15 Aralık 2004 Çarşamba

SABRİYE’NİN YAZGISI

Doku Galerisi’ne Kayhan Keskinok’un resimlerini görmeye gittiğimde,can dostlarımdan Ali Candaş dipdiri bakışıyla gelip sarıldıktan sonra,iletişim adresimi sordu,sana çok ilginç bir belge yollıycam,dedi.Yolladı da.
14 yaşındaki köylü kızı Sabriye Turran, Kepirtepe Köy Ensitütüsü 2 B öğrencisiyken,17 Nisan 1945’te bir ödev yazmış:
Bu yuvaya niçin geldim?
Niçin,niçin olacak,köy dâvâsını halledecek bir duruma gelmek için.
Bundan iki sene evvel,gönlümde tek bir istek,kafamda tek bir düşünce vardı.
Bu neydi,niçindi?Evimde kalıp da ailemin arasında yaşayamaz mıydım?Hayır,bu düşünce bende oldukça yaşayamazdım.
Çünkü bir tarafta köy çorak,köylüm cahildi.Bu yuvaya gelmeliydim.Geldim,kavuştum yuvam sana.Sen bana çok bilgiler verecek,köy ve köylümün üstüne kanat açtıracaksın.
Beş senede ellerim nasırlanacak,bilgim olgunlaşacaktır.
İşte bu nasırlı ellerle toprağı yoğuracağım,alnımdan akan terle sulayacağım.
Olgunlaşmış bilgimle,sararmış benizlere tunçluk vereceğim.
Ey köylü baba,ey köylü ana.Sevin sevin artık düşünme. Ocağın yanacak, tarlan yeşerecek, cahillikten korkan, ürken sarı benzin kanlanacak.
Yavrun artık cahil kalmayacak, buna inan. Bu yuva ve biz köy çocukları varken dertlerin kapanacaktır. Ey yuvam, sen bana kanat açtın, en büyük isteğim sana gelmekti. Geldim, ulaştım yuvam sana artık. Kepir anamın kolları arasındayım. Çok bahtiyarım. Çünkü bana vereceği bilgi, attıracağı adım, göstereceği her bir şey, köy ve köylüm içindi.
Yolumuz açık olsun.
Sabriyecik, ertesi yıl verem olup can vermiş;köyüne, köylüsüne, yurduna götürememiş aydınlığı, bolluğu, mutluluğu.
Götüremezdi. Şimdi artık bir avuç kalmış olan Enstitülüler gibi okulunu bitirseydi,öğretmen olsaydı,dahası İlkokul öğretmenliğiyle yetinmeyip üst basamaklara çıksaydı,yazar,sanatçı olsaydı da götüremezdi,nitekim götüremediler.
Çünkü,sırası gelince hep söylüyorum, elde olmayan tarihsel koşullar dolayısıyla Moskova’da düşlenip başarılamayan şey,Köy Enstitüleri’ndeki üretim içindeki eğitim’le gerçekleştirilebilirdi.Anamalcı zorba sömürü düzensizliğinin yerine tarihin ilk çağlarındaki anaerkil düzenden daha ışıltılısı, daha kalıcısı konabilirdi.
Ancak, hangi eğitimle yoğrulmuş olursa olsun, canlı bir varlık olan insanın ilk temel güdüsü canını,başka bir deyişle içinde bulunduğu kurulu düzeni korumak,sürdürmek’tir. Anamalcı düzensizlik de elbet kendini savunacak, korumak için gereken önlemleri alacaktı;aldı,alıyor.
Dünya üzerindeki başta insan, bütün öbür canlı cansız varlıkların talihsizliği, bu kısırdöngüyü kırmak üzere, toplumların başına Atatürk ya da Castro kadar kavrayışlı, sevecen önderlerin gelemeyişidir.
ABD ve AB’nin, aslında kendilerini de doğruca cehenneme sokan bu çılgın gidişi sürdürmek üzere bütün öbür geri bıraktırılmış, sömürülmüş ülkelere de, ve elbet bu arada bize de yönelttikleri baskıların doruğa çıktığı şu günlerde, Ankara’da, büyük ölçüde yok sayılarak ya da karalanarak yapılan Avrasya Bilimsel Tartışması, Kepirtepeli ya da Felluçeli Sabriye’lerin kurtarılması için son fırsattır.
Dileyelim ki şu çılgın G 7’lerin dışındaki ülkelerin başında bulunan yöneticiler,Putin’in sözüne sahip çıksınlar, ezilen sömürülen bütün halklar Atatürk’ün gösterip yürüdüğü barış, kardeşlik, dayanışma yoluna dönsünler.
İş işten geçmeden!




