesilen, Anadolu’ya özellikle göz diken; daha başka insanların yanında, iki değerli araştırmacımızın, Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan’ın belgeleriyle kanıtladıkları olguyu, yeryüzünde yazı ve uygarlığın kökeninde Türklerin bulunduğunu unutup, unutturmaya çalışan Avrupalı ve Amerikalı sömürgeci saldırganların son 25 yıldır bağrımıza sapladıkları PKK hançerini bütün ayrıntılarıyla gözler önüne seren bir büyük yurtsever ve aydın.
30-40 000 Türk’ün, bilmem ne kadar Kürt’ün ölümüne neden olan ve yıllardır süren bu kirli savaşın nasıl sona erdirileceğini çok iyi biliyor; kuraldışı savaşın Mustafa Kemâl, Mao, Fidel Castro tarafından ustaca uygulanışını yakından tanıyor, dolayısıyla çözüm için öyle 300-500 000’lik değil, en çok 20 000 kişilik iyi eğitilmiş, kalıcı olarak bu savaşı yürütecek güce gereksinme olduğunu belirtiyor .
İliğimizi kemiğimizi emen, oluk oluk kan ve para akıtan bu savaşın son aşamasında, biliyorsunuz, sözümona üçlü çözüm evresindeyiz: ABD, Barzani-Talabani yönetimi ve Türkiye PKK’nın işini bitirecekler.

Osman Pamukloğlu, ülke koşullarını, bölgeyi, savaşın tüm ayrıntılarını açıkça görüp değerlendiren tutarlı, sorumlu bir yurtsever olarak şunu vurguluyor, : “PKK’nın barındığı dağlar, çok sıradışı bir oluşuma sahip; mağaralar, geçitler, vadiler öyle bir yapı oluşturmuş ki, böylesi dünyada en çok 10 yerde varsa, birisi burası. Dolayısıyla, bu bölgede mağaraların dışında bir bina, kamp, ev, baraka, depo yok; siz ABD’den milyonlarca dolara aldığınız bombalarla ancak dağları, taşları döversiniz. O yüzden, kendi halkınızı kandıran bu gösterişten vazgeçin, gerekeni yapıp işi bitirin.

Ama bu da öyle göz açıp kapayıncaya dek olmaz, olamaz; çünkü o mağaralara ve çevredeki vadilere 50 000 kişilik orduyla girseniz, içlerinde saklanan 5 000 PKK’lının ancak 2 500’ünü bulup yok edebilirsiniz.”
Aslında biliyorsunuz akıl için yol bir’dir; nitekim, geçende Kanaltürk’te bu kez bir sivil, bir tutumbilim(iktisat) uzmanı, Selim Somçağ sordu can alıcı ya da verici soruyu:
“Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi, sömürgeci Batı’nın bu amansız acımasız saldırısı karşısında , yurdumuzu ve Cumhuriyetimizi savunması gereken ulusal güçlerin, özellikle de TSK’nin suskunluğu güç toplamayı amaçlayan bir bekleyiş mi, yoksa tam bir teslim oluş mu?”

Osman Pamukoğlu bu yazgısal soruya yanıt arayıp , çok değerli önerilerde bulunan gerçek yurt-insanseverlerden biri ; hemen edinin ve okuyun tüm kitaplarını.




Cumhuriyet, 13 Şubat 2008.