19 Aralık 2007 Çarşamba

CİHAT BURAK ŞÖLENİ

“Ben sanatı bir nevi röportaj, hayatın yansıması olarak görüyorum.Oturup da güneşin batışı, göller, kayıklar olmaktan ziyade içinde yaşadığımız hayatın bir görüntüsünü yakalamak. Ben daha çok yaşadığım şeyleri yansıttığım için resimlerimde mizah ağır basıyor. Güncel olayları yansılıyorum, yaşadığımız hayat bir mizahtır. Biz naif bir hayat yaşıyoruz. Endüstrileşmemiş memleketin insanları naif yaşar, onu yansıtmak lâzım.”
Bunu asmışlar İstanbul Modern’in alt katındaki Cahit Burak sergisinin sağ duvarına; karşı duvardaysa sevgili Ara Güler’in çektiği tadına doyulmaz siyah-beyaz görüntüler var. Yapıtlara ayrılmış odaların duvarları tıka basa resim dolu; ortadaki camekânlarda Cihatçığımın eşsiz bibloları; duvardaki gömme dolapların birinde kuş evleri.
Doğrusu, müze çalışanlarından, o güne dek tanışmadığımız Özge Altınkaya telefonla arayıp böyle geniş kapsamlı bir anma sergisi hazırlandığını; hem bizdeki resimleri görüp görüntülemek, sonra sergiye katmak, hem de Büyük Usta konusunda konuşmak istediğini haber verdiğinde böylesine doyurucu, dört dörtlük bir sonuçla karşılaşacağımı ummamıştım: çünkü şimdiye dek böyle çok girişime tanık oldum, sonunda içimde hep bir burukluk kaldı.
Ama sergiye emeği geçenler ayakta alkışlanacak bir iş başarmışlar.
Yukarıda andığım gibi, sevgili Cihat Burak’ın yazılarından, söyleşilerinden, kendi kendisiyle konuşmalarından en çarpıcı bölümleri almış, büyütmüş, duvarlara serpiştirmişler. Böylece, o inanılmaz resimlerin hangi beyinden çıktıkları, hangi meraklara, bilgilere dayandıkları belgelenmiş. Yaşam öyküsünün bütün ayrıntıları, kişiliğinin nasıl oluştuğu gözler önüne serilmiş; ayrıca yine aynı ölçüde özenli, kusursuz kitapta toplanıp benim “yaşama sanatı” adını verdiğim asal sanatı öğrenmek, geliştirmek, özümsemek isteyenlere altın tepside sunulmuş.
2007’nin bence en önemli sanat etkinlerinden biri olan bu sergi ve kitaba Levent Çalıkoğlu önderliğinde emeği geçenler şöyle: kitabı yayına Cem İleri hazırlamış; tasarımını Tut Ajans üstlenmiş; kitaptaki metinlerin çevirisini Melis Seyhun ile Ceyda Eldem yapmışlar; yararlanılan fotoğrafları Reha Arcan ile Sinan Koçarslan çekmişler.
Çok yerinde bir seçimle kitabın hemen başına yerleştirilmiş “Ben ve Kendim” başlıklı tek kişilik iç konuşmada, ünlü ustalarımızdan Eşref Üren’den bir alıntısı var Cihat Burak’ın; 1966’da Fransız Konsolosluğu’nda açtığı sergiyle ilgili yazıdan bir bölüm:
“Büyük ölçüdeki tabloların tam karşısına düşen köşede, küçük küçük denemeler, notlar, taslaklar yer almış; Burak’ın ilk resimleri ile çekişir gibiler. Ustalık var bunlarda. Boyalar, kalınlıklarını, griliklerini yitirmişler, tomurcuk tomurcuk Cihat Burak’tan bir kopuş, bir ayrılış bu, ötekilerden önce mi, sonra mı anlaşılamıyor. Zevkler ele alınan denemelerde iş var.”
Doğrusu Türkiye’mizin, Cumhuriyeti’mizin şimdi sıkıştırıldığı köşeyle kıyaslayınca, çok talihli bir ömür sürdüğümüz, Demokritos’un ünlü deyişiyle “rastlantı (olasılık) ve gereklilerin” bize epey cömert davrandığı söylenebilir: daha bir sürü değerli, seçkin insanın yanında, Cihat Burak ve Ruhi Su ile gerçek dostluklar yaşadık.
Bu alçakgönüllü, çalışkan, titiz, tutarlı insanla unutulmaz günler, geceler, yıllar geçirdik; dolayısıyla onsuz kalınca da derinlemesine üzüldük, sarsıldık.
Ölümünden kısa bir süre önce TRT 2’de Ali Akay’la yaptığı söyleşiyi hiç unutamam; “peki Cihat Bey, yaşadıklarınızın sanatınıza yansıması nasıl oluyor ?” sorusuna verdiği yanıt bütün dünyadaki boş şişinenlerin balonuna sokulmuş incecik bir alaylı iğneydi:
“İnsan bir ömür boyu yaşıyor; bütün bu yaşananlardan kimi zaman bir öykü, kimi zaman bir resim çıkıyor; çoğu zaman hiçbir şey çıkmıyor; aslında en iyisi hiçbir şey çıkmamasıdır kardeşim!.”
Kısacası, hemen koşun Cihat Burak şölenine; emeği geçenleri yürekten alkışlayarak şu dertli dünyada insana yakışan birkaç saat geçirin; hele paranız varsa, o mücevher kitabı da alın!
bertanonaran@hotmail.com

Cumhuriyet. 19 Aralık 2007

7 Kasım 2007 Çarşamba

“GAFLET DALALET HIYANET”

Gençler için açalım: Aymazlık, azma (doğru yoldan sapma) ve döneklik. Bu, sevgili Yılmaz Dikbaş’ın son kitabının adı; öncekiler gibi Asya-Şafak yayınları bastı. Adını hak eden dostum, büyük bir sabır ve ısrarla, ülkemizi yabancılara altın tabakta sunma görevini üstlenmiş şaşkın ya da gönüllü devşirmeleri sergiliyor, görmek anlamak isteyene.
Bakın ne diyor daha önsözünde:
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinin, Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlayıp günümüze kadar gelen süreci aslında, adım adım ilerleyen ‘Gaflet, Dalalet ve Hıyane’in bir dökümüdür.
İşte bu sürecin kilometre taşları diyebileceğimiz aşamaları:
* İsmet İnönü, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği ile sorun yaşadığı günlerde Amerikalı bir gazeteciye şunları söylüyordu:
‘Rusya gelip aradaki anlaşmazlıklara olumlu biçimde çözme önerisinde bulunsa bile, ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmesi taraftarıyım.’
* İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı seçildikten 4,5 ay sonra, 1 Nisan 1939 günü, yabancı bir ülkeye (ABD’ye) imtiyaz tanıyan ilk anlaşmayı yaptı. 5 Mayıs 1939’da yürürlüğe giren bu anlaşmaya göre Türkiye, ABD’ye: ‘Gerek ithalat ve ihracatta, gerekse diğer tüm konularda en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsü’ tanıdı. Ayrıca ABD sanayi malları için %12 ile %88 arasında değişen oranlarda gümrük indirimleri sağladı.
* 1945’ten sonra motor ve ağır sanayi yatırımlarından vazgeçildi, bu yöndeki eğilimler resmi politikadan çıkarıldı. Türkiye yabancı sermayeye denetimsiz olarak açıldı, gübre ve tahıl ürünleri de içinde, her şeyi dışardan almaya yöneldi; yoğun dış bor alındı. Petrol yasasıyla petrol işletmeciliği devlet tekelinden çıkarıldı.(…)
*Amerikan donanmasının Misouri Zırhlısı 5 Nisan 1946 günü İstanbul’a geldiğinde, büyük törenlerle karşılanmıştı. O günlerde TBMM’de inanılmaz konuşmalar yapılıyordu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Türkiye’nin ABD’ye olan 4,5 milyon dolar borcunu ödemesi üzerine şunları söylüyordu:
‘Hepimiz inanıyoruz ki, ABD’ye bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. ABD’ye bir de manevi borcumuz var ki, onu da özgürlük, eşitlik, bağımsızlık ve insanlık dâvâlarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödeyeceğiz.’
27 Aralık 1949 tarihi, Türk Milli Eğitim tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte ABD ile yapılan ‘Eğitim İle İlgili Anlaşma’, Türk çocuklarının eğimini resmen Amerikalılara teslim ediyordu. Bu anlaşmanın birinci maddesi şöyle:
‘Türkiye’de, Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşma ile belirlenen ve parası T.C.Hükümeti tarafından sağlanacak eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak, Türkiye Cumhuriyeti ve ABD tarafından tanınacaktır.’
(Kararlarını nasıl vereceğini geçen hafta da yazmıştım.)
* Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 20-25 Şubat 1952 tarihlerinde Lizbon’daki NATO Konseyi Zirvesi’nde şunları söylüyordu:
‘ Karşınızda, büyük bir istekle ve kayıtsız şartsız işbirliği anlayışıyla hareket etmeyi ilke edinmiş bir Türkiye bulacaksınız.’
* 1958’de Başbakan Adnan Menderes şunları söylüyordu:
‘Milli ya da bağımsız bir dış siyaset gütmek, aslında BM’in demokrasi anlayışından uzaklaşmaktır.’
12 Kasım 1956’da ‘Tarım Ürünleri Anlaşması’ imzalandı. Anlaşmanın iki maddesi şöyle:
Madde 2: Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen ya da geçmeyen ürünlerin Türkiye’den yapılacak ihracatı ABD tarafından denetlenecektir.
Madde 3 (b): Türk ve Amerikan heyetleri, Türkiye’de Amerikan mallarına talebi arttırmak için birlikte hareket edeceklerdir.’
Uzatmayayım, yurdumuzun kanla canla kazanılmış bağımsızlığının ve topraklarının 1938 Kasım’ından başlayarak her alandaki gönüllü devşirmeler eliyle üstelik bu kez tek kurşun atmadan yabancılara, öncelikle Amerikalılara nasıl armağan edildiğini ayrıntılarıyla görüp öğrenmek istiyorsanız. Hemen alın Yılmaz Dikbaş’ın son kitabını da öbürlerini de.


