22 Eylül 2004 Çarşamba

RUHİ SU’YU DİNLERKEN

Sevil’le insan sesini çok severiz;dolayısıyla Assos’a giderken yanımıza sevdiklerimizin çoğunu aldık:Dmitri Hvorostosvki,Cecilia Bartoli,Bryn Terfel,Robeson.
Bu usta yorumcular asmalı küçük avlumuzda,yıldızlı göğün altında,bütün gecelerimizi süslediler.
Arada bir zamanların ünlü Kızıl Ordu Korosu’ndaki inanılmaz sesli yorumcular da vardı elbet;bir de Yuri Galiev’in tadına doyulmaz halk şarkılarını dinledik birçok kez.
Hepsi kendilerini kabul ettirmiş,ünlü,usta yorumcular elbet;ama hiçbiri bizi Ruhi Su ile Sümeyra Çakır kadar sarmadı,doğal olarak.
Rastlantı ve gereklilik bize büyük bir armağan vermiş,ömrümüz bu iki yorumcuyla diz dize,can cana geçmişti;Sümeyra’nın başına o tatsız siyasal kaza gelip onu Almanya’ya uçurduktan sonra doldurduğu plak ve kasetleri ancak uzaktan edinebildik ne yazık ki.
Ruhi Bey’in hemen bütün yapıtları var Behram’daki yuvamızda;her akşam en az ikisini dinledik:Aman Of,Barabar,Ekin İdim Oldum Harman,DostlarTiyatrosu Dinletisi,Ankara’nın Taşına Bak,Levni’den Pir Sultan’a,Beydağı’nın Başı,Göçler-Çocuklar-Balıklar.
Bu benzersiz yorumları dinlerken,bir noktayı eskiye oranla çok daha açık seçik algıladım bu kez:öbür halkların şarkılarını kendi dillerinde söylendikleri zaman çözemiyorum elbet,dolayısıyla örneğin çok sevdiğimiz Kalinka’da Rus halkı neler diyor bilmiyorum;ama Rus halk şarkılarının İngilizcelerinde Robeson’un söyledikleri hiç hoşuma gitmiyor doğrusu;Bir sınırdan öbürüne koşan Sovyet orduları ne yapıyordu,ne yaptılar?Tıpkı Amerikan orduları gibi,çevre ülkelerin halklarına kan kusturdular,o güzelim toplumcu öğretiyi ZORLA,ÖLÜMLE benimsetmeye giriştiler. Sonucun ne olduğunu bugün çok acıklı biçimde bütün dünya görüyor.
Çözebildiğim halk şarkıları içinde bir tek Makeba ile Yupanqui’ninkiler bizimkilere yakın,gerçekten insanca,sevgi,acı,sevi dolu sözler aktarıyorlar kuşaktan kuşağa.
Ama doğrusu bizim halk türküleri,hele Alevi türküleri,insanların 10 000 yıldır biriktirdiği bütün soylu değerleri,en süzme dünya görüşünü,en yalansız dolansız doğal sevdayı dile getirmiş.Buna nasıl sevindim,nasıl övündüm!
Ruhi Su artık ne yazık ki gündemde değil;bu ülkenin asıl efendileri olduklarını sananların buyruklarına uyan yerli uşakların hukuk-insanlıkdışı kararıyla bir gece kablolu yayından atılan Ulusal Kanal’ın dışında artık kimse onun türkülerini çalmıyor;yakınlarda Sıdıka Su ile bu konuyu konuşmadığım için dükkânlarda kasetleri,diskleri nasıl satılıyor bilmiyorum.
Ama Assos’ta yorumlarını dinlerken şunu açık seçik bir daha saptadım:tıpkı Atatürk gibi,Nâzım gibi,başka bir Ruhi Su oluşamayacak yeryüzünde.
Sesinin benzersizliği bir yana,kalıtım ve eğitimle beyninde birikenler onu öyle sıradışı bir yorumcu kılmış ki,Sevil’le benim gibi yarattıklarını eksiksiz algılayabilenler,doyulmaz bir güzellik pınarına dayıyorlar ağızlarını.
Bu dediklerimi doğrulamak üzere,yorumlarından üçünü anacağım:
Orhan Veli’nin Pireli Şiir’ini,Nâzım Hikmet’e yazdığı Ağıt’ı,Hatayi’nin Sabahtan Şahıma Vardım adlı türküsünü oturup dikkatle dinleyin lütfen;bu türkülerde sazla sesin uyumuna,sazın beklenmedik yerlerde ana ezgiden ayrılıp çığlığı bir üst perdeden sürdürüşüne,en şaşırtıcı,en vurucu yerlerde çok kısa bir süre susmasına kulak verin;ancak Bach,Mozart,Bethoven gibi büyük bestecilerde benzerlerini bulabileceğiniz incelikler,ustalıklar.
Bu benzersiz büyük Usta’yla diz dize,can cana yaşama fırsatını bize bağışladığı için rastlantı-gereklilik ikilisine ne kadar teşekkür etsek azdır.
Assos gecelerimizi şölene çeviren bu dinletiler sırasında bir tek şeye yüreğim sızladı: sevgili dostum Ziya Şav’ın 1962 yılında,Boğaz’daki bir evde aldığı yorumların kaset ya da disk olmayışı müzik tarihimiz açısından onulmaz bir kayıptır.
Sıdıka Abla,bu dizideki türkülerin kimisini başka bileşimlere kattı gerçi,ama bu dizi,önce Ruhi Bey’in türkü öbeklerini kendi sesiyle sunuşundan,ayrıca buradaki sesin elimizdeki en eski tarihli,dolayısıyla Usta’nın sesinin en diri,en dolu olduğu dönemde alınmış olmalarıyla benzersizdi.
Canım dostum Ziya Şav, kısıtlı sayıda sanatsevere ulaşsalar da,Türk halkına bu yorumları armağan ettiğin için sana sonsuz teşekkürler!
Ama asıl teşekkür günün birinde Ruhi Su’yu Anadolu topraklarında oluşturan rastlantı ve gereklilik’e.




