21 Eylül 2005 Çarşamba

GEÇ KALMADAN UYANMAK

Önce, Turgut Özakman’ın tam zamanında hazırladığı Şu Çılgın Türkler’den kısa bir alıntı.
“ Yarbay Salih:’ Lloyd George bir açıklama yapmış’ diye homurdandı, ‘Sevr Antlaşmsı yırtıldığına göre, artık taraflara silah satmak serbesttir’ demiş. Şu hâlde Yunanlılara yeniden silah satmaya başlayacak bunlar.
Mustafa Kemâl Paşa’nın yüzü gerildi.
‘Bu sorun değil. Zaten Romanya ve İspanya üzerinden gizlice silah satıyorlardı. Sorun, Mr.Lloyd’un bin toptan daha tehlikeli olan anlayışı. Sevr Antlaşması’nın Yunanlılar açısından yırtılmış olduğunu söylemek istiyor. Anlaşılıyor ki Yunanlılara yeni ödüller verecek. Bizimse, bu rezil antlaşmanın bütünüyle yırtılması için dövüşmeyi sürdürmemiz ve tartışmasız üstün gelmemiz gerekiyor. Çünkü bu fraklı, rugan iskarpinli salon haydutları için hakkın önemi yok, ancak kanla ikna oluyorlar.”
Bu sözler, Mustafa Kemâl’in, TBMM’nden Başkomutanlık yetkisini alıp Sakarya Savaşı için hazırlık yaptığı günlerde söylenmiş. Önce Sakarya Savaşı, ardında Dumlupınar’da başlayan büyük saldırıyla Kurtuluş Savaşı kazanıldı.
Ama Lozan’a, ancak kanla aklı yatırılanlar’la görüşmeye gittiğimizde, bu kez başka bir rugan iskarpinli, Lord Curzon ne dedi İsmet Paşa’ya: görüşme masasında vermek zorunda kaldıklarımızı, bizden parasal yardım istemeye geldiğinizde, birer birer geri alacağız!
Ve ne yazık ki, Mustafa Kemâl Atatürk’ün ölümünden sonra, 2. Dünya Savaşı biter bitmez ABD’nin başını çektiği buyurucu, sömürücülere boyun eğen İnönü’nün başlattığı teslim oluşun son evrelerini yaşıyoruz: 82 yıllık Cumhuriyetimizin bütün birikimleri, kazanımları hem de yok pahasına bu şaşkın, gözü dönmüş, kendi canlarını da uçuruma sürüklediklerini hiç düşünmeyen gerçek çılgınlara satılıyor.
Dolara, Avrupa lirasına teslim olmamış birkaç sendika, birkaç oda canla başla direniyor; art arda bozma, yürütmeyi durdurma dâvâları açıyor, çoğu kez kazanıyor da; ama uşaklar ve efendileri yılar mı? döndürüp yeniden önümüze sürüyorlar baldırgan suyunu, hadi naz etmeyin, bir dikişte için, doğruca Cennet’e gideceksiniz, diyerek.
1919’lardaki anlayışlarında en küçük bir değişiklik yok, yalnız sözcüleri, gözcüleri, maşaları değişti. O gün Lordlar konuşuyordu hepsi adına, bugün başkanlar, başbakanlar, Papalar! Hep bir ağızdan bağırıyorlar: TÜRKLERE AVRUPAYI BIRAKIN, ANADOLU’DA DA YER YOKTUR,GELDİKLERİ YERE, ORTA ASYAYA DÖNSÜNLER!
Vahdettinlerin şimdiki kopyaları bütün ayakları da yalasalar, yarın gelip Ayasofya’nın önünde buradaki cüppeliyle birlikte Anadolu’ya gelmekle, İstanbul’u alıp o güzelim Bizans İmparatorluğu’na son vermekle ne bağışlanmaz bir günah işlediğimizi yüzümüze çarpacak Papa’nın da, kankardeşi Sığır Çobanı’nın da çatık kaşları gevşemeyecek.
Bunlar bilinenler, daha doğrusu bilinmesi, unutulmaması gerekenler; ama bu kez saldırı mayının, tüfeğin yanında asıl dolarla yürütüldüğünden; yeterince döneği satın aldıklarından, Ulusal Kanal’ın, ART’nin, Kanal Türk’ün dışında onları size anımsatan yok.
Güzeller güzeli Atamız’ın ulusun efendisi saydığı ¬– bana sorarsanız da, yaşamak istiyorsa, bütün dünyanın öncüsü, temeli olması gereken – köylümüz, çiftçimiz sokağa dökülmüş, Erdemir, Seydişehir, Telekom, Tüpraş için savaşan işçi kardeşleri gibi, aldığınız buyruklarla her şeyimizi tükettiniz, bir canımız kaldı, onu da açlıktan vermek üzereyiz! diye bağırmakta. Ama o haykırışların birinde bir örgüt önderinin de gösterip söylediği gibi, iletişim araçları yalnız televoleden söz ediyor!
Ve dünyamızın öbür köşesinden bir halk çocuğu, Chavez, hem de artık acıklı güldürüye dönmüş şu BM’ler kürsüsünden, yeter artık, bu örgüt gerçekten dünya uluslarını temsil edecekse, ABD’den çıksın, örneğin Güney Amerika’ya taşınsın! diyor. Beş dakikada sözünü kesmeye kalkışan başkana da: Bay Çalı 20 dakika konuştu, ben de o kadar konuşacağım! yanıtını verebiliyor.
Ülkemde hiç böyle biri kalmadı mı?
Cumhuriyet, 21.9.2005

7 Eylül 2005 Çarşamba

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN EVSİZLERİ”

Bu, yine sevgili Yılmaz Dikbaş’tan gelen bir yazının başlığı. Önce evsiz terimini tanımlıyor:
“Yaşayacağı bir konuta sahip olmadığı gibi, kiralık bir evi bile olmayan kişilere ‘evsiz’ denmektedir.Para getirecek herhangi bir işleri, herhangi bir gelir kaynakları olmayan bu insanlar ya geçici olarak yakın akrabalarının ve arkadaşlarının evlerinde, ya yardım kurumların işlettiği ‘sığınma evleri’nde kalmakta ya da sokaklarda yatmaktadır.
Her birey, en temel gereksinme olarak, insan gibi yaşayabileceği koşulları taşıyan bir ev ister. Kendisinin de olsa, kiralık da olsa, insanca yaşayacağı konuttan yoksun kişi, evsiz insan, toplumun dışına itilmiş demektir. Evsiz insan, en temel hakkından yoksun kişidir. İşi yoktur, toplumsal güvenceden yoksundur, sağlığını koruyamaz, çocuklarını besleyemez, okula gönderemez, sağlıklı büyümelerini sağlayamaz,yarına hazırlayamaz.
Evsiz insan,en temel hizmetlerden yararlanamaz. Elektrik, su, doğalgaz kullanamaz.Evsiz insanın belli bir adresi de yoktur”
Sonra soruyor sevgili Dikbaş:”Peki, yukarıda tanımladığımız evsiz insanlara ‘Aydınlanmış Avrupa’nın uygar ülkelerinde de rastlayabilir miyiz?”
Yanıt, kocaman bir EVET! AB’nin şimdilik 15 ülkesinde, “3 milyon kişinin belli bir adresi yok, yani evsizler!”
Şimdi,Avrupa Birliği’nin(?) seçkin, uygar, aydınlanmış, bütün insanlığı aydınlatan kimi üyelerinin nüfuslarını,kişi başına dolar olarak gelirlerini ve söylenmeye razı olunan evsiz sayılarını sıralayalım:
İngiltere: 60.441.457 /29.600 /100.000.
Almanya: 82.431.390 /28.700 /860.000.
İsveç: 58.103.033 / 28.400 / 8.440.
İtalya: 58.103.033 / 27.700 / 220.000.
Hollanda. 16.407.491 /29.500 / 40.000.
Danimarka: 4.432.335 / 32.200 / 11.000.
Fransa: 60.656.178 / 28.700 / 200.000’den fazla.
Polonya: 38.635.144 / 12.000 / 60.000.
Çek Cumhuriyeti: 10.241.138 / 16.800 / 70.000’e yakın.
Yunanistan: 19.668.354 / 21.300 / 17.000 (Bunun 11.000’i Atina’da).
İspanya: 43.341.462 / 23.300 / 273.000.
Ve sonraaaa, kendi yurttaşlarına ev, iş, aş vermeyen AB ülkeleri, inanılmaz bir insanseverlikle,Türkiye’deki kimi sözümona sivil toplum örgütlerine, belediyelere, kişilere para yağdırıyor. Ee, o paraları alanlar da borçlu mu kalacak? Kendi yurtlarını, insanlarını silip en yılmaz AB savunucusu kesiliyorlar.
Haydi hep birlikte Cehenneme!
Yılmaz Dikbaş, Avrupa Birliği’nde Engelliler(Özürlüler) başlıklı yazısında da bile bile yaratılan, sürdürülen bu Cehennem’in başka bir yanına değiniyor:
Dünya Sağlık Örgütü kestirimlerine göre, bugün yeryüzünde 500-800.000.000 bedensel-zihinsel özürlü insan bulunmakta;bunun 580’i yoksul ülkelerde, kalan %20’si de varsıllarda yaşamakta.
Aynı Örgüt’ün saptamasına göre, özürlülerin %82’si yoksulluk sınırının altında yaşamaya çalışmaktadır.
Dikbaş, haklı olarak soruyor:20 milyon işsizini, 37 milyon özürlüsünü, sokaklarda sürünen 3 milyon evsizini, ortada bıraktığı yaşlılarını toplumdan dışlamış AB, hangi yüce amaçlarla Türkiye’ye 1. 100.000.000 Avrupa lirası bağışlıyor? Fener Balat’taki 200 evin onarılması için, karşılıksız, 3.800.000 Avrupa lirası yolluyor acaba?
Oynanan oyun çok açık; bütün sorun, Anadolu halkının, her şeye karşın satılmamış bir avuç uyarıcının sesini iş işten geçmeden duyup ayağa kalkıp kalkamayacağında; yumruğunu sıkıp bu aşağılık sömürücülerle onların yerli ortaklarının tepesine indirip indirimeyeceğinde.
Cumhuriyet, 7 Eylül 2005