Cumhuriyet, 7 Kasım 2007

16 Ekim 2007 Salı

“ANADOLU’DA KIZILCA HALVET”




Bu, Berfin Yayınları’nın bastığı Askeri Öner’in kitabının adı; gerçi tür olarak roman diye adlandırılmış, ama gerçek bir Anadolu, Türklük, giderek insanlık tarihi özeti.
Askeri Öner, hepimiz gibi, rastlantı (olasılık) ve gerekliliklerin ürünü:1945’te Tarsus’ta doğmuş; İktisat ticaret okumuş; 68 ateşiyle, toplumsal olaylara, oluşumlara yönelmiş.1971 yumruğundan sonra Almanya’ya sığınmış, 1974’te yurda dönmüş 1980’e dek sendikacılık, kooperatifçilik yapmış; işçi örgütlenmelerine katılmış. 80’de zindan; partisiz kalış. O boşlukta sanata yönelmiş. 1989’da bir film öyküsü Yunus Nadi Ödülü’nü kazanmış. Bunun üzerine, anlatmak istediklerini bu yoldan dile getirmeye başlamış; son romanı da önce film öyküsü olarak tasarlanmış, sonra romana dönüştürülmüş.
1200’lerden başlayarak İstanbul’un, Anadolu’nun, ünlü Haçlı Seferleri’nin tarihini ele alıyor kitap; hem de film öykülerine özgü, akıcı, iç içe geçmiş geri dönüşler, yüzyılları olayları kıyaslamalarla.
Kitabın adı bile çok ilginç aslında: Hacı Bektaş Veli Tekkesi’nin kapısında yazıyormuş Kızılca Halvet; kızılcayı anlıyorsunuz zaten, halvetse, burada gizli buluşma yeri demekmiş. O gizli buluşma yerinde Anadolu Alevileri, Babailer buluşup üzerlerindeki baskıdan zulümden kurtulma yollarına ararlarmış.
“3500 yıl kadar önce, gelecekbiliciler ve yerli davar çobanlarının kılavuzluğunda, Balkanlardan Trakya’ya inen barbar Cermen kabileleri, Boğaz kıyılarına geldiklerinde herhalde durmuş ve kağnı üstünde yürüyen evleriyle karşı kıyıya nasıl geçeceklerini epeyce tartışmış olmalılar…
Tunç Çağı barbarlarından 3500 yıl sonra farenin kuyruğunda (Marmara Denizi’nin önünde) bu kez başka bir barbar göründü.
Bu barbarlar da mavi farenin burnunu uzattığı Asya’daki peynire gelmişlerdi, ama durduruldular.
Büyük Britanya Donanması, Çanakkale Boğazı’nda, tarihinin en acı ve onulmaz yenilgisini aldı.
Mustafa Kemâl engelini aşıp Karadeniz üzerinden Rusya’ya geçmek ve kimlik (!?) savaşı veren milliyetlerin işbirliğiyle Bolşevik Devrimi’ni boğma fırsatını, böylece onun peşi sıra Anadolu’dan sökün edecek bağımsızlık savaşımını boğama fırsatın kaçırdıklarında, donanma komutanlara bu hayret verici topoğrafik gerçekler karşısında büyük bir öfkeye kapılmışlar…”
Gördüğünüz gibi, tutarlı bir akıl yürütmeyle, yüzyıllar içinde olayların neden ve sonuçlarını irdeleyebiliyor Askeri Öner; zaten kitabını yazarken, ömür boyu okuduklarının yanında, salt bu yapıt için 71 önemli kaynaktan yararlanmış. Dolayısıyla, insanlık tarihinin bütün büyük ustalarını, öğretilerini iyi biliyor; dünyayı, evreni enerjiye dayanarak açıklamanın öncülerinden Demokritos bunlar arasında elbet; onun”evrendeki her şey rastlantı ve gerekliliğin ürünüdür” sözünü özümsediği şu satırlarda açıkça görülüyor:
“İçinde rastlantı olmasa, bir gün âşık olmayı boşuna bekliyor olmaz mıydık?
İçinde rastlantı olmayan devrim veya karşıdevrim olmuş mudur?

Birbirlerini aşılayan bireylerin, varlıkların doğa koşullarına uyumu gereğince dönüşüm ve ayrışıma uğrayıp türleri oluşturdukları doğrudur. Ancak doğa yasalarındaki zorunluluğun içinde rastlantısal olanın da payı vardır. Gen bilimi, son derece ‘tutucu’ olan genlerin, kendilerini zorunlu biçimde kopyalayıp türlerini geleceğe taşırken, ‘belli ölçüde yanlış(!) yapıp tıpkıbasım olmayan örnekler ürettiklerini saptamaktadır.”
Tarihin akışına böyle bakınca, çok daha sağlıklı, inandırıcı saptamalar yapmak elimizde elbet; işte yeni bir örnek:
Sanayi devrimin gelişme süreci içinde, kazancı büyütmenin daha etkili yolları aranırken, para kesen makineler ile paradan para üreten bankaların çiftleşmesiyle kârın arttığı görülmüştür. Sonraları nerede ve nasıl becermişlerse, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin torunları kendi içlerinde çiftleşmişler ve bu aile içi ilişkiden ana babaları bile soyup soğana çeviren haydut evlatlar, yâni mali sermaye doğmuştur.”
Kısacası, Askeri Öner, 535 sayfalık çarpıcı yapıtında, ilgiyle, tutkuyla okuyacağınız şeyler yazmayı başarmış; ona da, bu önemli yapıtı ülkemizin şu çetin koşullarında basan İsmet Arslan’da yürekten alkış

19 Eylül 2007 Çarşamba

MİLOŞ FORMAN’IN GOYA’SI

Film adını hak eden film görmeyeli kaç ay oldu acaba? O yüzden, Alkazar’ın girişinde Miloş Forman’ın adını görünce ağzımız açık kaldı Nilgün’le; içimizde gizli de bir korku: acaba serbest piyasa, Hollywood bu yeteneği de sulandırıp eritti daha önce birçoğuna yaptığı gibi?
Başaramamış şükür, Miloş, bugüne dek bir sürü nitelikli filmde adını alkışladığımız öykü yazarı Jean-Claude Carrière’le el ele kusursuz bir çekimöyküsü yazmış önce; ne kadar usta bir anlatımcı olduğunu zaten biliyorsunuz.
Fransız Devrimi’nden hemen sonra, Madrid’teyiz; ilk görüntülerde, Goya’nın siyah-beyaz baskı resimleri dolaşıyor elden ele; Kutsal Din Mahkemesi’nin yargıç papazları bunlar. Hemen hepsi bu resimlerde dine saldırıldığını, düpedüz şeytanın övüldüğünü söylüyorlar faltaşı gözlerle. Filmin başkişisi olacak Lorenzo ise, bunların şeytanı övmediğini, tam tersine iblisin tanınması için yol gösterdiğini söyleyerek Goya’yı kurtarıyor; meğer ona resmini yaptırıyormuş.
Büyük Usta, aynı günlerde varlıklı bir işadamının güzel kızının da, İspanya Kraliçesi’nin de resmini yapıyor. Lorenzo’nun gönüllü olarak yöneticiliğini üstlendiği Katolik kurallarının uygulanmasını denetleme kurulu, sudan bir bahaneyle bu güzel kızı zindana atıyor; ve Lorenzo Efendi, yarı süzgün gözleriyle kıza günah çıkartmaya gelip altına alıveriyor.
Tarih kitaplarında hemen hepimizin okuduğu korkunç işkencelerle kızdan gizli Yahudi olduğu, o dinin törenlerini uyguladığı itirafı alınmış, kurtulması hemen hemen olanaksız. Kızın çaresiz babası Goya’ya gelip bir kasa altın da bağışlayarak kızını kurtarması için kendisini Lorenzo’yla görüştürmesini istiyor. Ve filmde göreceğiniz bir kurnazlıkla rahipten aslında kiliseyi çökertmek üzere dinadamı olduğunu, Darwin’in kuramı uyarınca maymundan geldiğimize inandığını dile getiren bir itiraf alıyor; alıyor da, bu belge kızının kurtulmasına yetmiyor, çünkü onu okuyan Kral Kutsal Din Mahkemesi’nden kızı çekip almasına kalmadan, Fransa Kralı, akrabası XIV. Louis’nin kafası uçuruluyor; Forman-Carrière ikilisi tarihi, eytişimi kusursuz bildikleri için, Lorenzo’yu bu kez Napolyon’un ordusuyla İspanya’ya geri getiriyorlar.
Günümüzde de hem siyasal partilerde, hem gazetelerde, üniversitelerde bol bol gördüğümüz fırıldaklara çok çarpıcı bir örnek.
Fransız Devrimi’nin ardından insan hakları, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gözde olmuş ya, Kutsal Din Mahkemesi kapatılıyor, zindandakiler bırakılıyor; bizim kız yarı deli çıkıyor çıkmasına, ama ne evi kalmış, ne ailesi. O da gelip Goya’ya sığınıyor.
Bu sığınmanın ardından yaşanacakları filmde göreceksiniz; Lorenzo’nun başında bulunduğu Halk Mahkemesi bu kez Kutsal Din Mahkemesi yargıçlarını yargılayıp ölüm cezasına çarptırıyor.
Ama insanlık tarihi diye yüzyıllardır hepimize okutulan egemenler (?) arasındaki kapışma sürüyor elbet; İspanya’yı kurtarmaya gelmiş Fransızlardan da İngilizler kurtarıyor İspanyolları. Yakılan yıkılan evler. Darmadağın edilen halk pazarları arasında, sarayların balkonlarında yeni krallar kraliçeler beliriyor.
Filmin sonunda, bir alanda toplanmış hem yeni krallarını alkışlayan, hem o günkü şeytan’ın işkenceyle öldürülüşü izleyen halk, sonunda anamalcı küreselleşmeye yol açmış ataerkil düzensizliğin hepimizi aslında hangi cehennem kazanında kaynattığını açıkça gösteriyor.
Atatürk’ün tasarladığı, ama ömrü yetmediği için yürürlüğe koyamadığı, şimdi Küba’da Fidel Castro ile gönüldeşlerinin başarıyla uyguladıkları eğitim birliği sağlanmadan; diyelim ki bizim gibi Cumhuriyetle yönetilecekseniz, o Cumhuriyeti koruyup kollayacak gerçekten bilinçli yurttaşlar yetiştirmeden ağızlarda dolaştırılan özgürlük. bağımsızlık., insan hakları gibi sözlerin aslında yığınları çok daha amansızca köle yapmaya yaradığını kusursuz biçimde gösteriyor Miloş Forman-Jean-Claude Carrière ikilisi.
Yürekten alkış! Ama hemen koşun Alkazar’a, bu başyapıt bir haftadan fazla gösterilmeyebilir.


