27 Nisan 2005 Çarşamba

“UYGARLIK TASARIMI”

Metin Aydoğan’’ın Mustafa Kemâl ve Kurtuluş Savaşı’nın ardından, sağolsun, Özer Ozankaya da Cem Yayınevi’nin bastığı kitabını yolladı: CUMHURİYET ÇINARI:Mustafa Kemâl’i ‘Atatürk’ Yapan Uygarlık Tasarımı.
Aydoğan’la aynı kaynaklardan yola çıkan Ozankaya elbet benzer sonuçlara varmış, Ulu Önder ve gerçekleştirdiği Devrim konusunda.. Ve çok yerinde bir saptamayla bunun sıradan bir dönüşüm olmadığını, yok edilmek istenen Türk ulusunun yanında, daha da önemlisi, bütün insanları, dünyamızı kurtarma girişimi, atılımı olduğunu gözler önüne sermiş.
Fransızların da, bütün öbür ulusların da tıpkı Atatürk gibi değerini bilemediği Henri Laborit: uygarlığın yeniden tanımlanmasının zamanı geldi,derdi.
Bakın Kurtuluş Savaşı’nı yengiyle bitiren 30 Ağustos’un hemen ardından ne diyor bütün insanlığın Ata’sı:
“Bugün eriştiğimiz nokta, gerçek kurtuluş noktası değildir,...Kurtuluş, toplumdaki hastalığı ortaya çıkarıp iyileştirmekle elde edilir.
Bir toplumun hastalığı ne olabilir? Ulusu ulus yapan, aydınlatıp ilerleten güçler vardır:Düşünce güçleri ve toplumsal güçler...Düşünceler anlamsız, mantıksız, uydurmalarla dolu olursa , o düşünceler hastalıklıdır. Bunun gibi toplumsal yaşam da mantıktan yoksun, yararsız ve zararlı birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa, kötürüm olur.
Ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında, düşünsel eğitiminde kılavuzumuz bilim ve uygulayım(teknik) olacaktır. Bilim ve uygulayım için hiçbir kısıtlama, koşul-koyma yoktur. Hiçbir mantıksal kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, görüşlerin korunmasında direten ulusların ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz.
Yurdumuzu üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı dize getiren başarının sırrı nerededir biliyor musunuz? Orduların yönetiminde bilim ve uygulayım ilkelerini önder edinmemizdir.”
Ve gerek Anadolu’daki insanların, gerek bütün dünyadaki canlı cansız tüm varlıkların canına gereken değeri verdiği için, gerçek uygarlığa götürecek yolun DÜNYADA VE YURTTA BARIŞ olduğunu çok iyi görmüş, ömrü boyunca bunun gereğini yerine getirmiş.
Yurttaşlarını binlerce yılın karalığından kurtarmak üzere bildiğiniz devrimlere girişmiş, yazıyı, yasaları, tarımı, işleyimi, kısacası bütün toplumsal yaşamı tepeden tırnağa değiştirmek üzere gereken adımları atmış. Bunun uzantısı olarak, yeryüzünü dolduran milyarlarca insanın kendilerine yetecek şeyleri üretmeden asalak gibi yaşamasını önlemek; ayrıca üretilenin bir avuç sülüğün elinde toplanmasına daha baştan set çekebilmek üzere, eğitim içinde üretimi, KÖY ENSTİTÜLERİ’ni oluşturacak taşları döşemiş.
Ama zavallı Amerikalı, Avrupalı insan kardeşlerimiz, başlarındaki kör-sevgisiz önderlerin ardına takılmış, bu güzelim atılımları destekleyip geliştirecek yerde yeniden üstümüze çullanmışlar, hâlâ sırtımızdalar.
Yararlandıklarını öne sürdükleri bilim de, din kitapları da, insanın ölümlü olduğunu yineleyip durur; boşuna. Hiç ölmeyecekmiş gibi saldırırlar dünya nimetlerine, paraya, bir türlü somut olarak tadamadıkları erk’e. Şu mucize gezegende, canlarının bırakın insan kardeşlerini, göze görünmeyen küçük varlıklara bile bağlı bulunduğunu unutur, dünyayı cehenneme çevirirler.
Bunca yıldır okuyup öğrenmeye çalışıyorum; insanlık tarihinde, boş kavramların ardında koşmayan, gelmiş geçmiş bütün gerçek bilgeler gibi, yalnız kendi yurttaşlarını değil, bütün insanlığı, dolayısıyla benzersiz mavi gezegenimizi kollayıp korumaya canını adamış başka önder göremedim.
Ne mutlu bana Atatürk’ün torunuyum! Kimsenin toprağında, doğal kaynaklarında gözüm yok;hiçbir ülkeye bomba yağdırmıyorum; dolar dağıtıp hükümet düşürmüyor, insanları birbirine kırdırmıyorum. Kısacası, Ata’nın istediği gerçek uygar insan benim.
Öbür insan kardeşlerimiz de bunu göremezlerse, mamutlar gibi, ardımızdan tarihimizi yazacak kimse kalmayacak.