24 Ağustos 2005 Çarşamba

ZEYTİNİN TERİ”

Bu yaşanmış olayı bana sevgili dostum Tomris Sarhan duyurdu. Dr. Mehmet Uhri, eş ve kızıyla Güney’e giderken, her bilinçli yurttaş gibi, arabasını bakımdan geçirtmiş; bu işlemin sonunda her şeyi yerli yerinde olması gereken araba, Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde su kaynatmış.Günlerden Pazar, bütün bakım-onarımcılar kapalı, sıkıntılı koşuşmalardan sonra Hüseyin Amca’yı bulmuşlar; küçük bir çantayla gelmiş; önce hekim gibi, sorunu, ardından çalıştırıp arabayı dinlemiş, “motorun soğutma dizgesinde sorun yok” demiş. Derken, “ buldum galiba”, diye haykırmış:” her şey olağan gözüküyor, ama yine de su kaynatıyorsa, su eksiliyor demektir. Büyük olasılıkla kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. Bu durumda döşemelerin ıslar olmalı.”
Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı onarım kuruluşunun bulamadığı sorun böylece kısa sürede çözmüş. Borcu sorulduğunda, arabanın camındaki simgeye bakıp hekim olup olmadığını sormuş; sonra alıp eve eşine bakmaya götürmüş doktoru. Hanımında yaşlanmanın ve yaşdönümünün getirdiği olağan sıkıntılara ilâç yazılmış; ardından, doğal olarak çay.
Mehmet Bey, kızının bir şey kırıp dökmesine engel olmak için ardından gidince, odanın birinin baştan başa kitap dolu olduğunu görmüş. Meğer Hüseyin Amca emekli öğretmenmiş, Ege köylerinde 39 yıl çalıştıktan sonra emekli olup oraya yerleşmiş; çocuklar okuyup büyük kente göçünce, hanımıyla başbaşa kalmış.
“Peki Hüseyin Amca, neden buraya yerleştin?
- Ben okuma yazmayı, yaşamı burada öğrendim.Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe Köy Enstitüsü’nü ilk bitirenlerdenim. Hasan Ali Yücel eğitim bakanıyken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben yaşamı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.
- Peki bu onarımcılık nereden çıktı?
- Dedim ya, siz bilemezsiniz Köy Enstitüsü çıkışlı olmanın ne demek olduğunu: onlar o günlerin sıradan okulları sanırsınız.Oysa bu okullarda bu toprağın çocuklarına okuma-yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, yapı kurmayı, yemek yapmayı, bozulanı onarmayı, dahası azıcık hekimlik bile öğretirlerdi. Böylece bizler yaşamı öğrendik, öğretmen olup çocuklara öğrettik.
- Kısacası elinizden çok iş geliyor.
- Köy Enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi,düşünmeyi, soru sormayı, aklımızı kullanmayı öğretiyorlardı. İşte bu yüzden yaşatmadılar ya...”
O arada çay hazırlanmış, ekmek, peynir, zeytin gelmiş önlerine.Hüseyin Amca, emekli olduktan sonra zeytin yetiştirmeye başlamış. Ve anlatmış:
“Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışız, kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Sonunda da ona benzemişiz.
- Nasıl yani?
- İnsan da doğanın bir meyvesi değil mi?( Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa tuttu.) Doğduğunda zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıyor, posasından da sabun yapıyoruz.Yana boşa harcanıyor. Bir bölümünü sofralık ayırıyor, selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını,buruşup bu hâle gelmesini sağlıyoruz.Ya da salamura yapıp tatlandırıyor, şişirip gösterişli kılıyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup yaşama hazırladığımızı sanıyoruz, ya şişiriyor, ya da buruşturup atıyoruz.
- Sizin köy enstitülerinde aynı şey yapılmıyor muydu? (Hanımıyla bakışıp gülüştüler.)
- Hurma zeytini bilir misin?
- Bilmem, hiç duymadım.
-Ege’nin kimi yörelerinde olur.Ağaç aynı ağaçtır, ama her yıl Kasım ayı sonuna doğru denizden karaya esen yelle zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini alıp acısını giderir. Zeytinler dalında olgunlaşır;anlayacağın, toplandığında, yenmeye hazırdır.
- Eee?
- Köy Enstitüleri de böleydi. Dalında olgunlaşan zeytin gibi, insanları doğdukları yerde yetiştirmeye, elde ettikleri bilgileri başkalarına aktarmalarını sağlamayı amaçlıyordu. İnsanı doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı. Yaşama hazırlıyordu.
Bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini anımsatmak için buradayım doktorcum, bütün bunlar unutulsun istemiyorum.”
Sonunda, kitaplığından aldığı iki kitabı kızıma armağan etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp uğurladılar bizi.
Zavallı insan kardeşlerimiz! Dünyayı asalak ordusundan kurtaracak, yerküreye uygarlık getirecek bu okulları bile bile kapattırdılar; oysa insanlığın beklediği TEMEL DEVRİM’di onlar.
Bakalım mamutların yanını boylamadan yeniden kavuşabilecek miyiz?


Cumhuriyet,24.8.2005

10 Ağustos 2005 Çarşamba

YILMAZ DİKBAŞ

Yılmaz Dikbaş’ı bana kentdaşı Hicran Karabudak tanıttı, bir yazısını yollayarak.
Hicran da Yılmaz gibi gölgesiz kuşkusuz, inançlı bir ilerici; CUMOK’un yanında birkaç örgütte daha kullanıyor enerjisini, zamanını, giderek cep harçlığını.
Dikbaş, adıyla yüzde yüz uyumlu bir dünya yurttaşı: başı dik mi dik, bilinci açık mı açık, inancı kaya gibi; belli ki iyi İngilizce biliyor; durmadan çalışıyor, düşünüyor, oluşturduğu bileşimleri en yalın ve çarpıcı anlatımla yazılara döküyor; sonra yararlanabileceğini umduklarına gönderiyor.Ayrıca iletişim ağındaki sitesi herkese açık: www.kalinka.com.tr
Ondan bir yazı geldi mi, yüzlerce kitap okumuş gibi oluyorum; şimdiye dek gönderdiklerinden kimisini kısaca anayım.
AB Hapisanesi adlı yazısında, yakından bilenlerin çok iyi akıl erdirdikleri bir çarkı anlatıyordu: eski sömürgeciliğin yerine bu allı pullu zokayı takmış olan AB’nin ilk kurucu üyeleri, elbet ağaları ABD ile el ele, yeni üyeleri, adayları soyup soğana çevirmek üzere nasıl bir dümen döndürüyorlar?
Avrupa Birliği Kaçakçılık,Rüşvet ve Sahtekârlık Batağında başlıklı yazısında, Doğu Perinçek’in, hani şu beylik halkerki teriminin yerine geçirdiği çeteerki’ne uygun olarak, eski başkanların, başbakanların, banka yöneticilerinin, kamu temsilcilerinin üstelik bizim gibi ikinci ülkeleri değil, kendi yurttaşlarını, canlarını dişlerine takarak ödedikleri vergilerini nasıl yürüttüklerini anlatıyordu: yılda tam 5 milyar dolarlık bir yağma!
Buna bağlı olarak, küresel özelleştirme-güzellişterme sonucu, her yerde devlet yatırımdan, iş alanı açmaktan kaçtığı için, çığ gibi büyüyen her alandaki işsizlere hızla katılmakta olan Avrupalı işsiz doktorları ele almıştı Avrupa’nın İşsiz Doktorları’nda.
Şimdi ancak Dikbaş gibi gerçekten bilinçli olanların ayrımına vardıkları yüzlerce yıllık uyutmanın sonucu olarak, bilirsiniz, şöyle bir söylence işlemiştir hepimizin bütün beyin gözelerine: burada aksayan her şey uygar Avrupa’da, Amerika’da tıkır tıkır işler.
En iyi niyetli insanlarımızın bile dilinde bir deyiş daha vardır: Aydınlanmış Avrupa.
Dikbaş’ın sivri iğnesi bu balonu da deliyor Fransız Medyası ve Silah Üreticileri başlıklı tadına doyulmaz yazıda.
Bizdekinden daha önce, daha amansızca nasıl bütün gazeteler, dergiler, televizyonlar, kısacası bütün iletişim-bilişim araçları, yayınevleri Dassault ve Legardère ailelerinin tekeline geçmiş! Bu ortamda artık özgür basından, eleştiriden, emekçilerin hakkından söz edilebilir mi? edilir elbet, Erol Manisalı’nın güzelim benzetmesiyle, kazana atılmış, suları yavaş yavaş ısıtılan kurbanları uyutmak üzere ninni diye söylenir.
Yukarıda çeteerki dedik ya, alın size bir kanıt da komşumuz Yunanistan’dan, hem de Mart 2005’te yeni seçilen Kostas Karamanlis’in ağzından: “Ülkeyi Beş Pezevenk Yönetti!”
Üstelik bunu yapanlar halkın önüne bir toplumcuyuz, eşitlikçiyiz, toplumsal adaleti getireceğiz diye çıkanlar! Her yerdeki gibi.
Dikbaş’ın bütün taşlardan daha değerli yazıları sürüp gidiyor. Son olarak Ç.A.’nın Eşekliği’ne değineyim.
Bir zamanlar benim de oy verdiğim, 76 yaşında, artık salyalarını toplayamayan bir amca var; genç bir gazeteci kıza:”Köşe yazarı diye bir müessese yoktur dünyada!” buyurmuş. Hem de kendisi şunca yıldır hiç hak etmediği köşe’lerde insanlarını uyuturken.
Dikbaş durur mu, hemen en ünlü İngiliz gazetelerini taramış, The Guardian’daki, The Independent’taki, Observer’daki, Financial Times’daki, The Mail’deki köşe yazarlarını dökmüş. Boşuna! İnsan onurunu ayaklar almışsa, bütün tükürükleri yağmur sayar!
Bu seçkin yaratık’la ilgili bir anı vardı Hıfzı Topuz’un Parisli Yıllar’ında: bir gün, Paris’in orta yerinde, durduk yerde: Ben ortaklaşmacıyım! diye bağırmış; hınzır Hıfzı durur mu? Aman yavaş ol, şuradakiler sivil polis, deyince, amcamız aynı sesle düzeltmiş:Şaka yaptım canım.
Sözün kısası, kazanımızdaki suyun dört bir yandan ısıtıldığı günlerde uyanık kalmak, yurdumuzda köle durumuna düşmemek istiyorsanız, Yılmaz Dikbaş’a koşun, güzelim yazılarını okuyun, okutun!
10.8.2005, Cumhuriyet