Cumhuriyet, 19 Eylül 2007

5 Eylül 2007 Çarşamba

“SEN DE KURTULMAZSIN ECEL ELİNDEN”

Amerika’da üretilip üstüne “ ılımlı İslâm” boyası sürülmüş tüketim hapının yutturulduğu insanlar kuşkusuz adını bile bilmez ya da bilenler de unutmuştur; ama Sevil’le ben hemen her gün dinleriz Anadolu’nun onurlu, gür sesi Ruhi Su’yu. Geçen akşam da yoğunçalarlarından (cd’lerinden) Beydağı’nın Başı’nı koyduk aygıta.
Aynı adı taşıyan türküde, Büyük Usta, Anadolu halklarının gelmiş geçmiş bütün birikimini, duyarlığını, soyluluğunu yansıtıyordu söylerken. O türkü ve sonrakiler, talihin inanılmaz armağanıyla, bizim evde alınmış 70’li yıllarda.
Ardından Türkçe’nin büyük ustası, bilgeler bilgesi Yunus Emre’den. Size ezgiyi dinletemem elbet, ama gelin sözleri birlikte anımsayalım:
Dünya Umuruna Meylini verme

Dünya umuruna meylini verme
Sen de kurtulmazsın ecel elinden
Ben filanım diye göğsünü germe
Sen de kurtulmazsın ecel elinden

Hani Meryem, oğlu mu İsa
Elinde ejderha olurdu âsâ
O da kavmi ile cenkeden Mûsa
O da kurtulmadı ecel elinden

İskender de geldi, âlemi gezdi
Zaloğlu Rüstem’in tahtını bozdu
Yunus balığıyla deryayı yüzdü
O da kurtulmadı ecel elinden

Söyler Derviş Yunus, servet-i saman
Tahtı tacı aldı gitti Süleyman
Lokmanlar derdine olmadı derman
O da kurtulmadı ecel elinden.

Şu unutulmaz dizeler bile, binlerce yıldır dünyadaki insan kardeşlerini cehennem kazanlarıyla korkutup sindirenlerin aslında hiçbir yüce güce ve cazaya inanmadıklarını, gözlerin kırpmadan günah işleyip dünya malını talan ettiklerini, halkları kırıp geçirdiklerini kanıtlıyor.
Sonra çağdaş bir ozan, Kul Hasan şöyle diyor Yirminci Yüzyılın İnsalarıyız adlı türküsünde:
Yirminci yüzyılın insanlarıyız
Dünya sulh içinde bayram olmalı
Atom tahriplerin kaldırmalıyız
Laiklik dünyaya Sultan olmalı

Demokrasi insan öldür demiyor
Açılan gülleri soldur demiyor
Hür bağımsızlığı kaldır demiyor
Her fert hür bağımsız olmalı

Kul Hasan’ım aşka sinemi yaktım
Halkın derdi ile eridim aktım
Dört kitap okudum Kitaba baktım
Sağlar hastalara derman olmalı.
Nasıl da küresel yağmaya, çoluk çocuk demeden kıyıma, doğayı düzelmemecesine allak bullak etmeye uygun sözler değil mi? Besbelli bu iki Büyük Ozan da iyice akılsız, çılgınmış. Elbet onları bu kadar inanılmaz yorumlayan sevgili Ruhi Su da.


Cumhuriyet, 5 Eylül 2007

8 Ağustos 2007 Çarşamba

DOĞU ANADOLU KİMİN?

Sevgili dostum Halûk Tarcan yine bellek tazeleyici bir ileti gönderdi; verdiği bilgileri paylaşalım:
“Prof Erzen ve çalışma arkadaşlarının araştırmaları, Batılı araştırmacıların Avrupa ile Asya arasındaki büyük köşebaşını, Doğu Anadolu Yüksek Yaylasını tarihsiz bıraktıklarını ortaya çıkarmıştır. Sömürgeci devletlerin bu stratejik bölgede çıkarlarına uygun ‘yapay devletçikler’ kurmayı düşündükleri için böyle yaptıkları çok açıktır.
Prof Erzen’le arkadaşlarının tam 30 yıl çalışarak gün ışığına çıkardıkları, nedense tarih kitaplarımıza girememiş bulgular şunlardır:
* Ön-Atalarımız buraya İ.Ö. 13 000’lerde Orta Asya’dan göç etmiş ve orada 20 000’lerde kaya resimleriyle başlayıp gelişen büyük Türk kültürünü, o arada en önemlisi YAZIYI getirmişlerdir.
Batılı araştırmacıları dehşete düşüren, bin bir oyunla sözünü etmemeye çalıştıkları tarihsel ve kültürel kanıt, Ermenistan ve Azerbaycan’a dek uzanan, Van ve Hakkâri yöresinden başlayan Tir-i Şin Yaylası’ndaki 35 000 kaya resmidir. Bunlarla Orta Asya’dakiler arasında tam bir birlik ve benzerlik vardır.
* Ayrıca, buna koşut olarak, Van’ın Baş et Dağı’nda, 13 000’lerde oralara gelmiş Ön-Atalarımızın yaptıkları, yazı öğeleri de içeren kaya resimleri vardır. Bunların birini anmak gerekirse, Baş et Dağı’ndaki bir kaya resmindeki damgada iki dağ keçisi, insanı andıran iki çizim ve bunları anlam olarak birbirine bağlayan biçimler görülmektedir. Bunların her biri birer kavramı dile getiren ‘damgalar’dır.
* Bu tür kaya resimlerini ve Ön-Türk yazısını barındıran yerler kısaca şöyle:
Van-Hakkâri ve Bitlis’teki Gevaruh Vâdisi ((10-8 000); Sat Dağı ve gölü (8-6 000); Hırkanıs suyu, Munsur Vâdisi, Pagan köyü ( 8 000); Put köyü ( 4-3 000); Cûdi Dağı 8 000-1 500).
Bunlar yaklaşık 30 kaya yazıtı, başka bir deyişle gözle görülen elle tutulan yazılar, metinler, yazılı bilgilerdir.
Cûdi Dağı’ndan iki örnek verelim:
Hakkâri’deki Sat Dağı’nda üç damga, yâni üç kavramlı petroglif İ.Ö.8 000’lere uzanmakta ve DOĞU ANADOLU’NUN İLK SAHİPLERİNİN TÜRKLER OLDUKLARINI kanıtlayan bir Ön-Ata Damgası’dır.
Burada, Dağ Keçisi, Gök, Tanrı, vb anlam taşımakta;
10 Nokta: ON, Türklerin bir bölümün adıdır, sonradan Hun olmuştur, ayrıca kozmosu, 10 sayısını simgelemekte;
Damgadaki boynuzlar, kişi, şeref, kutsal anlamına gelmektedir.
ÇİLGİRİ YAZITI, Prof Muvaffak Uyanık tarafından Van’ın Çilgiri kasabasında bulunmuş, İ.Ö. 7-6 000’lerde yazıldığı tahmin edilen yazıt bir mermer sütun dilimi üzerindedir. Van Müzesi’nin bahçesinde duran bu yazıtın değerini anlattığım zamanın Kültür Bakanı Namık Kemâl Zeybek onu müzenin içine taşıtmıştır.
Kâzım Mirşan’ın okuduğu yazıt, halkını bütün halklar arasında en uygar halk durumuna getiren OQ’un, ermişin, peygamberin anısınadır.
Çilgiri yazıtının ortasındaki OQ diye okunan, ‘günahsızlığı’ ve ‘değişmez değeri’ anlatan Haç’ın benzerini Van gölündeki Ahtamar Adası’nda bulduğumuz bir taşta görürüz; aynı OQ, İ.Ö.1 000 yılında yapılmış Ahtamar kilisesinin kapısının iki yanında da vardır.
Bu Haç, Batılıların soykırımdan geçirdiğimizi öne sürdükleri, tarihçilere kanıtlatamadıkları suçlamayı Temsilciler Meclisleri’nde yasa kabul ederek bize yamaya çalıştıkları Ermenilerin anıtlara diktikleri anıtların ortasında da görülür.
Zavallı Batı ve onlara uyan Ermeni yöneticileri kökü İ.Ö. 7 000’lere uzanan bu Haç’ı Vakitan’ın İ.S. 400’lerde simge olarak benimsemesine yaslanmakla, Anadolu dip kültürünün Ön-Türk kültürü olduğunu ve kendi kökenlerinde Ön-Türk kültürü bulunduğunu yadsımaya çalışmaktadır. “
Bilimsel bulgular olgular bunlar; anamalcı sömürü burgacında gittikçe sıkışan, gözü dönmüş olarak her yana saldıran Batılıların bunları görmesini, onaylamasını bekleyemeyiz elbet, işin asıl acı, can alıcı yanı, her uğraştan, her konumdan kendi yurttaşlarımızın bu açık gerçekleri görmemesi, özcanlarına kıymak üzere, Batının yalanlarına uşaklık etmesidir.
bertanonaran@hotmail.com

Cumhuriyet, 8 Ağustos 2007

4 Temmuz 2007 Çarşamba

“KUŞ UÇSA GÖLGE KALIR”

“KUŞ UÇSA GÖLGE KALIR”