Cumhuriyet, 22 Eylül 2004

6 Eylül 2004 Pazartesi

TECAVÜZ ÇOCUKLARI”NI NE YAPMALI

Boşa vakit harcatmamak için soruyu baştan yanıtlayayım:daha ana karnındayken, analarıyla birlikte toprağa gömüp taşlamalı,kırk katırın kuyruğuna bağlayıp parçalatmalı,kaynar kaza atıp haşlamalı!
Yaşamak üzere yemeyi değil, yemek=tüketmek üzere oluşturulmuş şu küresel yağmacı ataerkil zorbalık zaten gizli ya da açık bunları yapıyor binlerce yıldır:töre kıyımları alkışlarla sürdürülmüyor mu?dünyanın dört bir yanında Tanrısal adaleti yerine getirmekle görevli erkekler kadınlarımızı,hani şu cennetin ayaklarının altında olduğu ninnisini söyleye söyleye taşa tutmuyor,delik deşik etmiyor mu?Bütün bu acımasız yaptırımlardan kazara kurtulanları ömür boyu tükrük yağmuruna boğup utançlar içinde,ayaklarının altındaki cennette değil,yerin yedi kat dibindeki cehennemde yaşatmıyor muyuz?
Ayrıca,şu cinsel saldırı kavramında da anlaşalım:bugün,dünyanın dört bir yanında,canımızın da,kafamızın da yaratıcı-oluşturucusu kadınlarımız sözümona yasal-dinsel kurallara uyarak başgöz edilmiş olsalar bile,gerdek gecesinden başlayarak,Tanrı’nın günü ırzlarına geçilerek yaşatılmıyor mu?
Yazılıp basılan bütün kitapları okuyamadım elbet,ama Birnur Şener’in Fakir’in Kıyısında’sını açıp bakarsanız,yana yakıla okula gitmek,öğretmen olmak,kırmızı ceket,kara etekle,öğrencilerinin önünde Cumhuriyet törenlerinde rap rap yürümek isterken,15 yaşında,ağzı sigara,ayakları leş kokan bir bilinçsiz zorba’nın koynuna dövüle dövüle atılışını okuyabilirsiniz.
Demek ki şu anda yeryüzünün her köşesinde çocuklarımızın tohumu tam anlamıyla tecavüzle atılmakta.
Ama zorba ataerkil düzensizlik,özü gereği binyüzlü olduğundan,olması gerektiğinden,ettiğini kendi gözünden saklamak üzere,belli aralıklarla televole söylemi yineler-yeniler,düzmece Kamutayları’nı toplar,yeni düzen-lemeleri konuşur;nitekim bizim ulu TBMM’si de,%99’sı erkek vekilleriyle geçenlerde toplandı,tecavüz çocukları’nı taşıyan anaların bu utanç verici yükten 20. haftada mı,yoksa 24.haftada mı kurtarılabileceğini karara bağladı.
Hey ulu Tanrım!bu ne yüzsüzlük,ne arsızlık!Dünyanın hiçbir temsilci meclisinde şu tecavüz’ü gerçekleştirenlerden söz edilmiyor! Oların kılına bile dokunan yok! Kırk bin yılda bir kazara yargıç önüne çıkarılırsa,yargıçlar,İbo’dan kıyasıya dayak yemiş Perihan Savaş’a dedikleri gibi:kadının sırtına sopa,karnına (sonra taştan taşa çalınmak üzere)sıpa gerektiğini anımsatıyorlar kırbaç şaklatarak!
Bu açıdan bakılınca,%99a’umuz cinsel saldırı çocuğuyuz;o yüzden hepimiz daha ana karnında yaralıyız,sevgi yerine utanç,kin,nefretle akıyor oluşan damarlarımızdaki kan;doğduktan sonra aynı acı sütle besleniyoruz;beyinlerimize aynı zehirli tohum ekiliyor.Sonuç?bütün dünyanın kadın-erkek yönetici-yürütücülerinin suratlarına bakın,sonucu tabak gibi görürsünüz.
Oysa ,Henri Laborit’nin deyişiyle,varlığını sürdürmekten,yerine yeni bir varlık bırakmaktan başka ereği olmaması gereken insanın,öbür memeli kardeşlerimiz gibi,dişilerin kararına dayanan gönüllü,aşk dolu sarılışmalar sonucu haz,sevinç içinde oluşturulması,yaşatılması,yetiştirilmesi gerekirdi.
Bugün,bilebildiğim kadarıyla,gebertilmek üzere ümmüğüne basılan küçücük Küba’nın dışında ,hiçbir ülkede bu evrensel doğal insan hakkı yürürlükte değil.Vah bize vahlar bize!


Cumhuriyet, 6 Eylül 2004