3 Ağustos 2005 Çarşamba

DOĞU’NUN ONURU

19.Yüzyıl sonlarında Galiçya’da Musa’ya inanan Reich ailesinin Wilhelm adında bir oğulları oldu; ee, bütün o soydan gelenler dünyanın başına bela olanlara benzemeyecek elbet: Wilhelm iki ünlü soydaşının, Marx’la Freud’un izinden gitti, öğretilerini benimsedi, dahası acunsal enerjinin bu iki asal açıklamasını birleştirdi, insanların canını yakan iki konuda, cinsellikle, siyasette kalıcı yasaları aradı, buldu, kâğıda döktü.
Sonunda insanların yeryüzündeki mutluluğunu üç temel direğe dayandırdı: sevmek-sevişmek, çalışmak-üretmek, ve bu ikisini sağlıklı yürütebilmek için, doğru bilgiler edinmek.
Bu denklemin kurulmasını engelleyen insanlara siyaset satıcısı adını verdi, önce kendilerinin yakalanıp sonra bütün dünyaya bulaştırdıkları hastalığa da duygusal veba dedi;acı yazgıya bakın, sonunda o vebalılar bir tutukevinde canını aldılar.
Albert Camus’nün Veba adlı romanını, ondan esinlenerek yazdığı Sıkıyönetim adlı oyununu okudunuz, gördünüz mü bilmem? Veba gelir, ortalığı kırıp geçirmeye başlar; derken canı alınacaklardan biri, Diego, bir kadını sever, ölüme kafa tutar, kanlı oyun bozulur.
Son zamanlarda art arda basılan araştırmaların açıkça ortaya koyduğu üzere, 10 Kasım 1938’den bu yana amansızca, acımasızca üstümüze gelenler egemenliğimizin bütün dayanaklarını birer birer elimizden alırken vebalı siyasetçiler karşı çıkmak şöyle dursun, işbirliği içindeler.
Ama işte ülkemde de bir Diego, Doğu Perinçek ortaya atıldı; kendisi gibi kefene seve seve sarınmış yurtsever insanlara seslendi; el ele, can cana verdiler, bize onurumuzu, özgürlüğümüzü kazandıran Antlaşma’nın 82. yıldönümünde, imzanın atıldığı kente gittiler; dünyanın vebalıları ellerindeki uydu kamutaylardan birbiri ardından Türkler Ermenilerin Soyunu Kırmıştır kararları çıkartırken, önce tekil olarak, açılan soruşturma üzerine de 1000 kişi bir ağızdan: Ermeni Soykırımı Tarihsel Bir Yalandır! diye haykırdılar.
Gelmiş geçmiş bütün zorba salaklar gibi etkiye tepki yasasından habersiz savcı- yazgının oyununa bakın: adı da, kendi dilende Avcı imiş!- doğru bilginin zırhını kuşanmış Doğu Perinçek’e altın tepside inanılmaz bir armağan sundu: insan hakkı, hukuk guguk diye hepimizin başına bela olanlara, hem de kendi Anayasalarıyla, unutulmaz bir insanlık=uygarlık dersi verme fırsatı.
Yabancı gazete ve televizyonları göremedim, ama bizimkileri yeterince izledim: ulusal onurlarını, yaşama haklarını üç kuruşa satmış olanlar bile Lozan’ın orta yerinde ayağa kalkıp ciğerlerinin olanca gücüyle: YALAN SÖYLÜYORSUNUZ diye haykıran Atatürk çocuklarını anmak zorunda kaldılar.
Doğu Perinçek ve buradan giden 260 yürekli insanla dünyanın dört bir yanından, üstelik şundan bundan dolar dilenmeden koşup gelenler çok uzun bir aradan sonra bize insan gibi düşünüp davranma hazzını tattırdılar.
Üstelik, Kocatepe’de bozguna uğrattığı zavallı, şaşkın saldırganların ölüleriyle kendi şehitlerimize bakıp: insanlık şu görünüm karşısında utanç duymalıdır! diyen Yüce Önder’i sevinçten uçuracak biçimde, yüzyıllardır bu edepsiz sömürüyü sürdürenlere de; onların elinde oyuncak olanlara da çıkış yolunu gösteren 8 maddelik bir öneride bulundular. Başka bir yerde okuyup dinleyemediyseniz, Aydınlık’ın 31 Temmuz tarihli sayısını alın ya da İşçi Partisi’nin web sitesine girip okuyun, yazıp saklayın, aydınlanabileceklere okutun.
“Hitler’in gerçekleştirdiği kıyımı yadsımıyorum. Amerikalıların bir zamanlar Kızılderililere, bugün Irak halkına uyguladıkları kıyımı da yadsımıyorum. Ermenilere kıymış olsaydık, buna karşı, İsviçre Kamutay’ından çok daha önce, ilk sırada ben tutum takınırdım!”
Böyle demiş sevgili Perinçek savcıya; ne güzel böyle bir dünya yurttaşının çağdaşı olmak!