Wilhelm Reich okuduysanız, evrensel yaşam enerjisinin çalışma-üretme alanındaki işlevini gözler önüne seren Marx’ın öğretisiyle aynı enerjinin sevişme-üreme işlevindeki yerini görüp dile getiren Freud’un öğretisini kaynaştıran, bütünsel bir açıklama sunan, dolayısıyla Hitler’in çömezlerini de, Stalin tapınıcılarını da kendine düşman eden ve anlı şanlı Amerikan demokratlarınca (?!) kodeste ilaçla öldürülen bu düşünür-bilimadamın şu sözünü bilirsiniz: siyaset duygusal vebadır, siyasetçiler de onulmaz vebalılar.
Atatürk, Fidel, Chavez gibi önderler kuşkusuz bu tanımın dışındalar, çünkü onlar siyasetçi değil, birer halk sevdalısı, barış, esenlik, mutluluk dağıtıcıları.
Oysa şimdi her gün gazetelerden televizyonlardan eksik olmayan bütün siyaset cambazlarına bakınca Reich’ın ne kadar acıklı biçimde halkı olduğunu görebilir, acısını duyabilirsiniz.
O yüzden, o aşağılık ayak oyunlarına ara verip şiirden söz edelim bu hafta; Yapı Kredi, şiir dizisinin 224. kitabını yazınımızın kıdemli ustalarından Gülten Akın’ın yapıtına ayırmış:Kuş Uçsa Gölge Kalır.
Kitabın arka kapağına şu dizeleri koymuş tasarımcı:
Yaşlı bir şairin gösterdiği uçlar/kilise müziği, siren sesli küçük oğlan/kır menekşeleri, Halep asması/ kavaklar, zeytinler,rüzgâr/ hindiba toplayan çingene kızı/ puhu kuşu/ ağır taşlardan geçirilen su/ henüz duruyken
bende bir gülten kaldı/ hangi bağa diksem yabancı.
BİR ADAM SÖYLENCESİ
Susulan bir yere gelindi/ yalnızca susulan bir yere gelindi/ eksikliydi çünkü sözler ne kadar söylense/ ne kadar söylendi
ADAM orda öyle duru mavi gözleriyle/ biliyordu kim neyi ne kadar/ yanlışı doğruyu kim neyi
İlk görüşte bir nirengi/ öteki, birlikte durulan sıcak fotoğraftı/ yazılar kitaplar dergilerdi biri/ bir başka nirengi içimizden geçiyordu/ bu ADAMa diyorduk, kötülük hiç uğramadı
orda öyle duru mavi gözleriyle/ belki bir ağabey, belki bir usta/ belki büyük denizlerin uzun seferlerin feneri/ (resimde küçük lekeler: çocuksu öfkeyle/ derebeyi olduğu söylendi)
Ama O/ sırtında,/ yoksulluğun çürük bir diş gibi sancıdığı/ zulümden yüreği kamaşık/ acılı bir ülkenin Nâzım tarihi,/ kendi elleriyle kendi eğnine/ biçtiği yalın giysiyle/yürüdü gitti
biz eksikli kaldık, sözler eksikli/ birkaç işaret işte, birkaç nirengi/ sustuk ardından baktık

AŞK VE SILA
Olsam küçük bir kız olsam/ denize bakan evlerde/ düşlerimden çıkıp gelse/ beyaz yelkenliyi görsem/ yanaşmak istese yanaşamasa/ kıyılarım çekildikçe çekilse/ işte bu
olsam olsam ağaç olsam/ çekirdekten bitme erik ağacı/ dallarım yaprağım çiçeğim/ budansam, sahibim efendim/ kaysıya çevirmek istese beni/ bağırsam bağırsam sesim çıkmasa/ rüzgâr bile sesimi taşımasa/ işte bu
Tayheli’de tay olsam/ uzansam limana değsem/ tutsak gemileri salsam deryaya/ ıslığımla fırtınayı durdursam/ uyansam iki ayağım bukağıda/ işte bu
Yakınımda çok yakınımda/ sesine konan kuşları duyuyorum/ dokunamadıkça varsın, ordasın/ elimi uzatsam yok olacaksın/ işte bu.
GÜVERCİN AĞIDI
İkimiz de güvercini sustuk/ gökyüzü her günkü yerindeydi/ leylakların günü sonra/ süsenlerin günü/ sonra güller bütün bir yaz/ o yoktu tek/ uzun boynundan bilirdik/ kanat seslerinden
her şey yerli yerindeydi/ tek oydu eksilen/ ikimiz de güvercini sustuk/balkon soldu
(…)
Savaşı bir oyun diye sürdürüyorsunuz/ sizin sonsuza dek yaşamak gibi/ tuhaf huyunuz mu var

20 Haziran 2007 Çarşamba

BÉJART’IN BÜYÜSÜ

Türk halkı, iyilik edene: tuttuğun altın olsun der; Maurice Béjart’a da biri, doğa, tuttuğun, düşündüğün, baktığın dansa, baleye dönüşsün demiş besbelli. Dinlediği her nitelikli ezgi, şarkı; kendisini üzen ya da sevindiren her olay; bir gül’e ya da insana duyduğu sevgi kolayca dansa dönüşüyor. Dünyanın bütün müziklerine, danslarına açık; 7dil bilen, gittiği ülkenin diline birkaç gün içinde beynini uydurup konuşmaya başlayan, dünya düşünce tarihi üzerinde uzmanlaştığı hâlde dolu dolu yaşamayı hiç aksatmayan, bütün dünyasal hazları tatmayı bile babasından gelen yetenekle Çin’den Hindistan’a, İran’a, Yunanistan’a bütün dünya düşünce ve sanat tarihini derinlemesine bildiği her yapıtından anlaşılıyor.
Sağolsun, bu büyük ustayı bize sevgili Aydın Gün tanıtmıştı; ondan sonra gerek Fransızların TV5’inde, ARTE’sinde, ardından Mezzo’sunda pek çok yapıtını gördük, kaydettik; dışarı giden ya da oralarda yaşayan dostlarımıza rica ettik, kasetlerini getirdiler. Onları izlerken, hep yüreğimizin bir köşesi sızlardı: neden caba bizim müziklerden, danslardan esinlenerek bir bale, dans yaratmıyor?
Sonunda o da olmuş: İstanbul Sanat Şenliği’nin 35.,kendisinin 80. yılı için,Kutsi Ergüner’in müziğinden yararlanarak RÛMÎ:Dans ve Dua’yı tasarlamış.
Ve elbette, Yunan, Japon, Çin, Afrika ezgi ve danslarından yola çıkarak tasarladıkları gibi, düşünceyle duygular, onlarla bedensel anlatım arasında insanı havalar uçurtan bir uyum yakalamış.
Bakın ne diyor bu yapıt dolayısıyla büyük ozan Mevlânâ’ya seslenirken:
“Rûmî, kardeşim, ustam Mevlânâ, her gün senin dizelerinde dolaşıp arı özünü düşüncelerime yayacak çiçeği arıyorum.
Dansçı olduğum ve devinim insanoğlunun temelini oluşturduğu için, ruhla bedeni devinimsizlikte birleştirmeye çalışan, tartımla (ritmle) yakarmayı kaynaştıran, varoluşla bütünleşen o iç dengeden nasıl vazgeçebilirim?
Rûmî, kardeşim, ustam Mevlânâ, varolduğum için dans ediyorum; bırak da senin için “döneyim”!
Ve döndü o güzelim oğlanlar, kızlar, bütün yapıtlarındaki gibi kusursuz devinimlerle, giysiler, ışıklar, müziklerle.İşte burada söz bitiyor; hep birlikte orada olamayacağımıza göre, keşke bir televizyon kanalı bu dansları gösterse, keşke kaseti ya da cd’si olsaydı.
İkinci bölümde, Béjart’ın ünlü yapıtlarından seçilmiş 10 kısa bölümü kapsayan Aşk-Dans vardı. Bu bölüm için yazdığı kısa açıklamada da şöyle diyor:
“Bir sanatçının yapıtı, rastlantıyla zamanı yakalayan bir serüvene daldığında hep yitip gitme tehlikesiyle karşılaşan bir labirenttir.
Bu yüzden, sevi Tanrıçası Cythère’i (Afrodit’i) simgeleyen Romeo ile Juliet’in elimden tutup beni bu yolculukta yakalanmış zamana götürmesine izin verdim.
Sevgi aracılığıyla “bugün” olarak kalan geçmişin gölgelerinden kaçan bu “yalnız adam”a esirgeyen dostluğunuzu getirdiğiniz için sizlere teşekkür etmek isterim.”
İlk alıntı Bahar Âyini’nindendi; Béjart’ın yurdumuza ilk gelişinde, yine AKM’de, iki kez izleme talihine erdiğimiz ve şaşkınlıkla, coşkuyla deliye döndüğümüz yapıt sevinin, sevdanın en yüce, en doyulmaz anlatımlarından biriydi elbet.
Sonra ana izlek belirdi, Romeo ile Juliet; Büyük Usta, ünlü balkonun altında buluşma sahnesini ikili olmaktan çıkarmış, iki çift daha eklemiş; sözle anlatımı olanaksız, görülmesi gerekir.
Geleneksel Çad müziği eşliğinde oynanan Héliogabale, yukarıda söylediğimin canlı kanıtlarından biriydi; kendi deyişiyle 24 saatin her dakikasında dünyaya her şeyi dansla anlatmak üzere bakan bir üstünyetenek çoktan yok ettiğimiz güzelim Afrika haklarının ezgilerine hangi devinimleri yakıştırmış, görmeliydiniz.
Béjart’ın temel özelliklerinden biri, müziğin, şarkının, şarkıcının en güzelini sevip yararlanması; iki Almanca şarkı da, yapıtlarında özel bölümler ayırdığı Barbara ile Brel’in şarkıları da öyleydi. Bu bölümde, hem dansçısı hem başyardımcısı Gil Roman’ın ince, kıvrak bedeni insana güzelduyunun en damıtılmışını tattırıyordu.
Gösteri sonra Büyük Usta’ya Yaşam Boyu Başarı Ödülü verilecekti; Gelemiş, onun yerine Gil Roman aldı ödülü Şakir Eczacıbaşı’dan.
İstanbullu sanatseverlere yüzyılımız bu sıradışı yeteneğini üçüncü kez getirenlerin hepsine yürekten teşekkürler.
bertanonaran@hotmail.com
20 Haziran 2007, Cumhuriyet