Cumhuriyet,27 Nisan 2005

13 Nisan 2005 Çarşamba

DENKTAŞ’A SELAM

Mikrokozmos’u, görmüş müydünüz? O güzelim belgeseli hazırlayanlar, mantık gereği, bu kez işin özünü, oluşumu ele almışlar: Yaratılış, Büyük Sır.
Gerçi “yaratılış” diye çevirmişler, ama sözcüğün aslı oluşum: nereden geldiğini bilemediğimiz – araya sakalllıları sokup açıklamayı sürdürdüğümüz – kara delik’te saklı acunsal enerji günün birinde kılıfını kırıp uçsuz bucaksız evrene yayılmaya, genleşmeye başlamış. O arada kendi çevresinde de sürekli dönüyor; bu kesintisiz devinim sırasında, zamanın bir noktasında, göze görünmeyen enerji yoğunlaşıp ilk bulutsuları, ardından yıldızları, gökadaları, ve elbet Samonyolu’nu oluşturuyor. Sonra güneş dizgesi, yerküre; ve bize göre uzunca bir evrimin sonunda, bu yuvarlak gezegen üzerinde su, hava, bitkiler, denizler, denizde ilk tekgözeliler.
Filmin yaratıcıları, çok yerinde bir kararla, görüntüleri dillendirme işini Afrikalı bir bilge-ozan’a vermişler; belki biliyorsunuz, atamız şempanze ya da bonobo, bugünkü Habeşistan’da, göller yöresinde yerin yarılıp bir dizi püskürük dağ oluşturmasından, Hindistan’dan esen bereket kaynağı Musonların kesilmesinden sonra, iç kesimde, ağaçlardan inip hem yiyecek bulmak, hem de öbür yırtıcılara karşı canlarını korumak üzere iki ayak üstünde koşmaya başlamış.
Kara bilge, önündeki bir tas suda oluşumu, evrimi özetlerken, iki sabun köpüğü yarattı; sabun köpükleri, dönmelerini sürdürürken birbirlerine doğru gidip kaynaştılar: sevi, başka bir deyişle, memelilere özgü çiftleşme doğmuştu.
1+1=3 denkleminden sonra, canlı varlığın varlığını sürdürebilmesi, beslenme, barınma, üreme işlevlerine bağlanmış; bunun içinse, yaşadığı alanın işaretlenmesi, sonra korunması gerek; o zaman hem dişiler, hem besinler ve barınaklar için kavga boy göstermiş.
Ancak, bu özetlediklerimiz varlıkların ilksel dönemleri için geçerli olsa da, insan için, hele hele tarımı, artı-ürünü bulduktan sonra yürürlükten kalkmalıydı; ama öyle olmadı, olamadı biliyorsunuz:Avrupa’da yaşayan kimi açgözlüler, yaşadıkları yerlerden binlerce kilometre ötedeki ülkelere, kaynaklara göz diktiler; o gözler hâlâ dikili.
Denktaş, tıpkı Atatürk gibi, gelip geçici birer sabun ya da enerji köpüğü olduğumuzu çok iyi biliyor: er geç acunsal yaşam enerji okyanusuna geri dönüp eriyeceğiz.
Ama bunu hiç duymamış, ya da kazara duyduysa çoktan unutmuş kimi çılgınlar, yerküredeki okyanusları aşıp yaşama alanına, olanaklarına el koymaya gelmişler; üstelik bu işi son derece allı pullu sözlerle, düzmece ilke ve ülkülerle yapıyor, yapmak istiyorlar.
Soylunun soylusu Denktaş haklı olarak çığlık atıyor: şu daracık yaşama alanını, yalnız insan için geçerli bağımsızlığımı, egemenliğimi elimden almayın!
Binlerce yılın sömürüsüyle yozlaşmış öbür sabun köpükleri nereden geldiklerini, nereye döneceklerini unutmamış olsalardı, bütün birimlerin, görünen görünmeyen bütün öğeciklerin sımsıkı birbirine bağlı ve bağımlı olduğu evrende bağımsızlık, egemenlik terimlerine gerek kalmayacaktı ; ama kendileri için bunu en kör bencillikle isteyenler, canlı cansız bütün öbür varlıklara bu hakkı tanımaya yanaşmıyor bir türlü.
Belgeselde bir daha vurgulandı: canlı varlık, canını sürdürebilmek için, gerektiğinde kendi türdeşini bile yutuyor. Ama bir daha anımsatıyorum: beslenmek, barınmak, üremek için artık bu ilkel yöntemlere gereksinmesi kalmayan insanın bu yamyamlığı sürdürmesi, aslında DAYANIŞMA’yı da ilkeleri arasında bulunduran evrensel mantığa uyuyor mu?
Böyle yapamayacağımızı gösteren çok uyarı var: ozon katmanını deliyor, havakürereyi ısıtıyor, buzulları eritiyoruz; kısa bir süre sonra, birçok ada, ülke, kent haritadan silinecek.
Sayın Rauf Dektaş bütün bunları eksiksiz biliyor; dolayısıyla çığlığı yalnız Kuzey Kıbrıs Türkleri için değil, insanlık için, canlı cansız bütün varlıklar, şu güzelim Mavi Gezegen için.
Beni gözyaşlarım, alkışlarım da, onurlu yaşam savaşçısı Rauf Denktaş için.



Cumhuriyet, 13 Nisan 2005