Cumhuriyet. 3.8.2005

6 Mayıs 2005 Cuma

LOZAN 2005

Mustafa Kemal Atatürk’ün Lozan Andlaşması konusundaki değerlendirmesini Özer Ozankaya’nın Cumhuriyet Çınarı’ndan aktarayım:
“Bu andlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşması’yla tamamlandığı sanılmış büyük bir yoketme eylemenin çökertilişini yansıtan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal utkunun ürünüdür.”
Andlaşma’nın imzasından topu topu bir ay sonra, 30 Ağustos 1923’te de şunları söylemiş Atamız:
“Türk ulusunun burada elde ettiği yengi kadar kesin sonuç veren ve yalnız bizimkine değil, dünya tarihine de yeni bir yön vermekte bu kadar etkili olan başka bir meydan savaşı anımsamıyorum.
Efendiler, bu çok büyük yenginin türlü etkilerinin üstünde, en önemli ve yücesi, Türk ulusunun kayıtsız koşulsuz egemenliğini eline almış olmasıdır.Ulusumuzun yüzyıldan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların baskı ve zorbalığı altında ne kadar ezildiğini, onların açgözlülüğünü doyurmak için ne büyük yıkım ve yitiklere katlandığını düşünürsek, egemenliğe kavuşmasının bütün yüceliği ve önemi gözümüzün önünde belirir.
Saraylarında Türk’ten başkasına dayanarak saltanat süren, düşmanla birleşerek Anadolu’nun, Türklüğün karşısında eylemlere girişen bu çürümüş gölge adamların Türk yurdundan kovulması, düşmanın denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir devrim olmuştur.
Efendiler, yurdumuz artık bayındırlık istiyor, varsıllık ve gönenç istiyor. Bilim, beceri, yüksek uygarlık, özgür düşünce, özgür düşünüp davranma istiyor. Dünyada bir ulusun varlığı, değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, o güne dek ortaya koyduğu ve ilerde koyacağı uygarlık yapıtlarıyla orantılıdır.
“Uygarlık yapıtı ortaya koyma yeteneğinden yoksun toplumlar, sonunda özgürlük ve bağımsızlıklarını yitirirler. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, yaşamın temel koşuludur.
Her alanda yükselip yetkinleşmye yatkın ulusumuzun toplumsal ve düşünsel devrimlerini kösteklemeye kalkışanlar ve çıkaracakları engeller kesinlikle yok edilmelidir.”
Lozan Andlaşması’nın 82. yıldönümünde, sürüp sürmeyeceği belli olmayan, ama bizi, Erol Manisalı’nın yerinde deyişiyle Bekleme Odasında İğfal Etmeye yemin etmiş olan AB masalı uğruna Cumhuriyet Devrimi’nin bütün birikimlerinin açık eksiltmeye çıkarıldığı günlerde, gerçek yurtseverler yine güzel bir girişim başlattılar.
Anımsayacaksınız, “Ermeni soykırımı düpedüz bir kandırmacadır” diyen Türk Tarih Kurumu Başkanı’mız için tutuklama buyruğu çıkaran İsviçre’ye, hem de Lozan Andlaşması’nın imzalandığı yapının kapısına gidip bir açıklama yapmıştı Doğu Perinçek. Bu kez, İşçi Partisi’nin önayak olmasıyla, Ertuğrul Kazancı,Semih Koray, Ferit İlsever, Yavuz Dedegil, Hasan Kemahlı, Ethem Kayalı, Uçkun Geray, Ali Mercan kafa kafaya vermiş, 22-23-24 Temmuz günlerinde İsviçre’ye uçup ilkin Zürih’te bir kapalı salon toplantısı düzenlemeye, ardından Lozan’a geçip Andlaşma’nın imzalandığı yapının önünde bir basın açıklaması, ardından kapalı salonda bir toplantı yapmaya karar vermişler.
Girişime Sayın Ahmet Necdet Sezer, Rauf Denktaş ve Süleyman Demirel destek vermişler.
Ayrıca, adları buraya sığmayacak 200’ü aşkın onurlu insan, Atamıza, Türk ulusuna yakışır bir davranışla, 21. Yüzyıl’da, insan ortak paydası’nı yele verip hâlâ hepimizin kanını emmeye çalışanların karşısına dikilmeye and içmişler.
Hadi gelin güzeller güzeli Atamızla birlikte haykıralım:
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE, DİYEBİLENE!

27 Nisan 2005 Çarşamba

“UYGARLIK TASARIMI”

Metin Aydoğan’’ın Mustafa Kemâl ve Kurtuluş Savaşı’nın ardından, sağolsun, Özer Ozankaya da Cem Yayınevi’nin bastığı kitabını yolladı: CUMHURİYET ÇINARI:Mustafa Kemâl’i ‘Atatürk’ Yapan Uygarlık Tasarımı.
Aydoğan’la aynı kaynaklardan yola çıkan Ozankaya elbet benzer sonuçlara varmış, Ulu Önder ve gerçekleştirdiği Devrim konusunda.. Ve çok yerinde bir saptamayla bunun sıradan bir dönüşüm olmadığını, yok edilmek istenen Türk ulusunun yanında, daha da önemlisi, bütün insanları, dünyamızı kurtarma girişimi, atılımı olduğunu gözler önüne sermiş.
Fransızların da, bütün öbür ulusların da tıpkı Atatürk gibi değerini bilemediği Henri Laborit: uygarlığın yeniden tanımlanmasının zamanı geldi,derdi.
Bakın Kurtuluş Savaşı’nı yengiyle bitiren 30 Ağustos’un hemen ardından ne diyor bütün insanlığın Ata’sı:
“Bugün eriştiğimiz nokta, gerçek kurtuluş noktası değildir,...Kurtuluş, toplumdaki hastalığı ortaya çıkarıp iyileştirmekle elde edilir.
Bir toplumun hastalığı ne olabilir? Ulusu ulus yapan, aydınlatıp ilerleten güçler vardır:Düşünce güçleri ve toplumsal güçler...Düşünceler anlamsız, mantıksız, uydurmalarla dolu olursa , o düşünceler hastalıklıdır. Bunun gibi toplumsal yaşam da mantıktan yoksun, yararsız ve zararlı birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa, kötürüm olur.
Ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında, düşünsel eğitiminde kılavuzumuz bilim ve uygulayım(teknik) olacaktır. Bilim ve uygulayım için hiçbir kısıtlama, koşul-koyma yoktur. Hiçbir mantıksal kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, görüşlerin korunmasında direten ulusların ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz.
Yurdumuzu üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı dize getiren başarının sırrı nerededir biliyor musunuz? Orduların yönetiminde bilim ve uygulayım ilkelerini önder edinmemizdir.”
Ve gerek Anadolu’daki insanların, gerek bütün dünyadaki canlı cansız tüm varlıkların canına gereken değeri verdiği için, gerçek uygarlığa götürecek yolun DÜNYADA VE YURTTA BARIŞ olduğunu çok iyi görmüş, ömrü boyunca bunun gereğini yerine getirmiş.
Yurttaşlarını binlerce yılın karalığından kurtarmak üzere bildiğiniz devrimlere girişmiş, yazıyı, yasaları, tarımı, işleyimi, kısacası bütün toplumsal yaşamı tepeden tırnağa değiştirmek üzere gereken adımları atmış. Bunun uzantısı olarak, yeryüzünü dolduran milyarlarca insanın kendilerine yetecek şeyleri üretmeden asalak gibi yaşamasını önlemek; ayrıca üretilenin bir avuç sülüğün elinde toplanmasına daha baştan set çekebilmek üzere, eğitim içinde üretimi, KÖY ENSTİTÜLERİ’ni oluşturacak taşları döşemiş.
Ama zavallı Amerikalı, Avrupalı insan kardeşlerimiz, başlarındaki kör-sevgisiz önderlerin ardına takılmış, bu güzelim atılımları destekleyip geliştirecek yerde yeniden üstümüze çullanmışlar, hâlâ sırtımızdalar.
Yararlandıklarını öne sürdükleri bilim de, din kitapları da, insanın ölümlü olduğunu yineleyip durur; boşuna. Hiç ölmeyecekmiş gibi saldırırlar dünya nimetlerine, paraya, bir türlü somut olarak tadamadıkları erk’e. Şu mucize gezegende, canlarının bırakın insan kardeşlerini, göze görünmeyen küçük varlıklara bile bağlı bulunduğunu unutur, dünyayı cehenneme çevirirler.
Bunca yıldır okuyup öğrenmeye çalışıyorum; insanlık tarihinde, boş kavramların ardında koşmayan, gelmiş geçmiş bütün gerçek bilgeler gibi, yalnız kendi yurttaşlarını değil, bütün insanlığı, dolayısıyla benzersiz mavi gezegenimizi kollayıp korumaya canını adamış başka önder göremedim.
Ne mutlu bana Atatürk’ün torunuyum! Kimsenin toprağında, doğal kaynaklarında gözüm yok;hiçbir ülkeye bomba yağdırmıyorum; dolar dağıtıp hükümet düşürmüyor, insanları birbirine kırdırmıyorum. Kısacası, Ata’nın istediği gerçek uygar insan benim.
Öbür insan kardeşlerimiz de bunu göremezlerse, mamutlar gibi, ardımızdan tarihimizi yazacak kimse kalmayacak.