16 Mayıs 2007 Çarşamba

HAVANA’DA 1 MAYIS

Emekçi Bayramı’nı, geçen yıl Küba’da yaşamak istemiş, ama zamanında yer ayırtamadığımız için başaramamış, ancak bir hafta sonra gidebilmiştik. Bu yıl vaktinde davrandık, 25 Nisan’da oradaydık
1 Mayıs sabahı saat altıda uyandım, İspanyolca anlayamasam da hemen televizyonu açtım; ortalık karanlıktı, ama bütün sokaklar cıvıl cıvıl insan doluydu; kırmızı gömleklerini giymiş, ellerinde çeşitli bez ya da kartonlar taşıyan her yaştan Kübalı heyecanla anlatıyordu. Saat 7’de Sevil’i, Nilgün’ü ve Sevgi’yi kaldırdım, 8’de otobüse binip Devrim Alanı’na yollandık; yerli kılavuzumuz Yuri Nápoles başından uyarmıştı, araçla alana gidemeyecek, bir yerden sonra yürüyecektik.
Küresel ısınma etkisini göstermişti, hava geçen yıla oranla 5-6 derece daha sıcaktı, o yüzden , kılavuzumuzun kestirimine göre akşam 5’e dek sürebilecek kutlamayı göze alamayıp konukevine döndüm, televizyonun başına geçtim; ama Nilgün’le Sevgi fotoğraf, Sevil de videoyu alıp kalabalığa daldılar.
Küba’ya giderken, gittikçe iyileşen Fidel Castro’nun belki şenliğe katılacağını umuyorduk; öyle olamadı, kardeşi Raul geldi Kübalı ve dünyalı emekçileri selamlamaya. Kübalılar ölçüyü, tutarlılığı çoktan bulup yürürlüğe koymuşlar: Devrimin ikinci adamı, abisinin yerine konuşmadı, 75 yaşında, dimdik kürsüde durmakla yetindi.
Bu yıl iki ana izlek seçilmişti şenliğe: Miami’ye göçmüş Kübalıların ABD’nin güdümünde yürüttükleri yıkıcı eylemleri araştırmak üzere bu ülkeye gelen 5 Yurtsever’in salıverilmesi ve Fidel Castro’ya yönelik 638 öldürme girişiminin çoğunda yer almış azılı kıyımcı Dr. Posada’nın yargıç önüne çıkartılıp yargılanması çağrısı.
Elimizdeki 5-6 belgeselde 1 Mayıs’larda ya da başka açıkhava toplantılarında Devrim Alanı’nın ve Havana sokaklarının nasıl insan kaynadığını görmüştük elbet; ama buna canlı katılmak başka bir şey! Toplumcu ülküyü yürürlüğe koyup 50 yıllık amansız ABD kuşatmasına karşın insanlarına yaşama sevinci, gönüllü eşitlik sağlayabilmiş Fidel ve arkadaşları, sözün gerçek anlamında şu acımasız amansız anamalcı soygun dünyasında olanaksızı başarmışlar. Ürünlerini diledikleri gibi satamayan, istediklerini alamayan Kübalılar, bin bir kısıtlama içinde, örneğin kendi bilgisayarlarını yapmayı becermiş, en uzak köye bile sağlığı da, çağdaş bilimsel eğitimi de götürmeyi başarmışlar; o yüzden, Devrim Alanı’nda yaşlı bir Kübalı Sevgi Tanın’a sokulup: Yaşasın Mustafa Kemâl diye bağırabildi.
Küba gezimizin son günü öğleden sonrası boştu, bizim kızlar Havana’ya dolaşmaya indi, ben yine konukevinde kaldım; bir ara, kapının önüne bağırıp çağırmadan bir cankurtaran yanaştı, içinden beyaz gömlekli 4-5 kişi indi, ellerinde çanta, sedye; belli ki biri hastalanmıştı; asansörle belki 6. kata çıktılar, yarım saat sonra indiler, sanırım hastayı odasında iyileştirmişlerdi. Hemen yanımdaki masaya oturdular, konukevindeki yöneticilerden hanım da kâğıtlarıyla yanlarına. O arada, sabahtan beri döşemeyi ya da masaları, orayı burayı silip temizleyen hanım da gidip geliyor; herkes birbiriyle en küçük bir astlık-üstlük belirtisi göstermeden konuşuyor, dahası öpüşüyor. Yanlarında duran hekim çantasını ya da sedyeyi kim yakınsa kapıp götürüyor. Çünkü temel hizmetler paylaşıldıktan sonra, Fidel ayda 30 dolar alıyorsa, o temizlikçi kadın da 20 alıyor.
*
Küba’ya giderken aklımız yurdumuzdaydı elbet; Büyükanıt’la Sezer’in yerinde uyarılarından sonra, 14 Nisan’da Tandoğan’ı dolduran yığınlar, 29 Nisan’da Çağlayan’ı da al bayraklarla donatacak mıydı? Cumhurbaşkanlığı seçimi nasıl sonuçlanacaktı? Kısıtlı haber alma olanaklarına karşın, öncelikle cep telefonu aracılığıyla, 27 Nisan’daki Genelkurmay Başkanlığı uyarısını da, Çağlayan coşkusunu da, ilk seçimde 367’nin bulunmadığını öğrenebildik
Ancak, yurdumun tepesindeki büyük tehlike sürüyor: içlerinde onca hukukçu bulunmasına karşın, CHP Kanadoğlu’nun uyarısına aldırmayıp erken seçim kararına katıldı; şimdi, varımız yoğumuz satılırken, son anda başka bir oyunla Cumhuriyetimizin temeline dinamit koyup başkanlık dizgesine geçişi sağlayacak Anayasa değişikliği bir çırpıda 374 oyla kabul edilirken, topluma umut diye elde edecekleri koltuklardan başka bir şey düşünmeyen DSP ile CHP’nin birleşmesi sunuluyor!
Alanları dolduran milyonlar asıl tehliken ayrımında, ABD’ye, AB’ye ve bütün uzantılarına hayır, yeniden tam bağımsız Türkiye diye haykırırken, kürsüden bağıranlar, gazeteler, televizyonlar yurdumuzun bu duruma düşürülmesine, varımızın yoğumuzun talan edilmesine izin veren yasaların çoğunu onaylayıp yürürlüğe koymuş iki partinin, CHP ile DSP’nin yalancıktan da olsa birleşmesini umut diye göstermeyi sürdürüyor.
Türkiye en az 4 milyon kişi artmış; ama bunlar seçmen olarak kütüklerde gözükmüyor. Bir de seçimi 22 Temmuz’da, yaz sıcağında yapacaklar.
Bakalım bütün bu çirkin oyunların altından yurdumuzu esenliğe götürecek bir sonuç çıkarabilecek miyiz?

18 Nisan 2007 Çarşamba

İŞGÂL ÖRGÜTLERİ: CİA-NATO-AB”

AsyaŞafak yayınları, Erol Bilbilik’in yeni kitabını bu adla bastı; adından anlaşılacağı üzere, cicili bicili “küreselleşme”, “özgürleştirme”, “demokrasi getirme” sözlerinin ardına gizlenen bir avuç gözü dönmüş Batılı katilin hastalıklı kafalardan binlerce yıldır çıkmayan, çıkmasına izin verilmeyen “”bütün dünyaya egemen olma” düşlerini hangi örgütler aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştıklarını, dolayısıyla bütün dünyayı allak bullak edip kana buladıklarını anlatıyor. Kitaptan birkaç satırı birlikte okuyalım:
“Küreselleşmenin Gelecek Haritası 2005 Raporu, aynı yıl Başkan Bush’a sunulmuştur.
CİA’ düşünce kuruluşu Ulusal İstihbarat Konseyi’nin 2020 yılında dünyanın nasıl olacağını öngören senaryoları içeren bir rapor hazırlamıştır.
ABD, 11 Eylül 2001 saldırısının ardından Savunma Stratejisi Belgesi’nin yenilemiş, yeni belge 18 Mart 2005’te, Savunma Bakanı Rumsfeld’in imzasıyla yayınlanmıştır.
Belge şu temel esasları içermektedir:
1- ABD şu anda bir savaş içindedir. Her ulustan önce kendini korumak zorundadır. ABD Anayasası’nın gereği de budur.
2- ABD’nin egemenliği dünyadaki bütün ulusların egemenliğinin üstündedir. ABD dünyanın en egemen gücüdür.
Bu nedenle;
* Avrupa, Ortadoğu, Doğu, Orta ve Kuzey Asya’da kendisine rakip eşdeğerde bir gücün oluşmasına kesinlikle izin vermeyecektir.
*Dünyada hiçbir güç, ABD’nin küresel hareket yeteneğini karada, denizde, havada ve sanal uzayda engelleyemeyecektir.
* Tehlikeler oluşmadan, daha gelişme aşamasında saptanacak ve ABD, NATO, BM Güvenlik Konseyi gibi kuruluşlara bağlı kalmaksızın, tek başına alacağı kararla, ‘Önleyici Vuruş’la bu tehlikeleri ortadan kaldıracaktır.
3- ABD ulusal güvenlik sorunların çözmek için öbür uluslarla işbirliği yapacak, ancak bu ülkeler aşağıdaki 7 temel ölçüte kesinlikle uyacaktır:
* ABD’nin üst egemenliğine bağlı olma koşuluyla ulus devletlerin güçlendirilmesi;
* Demokrasinin yerleştirilmesi;
* Serbest piyasa ile rekabetçi pazarın korunması;
* ABD’nin hareket yeteneğinin hiçbir yerde engellenmemesi;
* Dünyanın önemli bölgelerinde egemenlik kurmaya kalkışılmaması;
* ABD’nin uluslar arası yükümlülüklerinin yerine getirilmesinin maliyetini yükseltici girişimlerde bulunulmaması.”
Bu kadarı bile, bütün dünyayı amansızca sömürmeye alışmış Batıl anamalcılar arasında tartışmasız imparator olmaya özenen ABD’nin niyetini de, başvuracağı yöntemleri de açıkça gözler önüne seriyor. Tamam seriyor elbet, ama bu akıldışı, doğadışı tasarının kurbanı olacak ülke ve uluslar neden buna karşı çıkmıyor, varlıklarını korumak üzere gereken tepkiyi göstermiyor, gösteremiyor?
Bunun nedenlerini daha başka henüz satılmamış, sapıtmamış gerçek yurt, insanseverlerin yanında, sevgili Erol Manisalı¸ hem de bu gazetede, yıllardır yılmadan haftada iki kez yazıyor; Irak ya da Afganistan’daki gibi doğrudan silahlı güce bile gerek kalmaksızın, şu ünlü sivil toplum örgütleri aracılığıyla, yerli suçortaklarının işbirliğiyle ülkemizin nasıl paramparça edilip ele geçirilmek istendiği anlatıyor. Ama ne yazık ki, bütün bu oyunların görülmemesi için, basılı ve görsel iletişim araçlarıyla 24 saat beyinler yıkanıyor
Neyse ki, doğanın, evrenin temel yasası, etkiye-tepki kesintisiz işliyor; tek tek bireylerin ömürleri açısından uzun, ama toplumsal tarih açısından kısa sürelerde, alınan bütün önlemlere karşın uyanış engellenemiyor.
14 Nisan’da, Ankara’da, Tandoğan alanında, oraya açılan bütün yollarda, Anıtkabir’de toplanan yurdumun soylu, bilinçli insanları, Ataları’na yakışan varlıklar olduklarını göstermek üzere, sevgili Erol Bilbilik’in andığı bütün o “işgâl örgütleri” ne ve uzantılarına, gözlerini kırpmadan karşı çıktıklarını dünyaya haykırmışlardır!
Ne mutlu, Türküm diyene!
Cumhuriyet, 18.4.2007