Cumhuriyet,27 Nisan 2005

13 Nisan 2005 Çarşamba

DENKTAŞ’A SELAM

Mikrokozmos’u, görmüş müydünüz? O güzelim belgeseli hazırlayanlar, mantık gereği, bu kez işin özünü, oluşumu ele almışlar: Yaratılış, Büyük Sır.
Gerçi “yaratılış” diye çevirmişler, ama sözcüğün aslı oluşum: nereden geldiğini bilemediğimiz – araya sakalllıları sokup açıklamayı sürdürdüğümüz – kara delik’te saklı acunsal enerji günün birinde kılıfını kırıp uçsuz bucaksız evrene yayılmaya, genleşmeye başlamış. O arada kendi çevresinde de sürekli dönüyor; bu kesintisiz devinim sırasında, zamanın bir noktasında, göze görünmeyen enerji yoğunlaşıp ilk bulutsuları, ardından yıldızları, gökadaları, ve elbet Samonyolu’nu oluşturuyor. Sonra güneş dizgesi, yerküre; ve bize göre uzunca bir evrimin sonunda, bu yuvarlak gezegen üzerinde su, hava, bitkiler, denizler, denizde ilk tekgözeliler.
Filmin yaratıcıları, çok yerinde bir kararla, görüntüleri dillendirme işini Afrikalı bir bilge-ozan’a vermişler; belki biliyorsunuz, atamız şempanze ya da bonobo, bugünkü Habeşistan’da, göller yöresinde yerin yarılıp bir dizi püskürük dağ oluşturmasından, Hindistan’dan esen bereket kaynağı Musonların kesilmesinden sonra, iç kesimde, ağaçlardan inip hem yiyecek bulmak, hem de öbür yırtıcılara karşı canlarını korumak üzere iki ayak üstünde koşmaya başlamış.
Kara bilge, önündeki bir tas suda oluşumu, evrimi özetlerken, iki sabun köpüğü yarattı; sabun köpükleri, dönmelerini sürdürürken birbirlerine doğru gidip kaynaştılar: sevi, başka bir deyişle, memelilere özgü çiftleşme doğmuştu.
1+1=3 denkleminden sonra, canlı varlığın varlığını sürdürebilmesi, beslenme, barınma, üreme işlevlerine bağlanmış; bunun içinse, yaşadığı alanın işaretlenmesi, sonra korunması gerek; o zaman hem dişiler, hem besinler ve barınaklar için kavga boy göstermiş.
Ancak, bu özetlediklerimiz varlıkların ilksel dönemleri için geçerli olsa da, insan için, hele hele tarımı, artı-ürünü bulduktan sonra yürürlükten kalkmalıydı; ama öyle olmadı, olamadı biliyorsunuz:Avrupa’da yaşayan kimi açgözlüler, yaşadıkları yerlerden binlerce kilometre ötedeki ülkelere, kaynaklara göz diktiler; o gözler hâlâ dikili.
Denktaş, tıpkı Atatürk gibi, gelip geçici birer sabun ya da enerji köpüğü olduğumuzu çok iyi biliyor: er geç acunsal yaşam enerji okyanusuna geri dönüp eriyeceğiz.
Ama bunu hiç duymamış, ya da kazara duyduysa çoktan unutmuş kimi çılgınlar, yerküredeki okyanusları aşıp yaşama alanına, olanaklarına el koymaya gelmişler; üstelik bu işi son derece allı pullu sözlerle, düzmece ilke ve ülkülerle yapıyor, yapmak istiyorlar.
Soylunun soylusu Denktaş haklı olarak çığlık atıyor: şu daracık yaşama alanını, yalnız insan için geçerli bağımsızlığımı, egemenliğimi elimden almayın!
Binlerce yılın sömürüsüyle yozlaşmış öbür sabun köpükleri nereden geldiklerini, nereye döneceklerini unutmamış olsalardı, bütün birimlerin, görünen görünmeyen bütün öğeciklerin sımsıkı birbirine bağlı ve bağımlı olduğu evrende bağımsızlık, egemenlik terimlerine gerek kalmayacaktı ; ama kendileri için bunu en kör bencillikle isteyenler, canlı cansız bütün öbür varlıklara bu hakkı tanımaya yanaşmıyor bir türlü.
Belgeselde bir daha vurgulandı: canlı varlık, canını sürdürebilmek için, gerektiğinde kendi türdeşini bile yutuyor. Ama bir daha anımsatıyorum: beslenmek, barınmak, üremek için artık bu ilkel yöntemlere gereksinmesi kalmayan insanın bu yamyamlığı sürdürmesi, aslında DAYANIŞMA’yı da ilkeleri arasında bulunduran evrensel mantığa uyuyor mu?
Böyle yapamayacağımızı gösteren çok uyarı var: ozon katmanını deliyor, havakürereyi ısıtıyor, buzulları eritiyoruz; kısa bir süre sonra, birçok ada, ülke, kent haritadan silinecek.
Sayın Rauf Dektaş bütün bunları eksiksiz biliyor; dolayısıyla çığlığı yalnız Kuzey Kıbrıs Türkleri için değil, insanlık için, canlı cansız bütün varlıklar, şu güzelim Mavi Gezegen için.
Beni gözyaşlarım, alkışlarım da, onurlu yaşam savaşçısı Rauf Denktaş için.



Cumhuriyet, 13 Nisan 2005

30 Mart 2005 Çarşamba

“MUSTAFA KEMAL VE KURTULUŞ SAVAŞI”

Hintliler, özlerinin evrenin küçük bir parçası, benzeri olduğunu bildikleri eski çağlarda: “İnsan üreme örgeniyle değil, beyniyle sevişir” demişler. Aslında bu, bilineni yinelemekten başka bir şey değil, çünkü insan denen canlı varlık bütün etkinlikleri, işlevleri beyniyle, sinir dizgesiyle yürütüyor; bunlar durunca, bitkiden beter oluyor.
Metin Aydoğan’ın mimarlık eğitimi görmüş beyni eldeki bilgileri, verileri toplayıp onlardan yeni köprüler, yapılar kurmayı kusursuz beceriyor; daha önceki yapıtlarındaki gibi Ülkeye adanmış bir yaşam: Mustafa Kemâl ve Kurtuluş Savaşı’nda da son derece tutarlı, çarpıcı bireşimlere varmış.
İşe, çok yerinde bir kararla kitaba 1683’teki Viyana kuşatmasıyla başlıyor; çünkü oradaki başarısızlık, üç anakaraya yayılan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe geçiş sürecini başlatıyor. Osmanlı ordusunun Viyana’daki yenilgisine dek, Avrupa’da herkes Türkleri yenilmez bir askeri güç sayıyor.
Çöküşün evrelerini, arada yaşananları, kimin nasıl bir tutum takındığını en ince ayrıntılarıyla saptamış Aydoğan. Bu süreçte, gerçek bir yurtsever olan Mustafa Kemâl de başkaları gibi düşünüyor, çıkış yolları arıyor; kitapta bulacağınız dolapların sonunda Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’na sokuluyor; bugünkü gibi, dünyayı, üzerindeki işlenmemiş kaynakları, her türlü zenginliği ellerine geçirmek isteyenler İstanbul’u, Boğazları da almak üzere Çanakkale önlerine geliyorlar.
O dönemde İngiliz deniz güçlerinin başında bulunan Churchil, Türkler için: “eli ayağı tutmaz, meteliksiz, kolayca yutulacak bir ulus” der. Atatürk’ün beyniyse başka bir şey düşünüp uygulamaya çoktan karar vermiştir; başkomutanlığını bir Alman’ın, yardımcılığınıysa şaşkın bir Türk’ün yaptığı cephede gönüllü olarak görev alır. Gerisini biliyorsunuz.
Estirilen Metal Fırtına’yla okurların, çevirttirilen Gelibolu’yla izleyicilerin beyinlerinin yıkandığı günlerde gelin bu savaşın nasıl kazanıldığını yalan söylemeyen belgelerden bir daha okuyalım:
“İstanbul’un kilidi Çanakkale Boğazı, Çanakkale Boğazı’nın kilidiyse Conkbayırı’ydı; burayı ele geçiren, İstanbul’u da ele geçirecekti. Bu nedenle, Conkbayırı Tepesi’ni ne pahasına olursa olsun elinde tutmalı, korumalıydı. Bir elinde o yörenin haritası, bir elinde pusula, yanındaki iki yüz askerin başında ileri atıldı.Dik yamacı o denli hızlı tırmanıyordu ki, askerler arkasından zor yetişiyordu.Tepeye ulaştığında yanında ‘bir avuç’ asker kalmıştı.Bunları hemen düzene soktu ve ileri atılıp düşmana saldırmalarını buyurdu. 57. Alay’ın taburları, ‘soluk soluğa’ tepeye geldikçe onları da saldırıya katıyordu. Bir top bataryası geldiğinde, öyle ivecen davranıyordu ki, ‘tekerleklere sarılarak askere yardım ediyor, topları ateş edecek duruma getiriyordu.”
Görüldüğü gibi, bütün öbürleri gibi, Kurtuluş Savaşı’mız da dünyadaki sömürgen beyinlerle Atatürk’ün önce yurdunu, sonra ayırımsız bütün insanları, canlı varlıkları bilinçlmi olarak seven, sevebilen beyni arasında geçmiş.
Bu beyin, savaşın ve yaşamın her aşamasında, az sonra, bir ay, bir yıl, on yıl sonra atacağı adımı bilmektedir; Büyük Saldırı’yı başlatmazdan önce, Ankara’da kendisine: Paşam, ya başaramazsanız? diyene yanıtı şöyle: “Saldırı buyruğuna aldığınızda hesaplayın, on beşinci gün İzmir’deyiz.”
Ankara’ya dönünceyse, o gece birlikte olduğu arkadaşlarına:”İzmir’e on dört günde vardık.Bir gün yanıldım, ama kusur bende değil, Yunanlılarda” diyecektir.
“Ulusun yaşamı tehlikeye girmedikçe savaş cinayettir” diyebilen bu bilge, Dumlupınar’da, 30 Ağustos’un yıldönümünde gençlere şöyle seslenecektir:
“...Yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler, çok şeyler düşünmüşler, ancak bir şeyi düşünmemişlerdir. Türkiye’yi düşünmemişlerdir. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk yurdunun uğradığı zararları ancak tek bir şeyle giderebiliriz: Türkiye’de, Türk’ten başka bir şey düşünmeyerek. Bunca acıya katlanıp yıkımlara uğradıktan sonra Türk artık öğrenmiştir ki, bu yurdu yeniden kurmak ve orada mutlu, özgür yaşabilmek için egemenliği hiç elden bırakmamak; çocuklarını Cumhuriyet bayrağa altında örgütlü ve bilinçli yetiştirmek gerekir.”
Bugün, can gözünü kapatmış Amerikalı ve Avrupalılar, kendi kurtuluşlarının bile Atatürk’ün gösterdiği yolda olduğunu hiç göremiyorlar ne yazık ki; bizim başımızdaysa böyle bir beyin, böyle bir istenç yok.
Bakalım bu tehlikeli satranç bize ve dünyaya kaça patlayacak, hepimizi nereye götürecek.
Metin Aydoğan’a sonsuz teşekkür.


Cumhuriyet, 30 Mart 2005

16 Mart 2005 Çarşamba

SAİM BUGAY

Bilim Sanat Galerisi, AKM’de, Saim Bugay’ın Hayvanlar ve Eşşekoğlueşşekler sergisini açtı; bir de kitabını bastı.
Salonun üst bölümünde maymun,baykuş fil, kaplumbağa gibi bir dizi hayvan en sevimli, en sevecen biçimleriyle oturuyor;alt bölümü, bir uçtan öbürüne, aslında en az onlar kadar sevimli eşecikler dolduruyor. Evet, hem varlık olarak kendileri sevimli, hem de yontuları.
Peki neden Saim bu güzel gözlü şirin hayvanları burada küfür gibi anmış acaba? Öfkesi, kendini bütün o hayvan kardeşlerinden üstün gören, ama onların akıllarından bile geçmeyecek aşağılık işler yapan tüysüz maymun kardeşlerine, insanlara; ama bugün ne yazık ki kimseye insanoğluinsan diyerek hıncımızı alamıyoruz.
Sergiyi gidip görmeniz gerekiyor.
Kitaba gelince, Bilim Sanat’ın ya da başka yayıncıların bastıkları bu tür kitapların tersine, benim gözümde, benzersiz: çünkü sevgili Cengiz Bektaş, en doğru yöntemi seçmiş, oturup sayfalar dolusu bilgiçlik taslayacağına, Saim’i konuşturmuş.
Burada da en güzeli kitabı alıp okumanızdır elbet.
Ben, olsa olsa, birkaç kısa alıntı yapabileceğim.
“Daha ortaokuldayken, ben çalışmayı seviyorum, fizik olarak çalışmayı. İlkokulu bitirdim,komşumuz vardı, tenekeci Mehmet Efendi derlerdi,Boşnak’tı, ona gittim dedim ki:’Mehmet Amca beni çırak al.’ ‘Saraçoğlu Evleri’nin yapımında çalışıyordu.Okumuştu..Tenekeci dediysem, yağmur olukları, iniş boruları, baca etekleri her şey yapıyordu...Bana o kadar çok yararı oldu ki Cengiz....
Paris’te ondan öğrendiklerimin çok yararı oldu...Beni Devlet gönderdi güya Paris’e...Malzeme parası yok. 13. Bölge yıkılıyor. Ben iki tekerlekli araba bulup oradan çinkoları topladım... Hava gazında eritiyordum, suya döküyordum. Hani kurşun dökmek var ya onun gibi. Onları birleştiriyordum, heykeller yaptım onunla. Ankara’da, Mehmet İlalan ustadan öğrendim işte...Ben şimdi bakır yapıyorum ya, bakırı da ondan öğrendim. Ertesi yıl, ikinci yıl, gene onun yanında çalıştım, kendi isteğimle. O zaman da şimdiki Meclis’in damını bakırla kaplıyordu Mehmet Usta...
Çok iyi ustaydı. Ondan öğrendiğim bakır bilgilerini uyguluyorum hâlâ...Bakır nasıl kesiliyor, nasıl tavlanıyor, nasıl bükülüyor.”
“Evde yapıyorum. Evin balkonunda...Bir de bir büst yaptım.Birisine âşık oldum. Onun büstünü yaptım. O mu değil mi belli değil...O zaman anladım ki teknik meknik hiçbir şey bilmiyorum.
Bir de, şimdi aklıma geliyor bak,Sami Tandır diye Devlet Demiryolları’nda müfettiş falan bir adam vardı.Ayrılmış, tahta heykel yapıyor.Onunla tanıştım...Galatasaray’da işliği vardı...Ona da çıraklık yaptım. Ona da gittim geldim. Tahtayı çok güzel kullanıyordu.”
“Çok çiziyordum...Bir kere çizip de:’Bu oldu’ demiyordum. Hâlâ öyleyim. Çizdiğimi geliştiririm... Çizime oldu diyemem.Giderim dolaşırım, gelir gene bakarım. Sakatlıklar bulurum, değiştiririm...”
“Kavramların heykelinin ya da resminin yapılmasından yanayım. Kavram, herhangi bir kavram,benim senin beğeneceğin, seçeceğin bir kavramı biçimleştirebiliyorsam, o zaman galiba sanat yapmış oluyorum.
“Konuşulup duruyor şimdi, böyle yeni yeni lâflar ediliyor, ‘Devrim olur mu sanatta, olmaz mı?’ Olmaz olur mu? daniskası olur, olması gerekir. Devrim yoksa, yapamamışsan, o zaman sanat olmuyor ki, zanaat o.”
Gördüğünüz gibi, neyi, nasıl yapacağını iyi düşünmüş, kendini sürekli yetiştiren bir yorumcuyla karşı karşıyayız; toplumsal düzen vermese de, gerekli düşünsel-bilgisel-uygulayımsal altyapıyı kendi kendine bulabilmiş, yeteneğine eklemiş bir talihli.
Ve bu noktada, yurdumun bir an bulup yele verdiği, verdirilen deneyimi, Köy Enstitüleri olanca önemiyle gündeme geliyor: Neden Saim’ler çinkoyu, bakırı, tahtayı böyle elyordamıyla, rastlantısal olarak sağdan soldan öğrensinler? Okullarımız, hangi dalda olursa olsun, kuramla kılgıyı, hem de Usta-çırak ilişkisi içinde, hepimize eksiksiz öğretmeli.
Ee, bunun içinse, ilkin, dünyayı etkileyen, çekip çeviren insanları “ölümden para kazanmayı bırakıp, yaşamdan, yaşatmaktan mutlu olmaya” razı etmek gerekiyor; olur mu dersiniz?
Bilmiyorum; olamazsa, yeryüzünde insana gerek de kalmaz.
Bu eşsiz sergi ve kitap için önce Saim Bugay’a, sonra Nevzat Metin’le Cengiz Bektaş’a gönülden teşekkür.



Cumhuriyet, 16 Mart 2005

2 Mart 2005 Çarşamba

NERMİ UYGUR

Nermi Bey’i, doğal olarak, Memet Fuat’ın De Yayınevi’nde, Yeni Dergi’de tanıdım, 1964’ten sonra; o denemeler yazıyor, ben de hazırlanan Özel Sayı’ya göre yazılar çeviriyor ya da kitaplar aktarıyordum.
O Usta bense çırak durumundaydık; dolayısıyla tanışıklığımız arkadaşlığa dönüşemedi. Yıllarca birbirimizi yazılardan, kitaplardan izledik.
Sonra bir ara İstanbul Üniversitesi Yazın Fakültesi’ndeki Felsefe Bölümü’ne görmeye gittim onu; sanırım o sırada Wilhelm Reich’ı çeviriyordum; gördüm ki, daha adını duyar duymaz üzerinde ayrıntılı konuşacak kadar tanıyor bu öncü düşünür-bilimadamını.
Sonra yakınlaşma dönemi başladı, telefonlaşmaya, evcek görüşmeye başladık;ve bu ne mutlu ki, ölümüne dek kesintisiz sürdü.
Türkiye’deki ve dünyadaki öbür düşünür-yazarların tersine, ne kafasının içi karman çormandı, ne de saçı başı dağınık:her zaman pırıl pırıl tertemizdi; çoğunlukla kahverenginin çeşitlemeleriyle son derece uyumlu giyinirdi; ayağında yürümeye elverişli yumuşacık pabuçlar.
Ve yine yerleşik kalıbın tersine, en küçük bir karamsarlığı yoktu; tersine yaşama sevinci’nin canlı örneğiydi: doğa karşısında, hayvanlar,bitkiler, insanlar karşısında bitip tükenmeyen bir coşkuyla doluydu.
Bunun uzantısı olarak sözün gerçek anlamında bir yaşama sanatı ustası’ydı; ortaklaşa sevip saydığımız Molière’in öğüdü uyarınca, yalnız yemeyi değil, öğrenmeyi, düşünmeyi, üretmeyi yaşamak için, bir sanat yapıtı gibi yaşamak için yapardı.
Sanırım emekli olurken aldığı toplu parayla hemen güzel bir televizyon ve video almış, bir de çanak koydurmuştu; dolayısıyla Fransızların TV 5’ini görebiliyordu. O dönemde bu kanal gerçek bir ekin kanalıydı; her hafta gerçek bir bilgi dağarı olan Ekin Çorbası’nı birlikte içer, ya izlence sürerken ya da hemen ertesi sabah: “Bertancııım, gördün mü yine neler konuşuldu!” diye telefona sarılırdı.
1955’ten beri sanat-yazın ortamındayım; bütün sanat dallarını eşit oranda seven, bunların etkinliklerine koşan çok az okur-yazar gördüm; Nermi Bey bunun ender örneklerindendi: Tavernier’nin filmlerini, Maurice Béjart’ın ya da Roland Petit’nin balelerini bizim kadar büyük sevinçle tadardı.
Olasılık-gereklilik ikilisi, Wilhelm Reich’tan sonra François Jacob’un, Henri Laborit’nin yapıtlarını çevirmeme olanak sağladı;bunları aktarırken de, bitip basıldıktan sonra da önce telefonda, sonra yüz yüze nasıl büyük sevinçlerle karşılardı bu somut bilgilerin Türkçesize kazandırılmasını!
1999’da emekli olduğumda, kimse bir şey ısmarlamayınca, Henri Laborit’nin başyapıtı sayılabilecek Davranışların Öyküsü’nü çevirmeye karar vermiştim; buna yine çocuklar gibi sevindi. O, Latince-Yunanca öğretilmiş son kuşaktandı; bunların yanına Almanca, Fransızca ve İngilizce’yi de katmıştı. Dolayısıyla, ele aldığım kitaplardaki Latince-Yunanca terim ve deyimleri açıp ona sorardım;biliyorsa hemen, yoksa kitaplığındaki benzersiz sözlükleri, bir zamanlar tuttuğu notları karıştırarak kısa bir süre sonra yanıtlardı.
Davranışların Öyküsü’nden bir örek de ona getirtme talihimiz olmuştu; ilerledikçe haber verirdim şu sayfadayım diye, o da sevinç çığlıkları atardı.
Ne yazık ki bu yapıtı bastıracak yayınevi bulamadık; hoş bulsak da, artık yurdumuzda da, dünyada da o güzelim bilgileri paylaşacak insan kalmadı: küresel yozlaşma ve yağma hepimizi can derdine düşürdü.
Talihin bize armağan ettiği bu güzel insanı Yapı Kredi’nin kusursuz bastığı yapıtlarında bulursunuz kolayca; onlar arasından Tadı Damağımda’daki şu şiiriyle bitireyim yazımı:
Sevişme