4 Nisan 2007 Çarşamba

ATATÜRK’ÜN YÜCELİĞİ

İlk bilgi sevgili Mahiye Morgül’den geldi: Avustralya’da yaşayan toplum ve insanbilimci Cânan Ateşçi vermiş haberi:
“Sydney Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde türeyim gözeleri (genler) konusunda çalışan Prof Dr. Smith Brown, yerli halk Aboricinler üzerinde yaptıkları uzun inceleme ve araştırmaların sonunda, onlarla Türklerin türeyim gözelerinin %99 oranında aynı olduğunu ortaya çıkarmışlar; üstelik bu sonuca varmazdan önce, adaya yakın bütün halkları, Hintlileri, Çinlileri, Japonları, Arapları incelemişler. 40 000 yıldır hemen hemen hiç değişmeden yaşayagelmiş Aboricinlerle Türklerin ataları aynı.
Kimi bilim adamları ve tarihçilere göre, bu araştırmanın sonuçları insanlığın uzak tarihine ışık tutmakta, hem de devrim yaratacak nitelikte. Çünkü 1930’da Atatürk’ün öne sürdüğü Türk Tarih Kuramı’nı doğruluyor.”
Bu haberi işin uzmanı Halûk Tarcan’a duyurdum hemen, ondan gelen yanıt da şöyle:
“Güneş balçıkla sıvanmaz!
Kâzım Mirşan’ın haklı olduğu bir kere daha, hem de Batılı araştırmacıların elde sonuçla ortaya çıkmıştır.
1- Mirşan’ın ALTI YARIQ TİGİN adlı kitabının 10 sayfasında Avustralya’da Kimberley’de bulunmuş, KİMBERLEY adı verilmiş yazının Ön-Türkçe olduğu belirtilir, Mirşan bu yazıyı ELİS ESİS OZ diye okumuştur.
Mirşan, yazı konusunda şu bilgiyi verir: ‘…1605 yılında Hollandalılar Avustralya’nın Kuzeybatı kıyılarına çıktıklarında, karşılarında sahipsiz bir kara ve ilkel bir halk buldular. Bu halkın kültürünü İ.Ö. 14 000’e kadar götürebildiler; halk meyve toplayıcı ve avcıydı. Ama şaşılacak şey, bu ilkel(?!) halkın bir yazısı vardı; KİMBERLEY mağaralarına yazılı resimler yapmışlardı; bir uzayadamına benzeyen resmin altında ETRÜSKÇE’de, ÖN-TÜRKÇE’de, ÖN-YUNANCA’da (yâni yine Ön-Türkçe’de), ÖN-MISIRCA’daki harflerle yukarıda andığımız ELİS ESİS OZ tümcesi vardır. Bunun anlamı: KİŞİ OLARAK GÖĞE GEÇME 'dir…’
Uzayadamına benzeyen resim herhalde ‘göğe geçme’ kavramının resmi olarak tasarlanmıştır olsa gerektir…’
2- Bana, 10 yıl kadar önce, Paris’teki adresime, Kültür Ateşeliğimiz’in yönlendirmesiyle Avustralyalı bir araştırmacı gelmiş, Avustralya kıtasının Asya’ya bağlı olduğu dönemde, Türklerin buraya geçmiş olduklarını düşündüklerini söyleyip işbirliği yapmayı önermişti. O günlerde ağır bir göz ameliyatı olacağımdan, endişeler içinde bu öneriyi değerlendirememiş, unutmuştum.
Bugün bur gerçek, Avustralyalı araştırmacıların DNA kıyaslamasıyla ortaya çıkmıştır.
3- Bir büyük gerçek daha var: Dünya tarihini incelemiş, bu konuda 2 000’den fazla kitap okumuş Atatürk ‘ANAYURT VE TÜRK TARİH SAVI’nı öne sürmüştü; bulgular, Atatürk’ün savının doğruluğunu ve Büyük Önder’in üstünyeteneğini kanıtlamaktadır.
Batı’nın bize biçip kaleme aldığı ‘resmi tarihe’ inanmaya devam edecek miyiz?”
Evet, sözün bütün anlamlarında Büyük o insanın elinde ne Kâzım Mirşan okuyup çözdüğü metinler var, ne burada sözü edilen bulgular; ama tıpkı tarihteki benzerleri gibi, kendine, yaşadığı yerküreye, evrene bizim güzelim deyişimizle Can gözüyle bakmayı bildiği ve hiçbir anlık, bireysel çıkar uğruna gördüğünü saklamadığı için, pırıl pırıl dile getirmiş.
Aslında gerçekten şaşırtıcı başarılarla dolu bir tarihsel ve toplumsal evrimin sonunda, insan denen memeli bugün öyle bir yere geldi ki, bir avuç doğal doyumdan yoksun acımasız vebalının sanal istekleri uğruna canlı cansız bütün varlıklarıyla şu güzelim mavi gezegeni evrensel zamanından çokkkk önce sonsuzluğa yollama tehlikesiyle karşı karşıyayız!
Ve ne acıdır, öncelikle parasal gücü, dolayısıyla karar verme, verdikleri kararları sınırsız iletişim araçlarıyla insan kardeşlerine yutturma olanağını ellerinde bulunduranlar gerçek kurtarıcılarına, Mustafa Kemâl Atatürk’e adını bile belleklerden silmek üzere düşmanlar!
Bakalım bu ölüm kalım satrancı nasıl bitecek?



Cumhuriyet, 4 Nisan 2007

21 Mart 2007 Çarşamba

BATI’NIN KAPKARA YÜZÜ

Biliyorsunuz, “en zor şey, gözünün önündekini görmek”, “çok daha zoru da gördüğünü korkmadan söyleyebilmek” bugün.
Çok sevgili Rauf Denktaş başkanlığındaki Talât Paşa Komitesi, Doğu Perinçek ve inançlı arkadaşları, 2005 yılından beri, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık ve bağımsızlığının sömürgecilere bileğimizin hakkıyla onaylattırıldığı Lozan’da, aslında ABD’nin hepsine dayattığı “Türkler 1915’ten sonra, ve Kurtuluş Savaşı Boyunca Ermenileri kesmiş kıymış sürmüştür” yalanını suratlarına çarpıp aldıkları sözümona meclis kararlarını ayaklarının altına alıp çiğnemek üzere eylemde bulunuyorlardı. Bundan ötürü, tek kurban seçildi, Perinçek düzmece bir yargıdan sonra gülünç-acıklı bir cezaya çarptırıldı; gerçi daha Yargıtay süreci var, ama maskeler düştü, bir türlü usunu başına toplayamayan, yüzyıllardır yetenekli çocuklarının oluşturdukları uygarlığa önce kendi canları için dört elle sarılmayı bilemeyen ağzı salyalı sömürücülerin kapkara yüzleri tabak gibi ortaya çıktı.
Bırakın Türkleri, henüz çıldırmamış bir Amerikalı, Prof. Justin Mc Carthy bile (hey gidi hey! Aynı soyadını taşıyan bir soysuz Amerika’daki, dolayısıyla bütün dünyadaki ilericilerin, devrimcilerin yıllarca başına bela olmuştu!), insanlığın bin bir emekle oluşturduğu hukuk kurallarını açıkça çiğneyerek kendisine: “Peki, Türkler Ermenileri soykırımdan geçirmiştir demek, uluslararası bir yalan mıdır gerçekten?” diye soran kukla yargıca: “Soykırım demek yanlıştır” yanıtını veriyor. “Peki soykırımın tanımını biliyor musunuz?””Elbette, birçok tanımını biliyorum. BM tanımını dayanak alırsanız, hiçbir savaş kırımsız olmaz! Dolayısıyla, savaş koşullarında ‘soykırım’dan söz edilemez!”
Doğu Perinçek’se, Lozan’daki duruşmada, şu güzelim mavi gezegende evrensel koşulların izin verdiği sürece barış içinde, mutlu yaşamak istiyorlarsa başta azgın soyguncu talancı Batılılar, bütün insanlara gerçek bir hukuk uygarlık dersi verdi.
“Varolan yasaya göre suçsuzum. Çünkü soykırım iddiası, Ermeni olayında geçersizdir. Bana uygulanmak istenen, hüküm, Ermeni sorununda ölmüştür. Bu yasa Yahudi soykırımı için uygulanabilir, bu mahkemelerin bileceği iştir. Ama Ermeni sorununda uygulanamaz.
Türkçemizde çok güzel bir söz vardır: Ölmüş eşeğin etinden sucuk yapılmaz!
Bana uygulanmak istenen yasa maddesi, Ermeni Soykırımı açısından ölmüştür, Artık bu ölüyü kaldırmak gereklidir.
Yasanın hukuk açısından yürürlükte olması, uygulanabilir olduğunu göstermez. Yasalar da ölür, gömülürler. Yapılması gereken, kaçınılmaz olarak yapılacak olan budur.
Suçun oluştuğunu saptamak üzere kastım araştırıldı. ‘Ermeni Soykırımı Uluslar arası Bir Yalandır’ derken amacımın ne olduğunu söyleyeyim.
Birinci gerekçe, gerçeğe bağlılık duygusudur.
İkincisi, Türkiye’nin, Ortadoğu’nun, dünyanın geleceğiyle ilgilidir.
Bu yalan, Ermeni sorunuyla ilgili olarak değil, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde kullanılacaktır. Kuzey Irak’taki kukla devleti Türkiye, İran ve Suriye’ye doğru genişletme girişiminde bu yalanın kullanılacağı şimdiden bellidir. Bunda İsviçre’nin, Avrupa’nın bir çıkarı yoktur. İnsanlığın da, Ermeni kardeşlerimizin de bu siyasette bir çıkarı yoktur.”
Savunmasından kısa bir bölümü alabildiğim Doğu Perinçek, ilk bakışta ulusal gibi gözüken bu insanlık dâvâsına giderken, gerek yazılı basında, gerek televizyonlarda, bütün ulusa, siyasal ve toplumsal örgütlere açıkça seslendi: bu benim kişisel yargılanmam değildir, bütün insanlık değerleri, kavramları, gelenekleri yargılanmak isteniyor; gelin hep birlikte gidelim, bütün dünyaya hem ulusal birlik ve dayanışmamızı gösterelim, hem gerçek insan hak ve özgürlüklerinin yerleştirilmesine yardım edelim” dedi; ama bir avuç insanın dışında kimse katılmadı Türkiye’den; Avrupa’da çalışan yaşayan Türklerse, gelen bir iletinin haklı olarak dile getirdiği gibi, “bir hazırlık maçına koşanların” onda, yüzde biri kadardı.
Ne yapalım? Bugünkü eğitim-öğütüm düzensizliğinde Küba gibi talihli ülkelerin dışında, büyük çoğunluk derin uykuda; o zaman iş kalıyor 80 yaşındaki yılmaz insanlık-hukuk savaşçısı Rauf Denktaş ve Doğu Perinçek gibi bir avuç gözüpek öncüye!
İnsanlık adına hepsine sonsuz teşekkür!