Sen bana ben sana bir değdik mi/Aralanır kapak/Kapak üst dudak/İkili tek-yaşantı ötesi.
Beni içine almışken/Canım senin/Senin içindeyken/Canımsın benim.



Cumhuriyet, 2 Mart 2005

21 Şubat 2005 Pazartesi

ANTİK SERGİLERİ

Tevfik İhtiyar, 2004’ü çarpıcı bir sergiyle bitirdi: Nedim Günsür.
Her zamanki gibi, gerek özel derlemelerden, gerek müzeden yararlanarak sevgili Nedim Günsür’ün her dönemden belli başlı yapıtlarını bir araya getirmişti.
Elbet bir de katalog basmış;başında Turgay Gönenç’i ustaya yazdığı şiir,ardından Nilgün Yüksel, Bilge Aydoğan, Yücel Sönmez ve Tevfik arasında bir söyleşi;en sonunda da Emine Günsür’le yapılmış “Bir Ressamla Yaşamak” adlı konuşma var.
Emine Hanım, bir bakıma benim de tanık olduğum resim serüvenimizi özetliyor o konuşmada; 54-78 arasında, bir ressamla bir öğretmen, ayakta kalabilmek, resmi sürdürebilmek için ne çileler çekmiş, ne çarelere başvurmuşlar! Ben bu ustalardan ikisini, Mehmet Pesen’le Hulusi Sarptürk’ü Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciyken tanıma talihine erdim;daha sonra belki onların aracılığıyla, belki gezmeye başladığım galeriler arasındaki Cumalı’da Nedim Bey’i de canlı olarak tanıdım; ama elbet resmin zor satılışıyla, dahası hemen hiç satılmayışıyla ilgili sorunları ancak Cihat Burak’ı tanıyıp yakın dostu olduktan sonra ayrıntılı öğrenebildim.
Andıklarımın hepsi soylu, onurlu insanlardı, resmin satılmayışıyla ilgili en küçük bir yakınmalarını işitmedim; satıldığı dönem gelince de davranışlarında en küçük bir değişme, bir şişinme, böbürlenme olmadı; bu hastalık 1980’den sonra, bütün öbür virüslerle birlikte bulaştı Türk toplumuna ve onun böyyük sanatçılarına.
Sergiyi gezerken de, kataloğa bakarken de, bir şey gözden kaçmıyor: çok ender birkaç kişinin dışında, bütün öbür yorumcular gibi, Nedim Günsür de adaların modaların etkisinde kalmış bir süre;o dönemde yaptığı resimler elbette sıradan, öykündüğü Batılı ustalar onların çok daha gerçeklerini yapmışlar. Ama sonra yavaş yavaş kendine güveni gelmiş, kişiliğini, anlatımını, izleklerini bulmuş, onlar üzerinde çalışmış, ve şimdi artık Türk resim tarihine giren yapıtlarını sıralamış.
Bu tuzağa düşmeyen ender insanlardan biri sevgili Cihat Burak’tı: başından sonuna, kendisi; Picasso ile Rembrandt’ı resmin Himalayaları sayar; Bonnard’ı çok severdi;ama tek bir resminde, tek bir çizgisinde onların damgasını göremezdiniz.
Tevfik daha sonra AKM’de iki dostumun sergisini açtı: Şenol Yorozlu ile Yavuz Tanyeli.
Yavuz’un oğlu Can’ın uyuşturucuya kurban verilişinden yola çıkmış iki yorumcumuz da; Şenol arayışlarına: “Beyaz Yazı ve Yolculuk” adını vermiş, Yavuz’sa: “İyilik ve Kötülük Üzerine.”
Bu iki duyarlı, dürüst insan, tüketim toplumunun, daha doğrusu tüketim uğruna bir avuç aç gözlünün, aç beyinlinin bütün dünyaya, insan kardeşlerine zorla yaşattıklarını derinlemesine duyumsuyor; bu uğurda çevrilen bütün dolapları biliyorlar; ama şimdilik herkes, hepimiz gibi elleri kolları bağlı: canlı cansız doğanın, çevrenin, varlıkların, o arada elbette insanların ölümünden para kazanmaktan başka ereği olmayanları durduracak, etkisiz hâle getirecek güçleri yok.
Biri çığlıklarını akıp giden simge ırmaklarına, öbürü karanın sarının kızılın en koyusuna dökmüş; duyabilenin yüreğini paralamak üzere.
Kıyasladığında, sevgili Nedim Günsür’ün geçinebilmek, boya bez fırça alabilmek için bebek boyaması bunların yanında armağan gibi kalıyor.
Fransız düşünür bilimadamı Henri Laborit boşuna demiyordu uygarlığın yeniden tanımlanmasının zamanı geldi, diye; geldi ne demek, gözümün içine baka baka, canlarımızı ala ala GEÇİYOR!