Cumhuriyet, 21 Mart 2007.

7 Mart 2007 Çarşamba

KÜBA’DA DEVRİMİN TEMELİ: EĞİTİM

“(Beyne) ne ekersen onu biçersin!”
Küba’nın ulusal-düşünsel kahramanı José Marti, “devrimin temeli ekin (kültür) olacak” demiş; Fidel Castro bunu ta başından benimseyip canla başla yürürlüğe koymuş.
Küba José Marti Dostluk Derneği bir söyleşi düzenledi geçende; Küba büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal, Selcan Çınar Önal , Şirin Öztürkler “Küba’da eğitim”i ele aldılar. Selcan, anaokulundan üniversiteye dek eğitim-öğretimi anlattı; Şirin, Küba’daki eğitim düzeniyle Türkiye’dekini karşılaştırdı; Abascal da dinleyenlerin bu konuda merak ettikleri öbür ayrıntılara değindi.
Gelin şimdi bu konuda, İgnacio Ramonet’nin “İki Ses Bir Biyografi” adlı kitabında Fidel’in söylediklerine kulak verelim:
“Birkaç ay önce Küba Yazarlar ve Sanatçılar Birliği toplantısı yapıldı. Birkaç gün sürdü. ‘Ekinsel istila’dan söz edildi.

Dünyayı aydınlatan, düşün’lerdir. Düşün derken, yalnız adil düşünleri anlıyorum. Dünyaya barış getirebilecek, ciddi savaş tehlikelerini ortadan kaldırabilecek düşünler. Bu yüzden ‘düşün savaşı’ndan söz ediyoruz.
İnsanlar paranın yaşamsal olduğunu düşünüyor. Yanlış. Yaşamsal olan, insanların bilgi ve eğitim düzeyidir. Bilgili, eğitimli pek çok insan Miami’ye göçtü, ama devrim 800 000 nitelikli uzman ve aydın yetiştirdi.
Peki üzülerek neyin ayrımına vardık? Ailesi bilgili, ekine ulaşmış çocuklar en iyi okullara gidiyordu, çünkü o okullara not ortalamasıyla giriliyor. Bu insanlar daha sonra iyi işler buluyor, daha iyi yerlere geliyorlar. Toplumun yönetici çıkaran kesimi hep aynı oluyor.
Bizim toplumcu düzenimizde, yıllar süren çabadan sonra, okuma yazma bilmeyen kalmadı. Herkes en azından 9 yıllık eğitimi bitiriyor. Yine de şunu görüayordum: ayrıcalıklı diyebileceğimiz kesim hep ayrıcalıklı kalıyor,öbürleri, daha dışlanan kesim yine dışlanmış kalıyordu.
1959’dan sonra eğitim dizgesini değiştirdik. Ama bugün öyle bir yere gelindi ki, üniversiteyi bitirmeden herhangi bir şeyi yönetmek olası değil. Ekinden yoksun insanların çocuklarını bekleyen, cezaevleri.
Bunu düzeltmek için tam bir devrime giriştik. Durumu tersine çeviriyoruz. Bunu yaparken, iyi okullara gidenlerin fırsatları da ellerinden alınmıyor elbet. Onlar da devrimci. Ama üniversite eğitimini bütün ülkeye yayıyoruz. Dokuzuncu sınıfı bitirmiş, çeşitli nedenlerle ilerisini okuyamamış, çalışmayan bütün 17-30 yaş arası gençlere parasal yardımda bulunup okutuyoruz. 2001 Eylül’ü ile 2005 Eylül’ü arasında, bu gençlerin 45 000’den fazlası üniversiteye gitti. N devrimci onlar olacak. Bu onlara, yaşamın tanıdığı ikinci fırsat.
Bir inceleme yaptırdım, cezaevlerindeki insanların yalnız %2’si yönetici ya da aydın çocuğuydu. Bunun üzerine her şeye değiştirmeye karar verdik: Sanat eğitmeni yetiştiren okullar açtık, buralarda toplumsal dağılım çok başka. Okumayan, çalışmayan insanlar şildi bu okullara gidiyor. 70 000 kişi daha girecek. Bunu yaygınlaştırıyoruz. Okulumuz, televizyonumuz, bilgisayarımız var zaten. Yeni okul yapmaya gerek yok. Gereken tek şey, birinci sınıfın coğrafya, matematik öğretmeni. En iyi öğretmeni buluyor, ders verdirip filme çekiyor, 50-100 000 kasede kopyalıyoruz. En iyi ders veren, konuyu en iyi bilen, en iyi öğretendir.
Belli bir iş kolunda çalışanların azaltılması mı gerekli? Aylık kazancını öde, okula yolla.
958 üniversite merkezimiz var, 169’u kentlerde, 84’ü şeker işletmesi konutlarında; 18’i merkez cezaevlerinde.
Her şey birbirine bağlı: bilgisizlik, işsizlik, yoksulluk, açlık, hastalıklar, içme suyu-elektrik eksikliği, çölleşme, iklim değişimi, ormanların yok olması, seller, kasırgalar, kuraklıklar, toprak kaybı, dirimsel bozulma, salgınlar, bütün öbür ağlatılar.
Ve bütün bunlar, ancak dünya insanlarının beyinlerine doğru bilgilerin ekilmesiyle çözülebilir.


Cumhuriyet, 7 Mart 2007.

7 Şubat 2007 Çarşamba

“AVRASYALI OLMAK”

İletişim ağından dostum Selahattin Erol, geçen gün yolladığı iletilerden birinin başına bir Latin özdeyişi almıştı: “Nedenleri gören kişi talihlidir!.”
İsterseniz küçük bir ekleme yapalım: Nedenleri ve yarattıkları sonuçları görebilen; hele bunları dile getirmeyi GÖZE ALABİLEN hem çok talihlidir, hem de bugünkü küresel soygun içersinde çok talihsiz!
Avar kızı Bânû işte bu ikincilerden; Nobel Barış ve Yazın ödüllerine, o arada Bay Orhan Yamuk’a değinecek oldu, az daha kaynar kazana atılıyordu.
Geçen Pazartesi Avrupa’da çıktığı doğru avını Kuzey İrlanda ve Barış Süreci başlıklı bölümde ele aldı; başta İngilizler, bütün anamalcı sömürgenlerin güzelim dünya halklarını nasıl cicili bicili sözcüklerle kandırdıklarını, tuzağa düşürdüklerini, kışkırtıp birbirlerinin üstüne saldıklarını kısa, öz, çarpıcı görüntü ve tümcelerle anlattı. Bütün dünyayı, o arada şu körolası petrolü tekellerine almak üzere, onca yıldır savaştırdıkları Kuzey ve Güney İrlanda arasında, bir gecede nasıl bir barış(?) süreci başlattıklarını bütün ayrıntılarıyla, silah üretimlikleriyle, insanların beyinlerini yıkayan çorbaya çeviren televizyon ve gazetelerle (ne kadar bizdekine benziyor değil mi) gözümüzün kulağımızın önüne serdi; bütün iş, bizim bunu görmeye razı olup olamayacağımızda.
Truva Yayınları, sevgili Bânû Avar’ın bu çarpıcı dizisinin ilk kitabı “Sınırlar Arasında”’dan sonraki bölümlerini “Avrasyalı Olmak” adıyla bastı. İki ana bölüme ayrılmış kitabın “Avrasya’da Küresel Düşler” bölümünde Dedesinin ülkesi Dağistan’a, Kafkasya’da bir şölene, Nahcivan’a, Bakü’ye, Kiev’e, Kırgızistan’a, Batı Trakya’da ısrarla azınlık sayılan Türkler’in arasına, Sovyetler dağıldıktan sonra bir uçtan öbürüne savrulan Romanya’ya, Gümülcine’ye, İskeçe’ye götürüyor bizi.
“Kıbrıs’ta Türk Olmak” başlıklı bölüm, şöyle başlıyor: “İngiltere Mısır’dan çekilirken, Başbakan Macmillan: ‘Mısır’ı yitirdik, ama Kıbrıs yedek üs’tür’, diyordu. ‘Kıbrıs’ın İngiltere ve Türkiye için önemi büyüktür!’ diyordu. ‘Kıbrıs Adası’nı kim elinde tutarsa, İskenderun Limanını ve Türkiye’nin arka kapısını denetime altına alır’, diyordu.
Görüyorsunuz ya, elin sömürgeni, başından beri her şeyi açık açık söyleyerek yapıyor; bunun için de çok etkili bir yol bulmuş: yerli gönüllü ve paralı uşaklara, durmadan bunun tersini yineletmek: Kıbrıs’ı, Ege’yi, Güneydoğu’yu, petrolünü, bor’unu, bütün öbür yer altı yerüstü kaynaklarını kendi elinle vermek uygarlıktır, çağdaşlıktır, özgürlüktür!
O arada, güzeller güzeli Rauf Denktaş, Erol Manisalı ve benzerleri çırpınıp dursunlar!
Bizim şaşkınların ya satılmışların dünyaya barış güvercini diye tanıttıkları tekerlekli iskemleye çakılı şahin Başkan Roosevelt daha açık nasıl söyleyebilirdi ki? “Kıbrıs, Yunanistan’a bağlanmalıdır. Petrol kaynaklarını koruyabilmek için bu kaçınılmazdır!”
Kitabın ikinci ara bölümü, “Batı’nın ‘Öbür Yüzü’” başlığını taşıyor; burada “Filistin Bir Bıçaktır! Kalbinize Saplanır”, “Muhammed ve Duvarları”, “Cezayir: Kurtuluştan Bugüne”, “Pakistan’ın Çilesi” yer alıyor.
Üçüncü ve son bölümün başlığı: Umuda Doğru. Buradaysa “Bir Hint Rüyası”, “Kazakistan ‘Kökümüz Bir’ Diyor” , “Venezüella’nın Chavez’i” ve “Fidel Benim” var.
Bizim de izlediğimiz, kaydettiğimiz, gelip giden dostlarımıza gösterdiğimiz “Fidel Benim”’in bir yerinde, Avar’ın karşısında ışıl ışıl gözleriyle Pedroso şöyle diyordu:
“Bush, bir anlamda bizi uyanışa itiyor…Fransız Devrimi’nden günümüze kadarki dönemde başa geçen en kötü Amerikan hükümeti bu. Bush ve yardakçıları çok hayırlı bir iş yapıyorlar! Bu kadar insanın silkinip kendine gelmesi onların zulümötesi siyasetlerinin yardımıyla oluyor! Latin Amerika yeni bir döneme giriyor. Biz bu savaşımı yalnız Küba halkı için değil, bütün insanlık için veriyoruz. Küba, insanlık için bir simgedir. Bir deniz feneridir!”
Sen de ülkemiz için öylesin Sevgili Bânû!