Cumhuriyet, 21 Şubat 2005

16 Şubat 2005 Çarşamba

MELİH ÖZUYSAL

Melih’i Garanti Bankası’nın şimdi abidik gubidike teslim edilen Beyoğlu Galerisi’nde 2000 yılında açtığı sergide tanıdım;o sergiyi de bu okulsuz torpilsiz ressama Doğuş Holding’te çalışan, resimlerini görür görmez değerini anlayan, hemen birini satın alan, sonra da en yakınıymış gibi sahip çıkan Şenay Yücel sağlamış.
Sonra AB rüzgâr esti Beyoğlu’nda, büyük banka galerileri birer birer ya kapandı ya saçmalığa teslim edildi;iş, kapanmasaydılar da bir daha Melih’e fırsat tanımazlardı sanırım.
Arada, bir bankanın Beylerbeyi şubesinde küçük bir sergi açtı,kim kime dum duma elbet.
Geçen yıl Ortaköy’de Belediye’nin Kültür Merkezi’nde açtığı sergi en kapsamlısı, en doyurucusuydu;oradan bizim eve de bir resmi düştü,şimdi yemek yerken hep karşımızda.
Destekçisi şakşakçısı olmadığından kendi göbeğini kendi kesiyor; şimdiye dek gerçekleştirdiği resimleri, düzenlemeleri, yerleştirmeleri bir diskte toplamış, müzik eşliğinde; sevdiklerine, kendisini seveceğini umduklarına cebinden çıkarıp veriveriyor.
Bu diske uzun uzun baktım, bakıyorum; bana verdiğine kendi eliyle özgeçmişini, sanat görüşünü de yazmış, sağını solunu resimlerle fotoğraflarla süslemiş.
Bakın ne diyor 1994’te Ankara’da açtığı serginin tanıtım yazısında:
“Resim yapmayı istemenin, bunun kaçınılmaz varoluş biçimim olduğunu anlamanın dışında resimle ilgili bir eğitimim olmadı. Resimlerimin kendilerinden başka herhangi bir başarı ve ödül kazanmadım.
Resimlerimde mesaj yoktur. Hiçbiri gizli bir anlam taşımaz.Hiçbir renk, çizgi, leke vs özel bir anlam içermez ya da herhangi bir şeyi simgelemez. Hepsi göründüğü gibi, göründüğü kadardır;yalnızca kendisidir.
Resim yapmaya başlarken bir duygunun izini sürerim.Beni o resmi yapmaya zorlayan duygunun izini. O duyguyu diğer her şeyden ayırıp ortaya çıkarmak, onu görmek ve tanımak isterim. Çünkü gerçeği oluşturmanın yolu, olaylara sadık kalmaktan değil, duygulara sadık kalmaktan geçer. Bunu yaparken herhangi bir şeyi kanıtlamaya, yanıtlamaya, ışıklamaya çalışmadan her şeyi harekete geçirmek, sonra yenilemek ve olabilirse yıkmak isterim.Bunları o duyguyu ortaya çıkararak yapabileceğime inanır ve onu bulmaya çalışırım.Bu bazen 4-5 saat, bazen 4-5 ay sürebilir (daha az ya da çok, sürenin hiç önemi yoktur).Sonuçta ortaya çıkan yeterli midir, değil midir, bunun sağlaması sonraki resimlerle olur.Elbette bu da yeterli değildir, çünkü tek başlarına varolacakları bir yer yoktur. ‘Bütün’ içindeki ‘görevleri’nin başarılı ya da başarısız olduğunu, hakkettikleri yeri zaman saptayacaktır.Ama bütün bunların da bir anlamı yoktur.Çünkü hiçbiri doğru ya da yanlış değildir; olup biten yalnızca onların yaşamıdır. Ve ressam da bunun içinde yaşar.”
Başka bir yerdeyse şöyle diyor:
“Resimlerim hakkında ne kadar az şey söylersem,onların o kadar çok şey söyleyeceğini biliyorum...Resimlerimin en iyi özelliği, hepsinin aynı elden çıkmış olup birbirinden farklı karakterlere, değerlere dönüşmüş olmalarıdır. (Eğer bu, ressamın ne kadar ‘kişiliksiz’ olduğunu gösteriyorsa, resimlerin her birinin de o denli ‘kişilikli’ olduğunu gösterir.)
Önemli olan, hikâye oluşturan, konu yaratan görüntüler değil; boşluk, leke, çizgi, renk, doku gibi kendisi resim olabilen görüntülerdir.Bu nedenle başlarken konu düşünmem. Sonradan kendi kendine oluşacak olursa, ona yardım ederim.Ama olmazsa daha iyi olur.Düşüncelerle, fikirlerle, buluşlarla değil, ruh hâlleriyle resim yaparım.Bu nedenle resimlerimin düşündürmek ya da fikir vermek yerine ruhsal etki yapmalarını isterim.
Yaşam ışığına (renklere) gölgeler düşüren biri olarak hayalim, resimlerimin yapılmış gibi değil, kendiliklerinden olmuş ya da hep varmış gibi görünmelerini sağlamaktır.
Bazen bir resimde kullanılmamış bir renk kendini öyle hissettirir ki,o resimde yokluğu ile varolur. İşte bu, resmin büyüsüdür.Ve iyi bir ressamın sırrı da bu büyüde gizlidir.”
Küresel yağma artık sanata, sanatçıya yer bırakmadı; gençliğimdeki gibi, ressamların yapıtlarını evlerinde gösterip sunabildikleri evreye geri döndük.
Melih’in büyülü resimlerini görmek istiyorsanız, Ortaköy’deki ev-işliğine gideceksiniz.


Cumhuriyet, 16 Şubat 2005

19 Ocak 2005 Çarşamba

“DOBRİNJA’DA DÜĞÜN”

Cihangir Sıraselviler’deki Pera Tiyatrosu’nda Nesrin Kazankaya’nın önceki oyunu Julia:Seyir Defteri’ni görebildiniz mi bilmem? Son iki yılın en nitelikli oyunuydu.
O oyuna son gidişimde, Nesrin, yeni bir oyun üzerinde çalıştığını haber vermişti;sonunda bitirmiş,sahneye de koymuş: Dobrinja’da Düğün. Cumartesi akşamı çağırdılar, büyükçe bir kalabalıkla izledik.
Nesrin’in nereli olduğunu sormadım hiç, belki Balkanlı, dahası Saraybosnalı: yazıp sahneye koyduğu oyun bunu sezdiriyor. Saraybosna’da,Balkanlarda yaşananları o kadar ayrıntılı, öylesine derinden biliyor,duyuyor ki.
Julia’daki gibi, bu oyunda da çok sıkı bir tarihsel-toplumsal-düşünsel ön hazırlık var;oyunun kitapçığında, benim yaşımda olanların bütün ayrıntılarıyla anımsadıkları olaylar dizisi ayrıntılarıyla özetlenmiş. Tito’nun ölümünden bugüne belli başlı tutamak noktaları çarpıcı bir dille özetlenmiş.Oyun da bu somut verilere dayanılarak yazılmış.Ama Nesrin, şu an hem ülkemde hem dünyada eksikliği acıyla görülen rotobumsu, vurdumduymaz, kolaycı,günoğlucu yazar ve yorumculardan değil şükür: oyunlarını gerçekten acılı bir şiirle önce kendisi duyumsayıp yaşıyor;sonra aynı ustalıkla sahneye koyup oynuyor, oynatıyor. Oyunda, tıpkı Julia’daki gibi, bütün konuşmalar, devinimler, renkler,müzikler yerli yerinde,iş olsun diye uydurulmuş, kullanılmış tek bir öğe yok Duyumsanmış acı olanca çarpıcılığıyla,gerçekliğiyle canlandırılıyor sahnede.
Oyunun dramaturjisi yine Şafak Eruyar’ın; bezem ve giysiler, Pera’daki bütün sergilerin düzenleyicisi,kendisi de ressam olan Nilüfer Moayeri’nn kafasından çıkmış; ışığı Yüksel Aymaz, müziği Richard Laniepce üstlenmiş; danslara Pınar Çelebi yön vermiş; sahneye koymada Nesrin’e Zeynep Özden ile Eda Yapanar yardım etmişler.Bir yardımcısı daha varmış, Eren Uluergüven; ancak çok tatsız bir kazayla o güzelim delikanlıyı sanata şehit vermişler.
Çok soylu bir davranışla gencecik oğlunun örgenlerini umutla bekleyen altı kişiye paylaştıran Baba Uluergüven, sessizce, onurluca hemen önümüzde oturuyordu.
Kazankaya’nın dışında, Ayşe Lebriz,Nihat İleri, Levent Öktem, Cüneyt Uzunlar, Başak Meşe görev almışlar; canla başla oynadılar.
Kısa bir süre önce, yine Yugoslavya savaşını, orada yaşananları anlattığı öne sürülen bir film gösteriliyordu sinemalarda: Yaşamak Güzel Şey. Bu kıçyapıtın bütününü görmedim, ama düzülen övgüler çarşaf çarşaf gazetelerdeydi, görmemek olasılığı yoktu; ayrıca, dur bakayım neler yumurtlamış diye, canımı dişime takıp ilk yarısına baktım bir gün:ömrümde bu kadar rezil, ucuz, edepsiz şey hiç görmüyordum eskiden;şimdi bol bol var.
Gelsin o Kusturan Adam, bir ülkenin parçalanması, daha dün kapı komşusu olan, kız alıp veren, yüzyıllardır -her şeye karşın – hemen her şeyi paylaşmış insanların bir sabah kalkıp birbirlerini kesip uçurması nasıl anlatılır Nesrin Kazankaya’nın oyununu görüp dinlesin. Ama boşuna konuşuyorum, görse de, dinlese de anlayamaz: o da bütün varlığını bit pazarına sürenlerden çünkü.
Nesrinciğim de soruyor bu soruları kendine, yanıtlarını arıyor, yüksek sesle düşünüyor karşımızda;ilk usuna gelen, herkesin içinde yatan, en küçük kışkırtmayı bekleyen ulusçuluk mikrobu gibi gözüküyor; evet, anlatım kolaylığı olarak öyle belki, ancak bunun gerisinde ne var dersiniz?
Benim şimdiye dek edinebildiğim bilgilere göre, can alıcı ve verici asal ortak paydayı saptayamamış; bunu bütün kitaplara, bütün filmlere, bütün iletişim araçlarına yazamamış olmak: herhangi bir ulusun, küçük birimin üyesi olmazdan önce, ÇOK TEMEL BİR BÖLÜĞÜN PARÇASIYIZ HEPİMİZ: CANLILAR DÜNYASI.
Doğrusunu isterseniz, bu bile yarım doğrudur: CANLI CANSIZ BÜTÜN VARLIKLAR, BÜYÜK BİR MUCİZEYLE OLUŞMUŞ ŞU YERKÜRENİN TEK BAŞLARINA EN KÜÇÜK DEĞER VE ANLAMI OLMAYAN KURUCU ÖĞELERİYİZ. Dolayısıyla, bu küçük birimlerden herhangi birine gelecek zarar, dönüp dolaşır, hepsini,bütünü etkiler, dengesini bozar.
Öyle de olmuyor mu?
Zenicalı 12 yaşındaki Dina şöyle demiş: “Işık hızının ne olduğunu biliyorum, ama karanlığın hızı hakkında hiçbir şey öğrenemedik.”
Işığa yaptıkları katkı için Nesrin Kazankaya ve arkadaşlarını ayakta alkışlıyorum.

Cumhuriyet, 19 Ocak 2005