12 Ocak 2007 Cuma

“SENİN BİR DÜŞÜN VAR MI?”

Bu başlığı Fakir Baykurt’un Almanya’da Mannheim Alevi Kültür Merkezi’nin yayınladığı Aydınlık Özlemi adlı kitaptaki bir yazıdan aldım.
Kitaptaki yazılar, Fakir’ciğimin Almanya’ya sığınmak zorunda kaldıktan sonra çeşitli yerlerde çıkmış yazılarından, konuşmalarından oluşturulmuş.
Başlığını ödünç aldığım yazı, 14.7.1988’de Emek’te basılmış.
Fakir burada, yazınseverlerin yakından tanıyacakları bir ödülün , Madaralı Roman Ödülü’nün kurucusu, yaşatıcısı Fikret Madaralı’yı ele almış.
“Fikret Madaralı’nın göz açıp yumacak kadar öğretmenlik yaşamı oldu. Samsun’un Çukurbük köyünde yedi yıl çalıştı, sonra Köy Enstitülerine geçti. Oradaki çalışmaları daha kısa sürdü. Düşüncelerinden ötürü izlediler.Sonra meslekten ayırdılar.Halkına sağlam bağlarla bağlıydı.Mesleğini,yurdunu çok seviyordu.Kendisini yakından tanıyanlar bilir, örnek insandı. Biraz kırıldı, ama hiç eğilmedi.
Fikret Bey traktör sürücülüğü yaptı.Fethiye hanım dikiş dikti.Çocukları olmadığı için Yıldız’ı alıp büyüttüler. Düşe kalka esenliğe geldiler. Fikret Bey 90 oldu,Fethiye Hanım 80’i geçti.
...
Fikret Bey’in saygınlığı arttı. Kendini toplum işlerine verdi. Onun son uğraşı ceviz dikimidir.Ortalıkta öteden beri ’Ceviz diken ölür!’ diye bir söz dolaşır.Bu sözün yanlışlığını kanıtlamak için Fikret Bey durmadan ceviz dikti. Ölürüm diye ceviz dikmekten kaçınanlara :’İşte ben dikiyorum, seksenini geçtim, ölmedim! Demek bu söz asılsız!’ diyordu. Bunu söylemekle yetinmiyor, cevizin türlü yararlarını anlatıyor, bu konuda yazıyor, konuşuyor, yurt ölçüsünde kampanya açıyor.Yolculuklarda sesbüyültenli otobüsleri seçiyor. Valilerle,kaymakamlarla ilişki kuruyor, okullara gidiyor, bildiklerini öğretmenlere, öğrencilere anlatıyor:
‘Ceviz soframıza katıktır,mobilyamıza kütüktür! Ceviz yaşlılara, gençlere, özellikle çocuklara ilaçtan öte yararlı bir besindir.Cevizin kütüğü dışa satılır, içe döviz getirir’ diyor, bıkıp usanmadan anlatıyor.
Milliyet’ten Emin Çölaşan onunla uzunca bir konuşma yaptı. Gazete bu konuşmayı tam sayfa bastı. Kendisine 204 mektup geldi. Venezüela’da okumuşlar, ordan mektup geldi.Telefon edenlerin sayısı belirsiz.
Fikret Bey diyor ki: ‘Ceviz kütüğü satarak dış borçların hepsini ödeyebiliriz!’ Dinleyenler gülüyor. Yüzüne kuşkuyla bakıp ‘Hoca kafayı üşüttü! Bu söyledikleri yalnızca düş!’diyerek yanından uzaklaşıyorlar.
Öyle ya,elde o kadar ceviz yok. Olanları kesip tüketmişiz, ölürüz diye korktuğumuz için, yenilerini dikmemişiz; olmayan kütükler dışa satılır da,içe döviz gelir , bunlarla dış borç mu ödenir? Ama bir de hepimiz ceviz diker,bakar, büyütürsek? Yerleşme alanlarının biraz uzağı koyu gölgeli yeşil toplara benzeyen cevizlerle kaplanırsa,Fikret Bey’in düşü gerçek olur.”
...
“Ben de diyorum ki: Düşlerimizi o kadar aşağı görmeyelim. Düşlerimiz gerçeğin öbür yüzüdür. Düş ile gerçek birbirinin yanında durur.Gerçek yıkılır düş olur, düş canlanır gerçek olur.
Madaralı Hoca , ceviz düşünü gerçekleştirmek için çalışmayı sürdürüyordu. Nerden nereye; Kaman Belediyesi her yıl ’Ceviz Kültür Şenliği’ düzenliyor. Bunu duyar duymaz otobüse binip soluğu Kaman’da alıyor.Gür sesi bu kez oralardan geliyor.Ceviz dikmenin yararlarını, o asılsız sözün zararlarını anlatıyor.
Yaşamda bir düşün olsun demek istiyorum sevgili okurum sana!Onu gerçekleştirmek için çaba harca, gülen varsın gülsün; aldırma. Küçük iş, büyük iş deme. Bir iş yap varsın küçük olsun. Giderek etkisi büyür.Ürgüp’lü Mustafa Güzelgöz köylere eşekle kitap taşıdı. Ünü dünyayı tuttu. Üstelik o hiç de ün için çalışmıyordu. Ben seni biliyorum, sen de ün diye gözünü yukarlara dikmezsin sevgili okurum. Sen çok çok önemlisin benim gözümde. Hiç olmazsa karanlığı beslemiyorsun. Aydınlıktan yana tavır alıyorsun.Ama bu yeter mi?Aklın, gücün yok mu? tavır almakla kalma, aydınlığı besle. Bir kitaplık açamıyorsan, bir yoksul öğrenciye her ay okumak istediği bir kitabı al.
Diyelim bunu da yapamıyorsun, Çeltikçi’li Birnur Şener’in yaptığını yap: Kör komşuna git, ona birer ikişer saat kitap oku. Küçük iş diye dudak bükenlere hiç aldırma. Hani çok ünlü bir söz var, hakkı olmayanlar kullanıyor onu, o söz daha çok sana uyar:Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at, bir at bir yiğit, o yiğit de yurdu kurtarır! Böyle düşün, bir işe girişirken, onu önce sen kendin küçük görme.
Bahri Savcı, yaşamının sonuna doğru, kendisinden önce İstanbul’a gidip Hukuk Fakültesi’ne yazılan Sabri ağabeyinden çok anlatırdı. Bahri Bey Çorum’luydu, Gönen’de büyüdü, Edremit’te okudu.Sabri Ağabeyinin ardından İstanbul’a gitti; Çarşıkapı ortaokuluna yazıldı. Anneleri Hanife Hanım, oğulları okusun diye Gönen’de tütün işçiliği yapıyordu.
Aile orta halli bile sayılmazdı,yoksuldu. Sabri Ağabey, Bahri’yi ta Beyoğlu’na tiyatroya götürdü.İlk kez tiyatro görüyordu. Çok etkilendi. ‘Hep gel bunlara! İyi filmler geldiğinde sinemaya da git!’dedi. Sabri Ağabey, Hukuk Fakültesi’ni bitirip yargıç oldu. Kardeşini hiç bırakmadı.Kitap okumaya o alıştırdı. ‘Askerliğini yap, seni Avrupa’ya göndereyim!’ diyordu.Böyle ağabeyler vardı o zaman.”
İşte böyle! İster düş deyin, ister ülkü,o olmadan yaşanır, insan,canlı, evreni oluşturan sayısız ögeden yerine yakışan, işlevini eksiksiz gören, öbür ögelerle dayanışan,dolayısıyla doyumlu, mutlu, dengeli bir varlık olunur mu dersiniz?