Cumhuriyet, 15 Aralık 2004

1 Aralık 2004 Çarşamba

“DEMİR AĞLARDAN ÖRÜMCEK AĞLARINA”

Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan
diyordu Cumhuriyet Devrimi’nin simge marşı,ve on yılda yetiştirilen 15 milyon genç ciğerlerinin bütün gücüyle bunu haykırıyordu.
Derken,2.Dünya Savaşı’ndan hemen sonra,Yüce Atatürk’ün Sovyetlerle iyi geçinin öğüdünü bir yana bırakan İkinci Adam,Stalin’in de yardımıyla,1919’daki önerisini tamamlamak üzere,Sam Amca’nın kucağına sıçrayıverdi.Ve yalnız bizi değil,bütün dünyayı,bütün dünya halklarını kurtarabilecek sihirli değneği,Köy Enstitüleri’ndeki üretimle atbaşı giden eğitimi yürürlüğe koyduğunu unutup Ulusal Eğitim Bakanlığı’nda dördü Türk(?),dördü Amerikalı bir Yüksek Kurul oluşturdu;geleneksel konukseverliğimiz uyarınca,başkanlığı Coni’ye bıraktı,hem de ek bir çelebilikle ona 2 oy bağışlayarak:etti mi 5-4.
İşte o gün Cumhuriyet Devrimi’nin ümmüğüne basıldı.
Körpe,kırılgan Cumhuriyet Ana’nın kan damarları olan demir ağların döşenmesine de elbet hemen son verildi.
Ümit Sarıaslan,Otopsi Yayınları’na 350 sayfalık bir çalışma hazırlamış:Demir Ağlardan Örümcek Ağları’na.
Yığınla yazı ve yapıtı can gözüyle irdeleyerek oluşturduğu bu değerli incelemede yazar demiryollarının,dolayısıyla Cumhuriyetimizin ilk yıllarının öyküsünü özetliyor.
Yazarlar aslında bilenini,göz önündekini anımsatmaktan,yinelemekten başka bir şey yapmaz,yapamaz;ama yazı,öbür sihirli değnek,görsel iletişim karşısında çoktan teslim oldu.
Bakın ne diyor Sarıaslan kitabının başına koyduğu alıntıda:
“Bugünün ve yarının Türkiye’sini gerçekten tanımak istiyorsak,yapacağımız ilk iş,Ankara’ya giden trene binmektir.” (La Turquie Kémaliste,1943).
Ama kendi kalkınmasını buhara ve onun çalıştırdığı makinalara,ayrıca bütün dünya halklarının sömürülüp köleleştirmesine dayandırmış olan Batılı, Anadolu’nun aynı yoldan kalkınıp bağımsız,onurlu,özgür bir ülke olmasına dayanabilir mi?Bugün ancak bir avuç dürüst kalabilmiş yazar Lozan’daki zincir kırma belgesini ABD’nin hâlâ onaylamadığını,imzalamadığını söyleme yürekliliğini gösterebiliyor.
Nitekim,Sarıaslan kitabında,sevgili Doğan Avcıoğlu’dan şu alıntıyı yapıyor:
2.Dünya Savaşı’ndan sonra,Türkiye’nin kalkınma atılımına Amerikan anamalcılarının yardım edip etmemeleri konusunda hazırlanan Thornburg Raporu,”Memleketin mali kaynaklarını böyle projelere(demiryolu ve lokomotif yapımına) tahsis eden bir hükümetin de yabancı sermayedarlara itimat telkin ettiği iddia olunamaz.”
...
“Esas itibariyle ziraatçı olan ve ziraat için lüzumlu olan çelik saban vesair malzemeyi henüz yapamayan bir memleketin lokomotif inşa etme arzusu mevsimsizdir.Türk makamları bu şekilde düşündükçe dolarlarımızın ve bu gibi malzemeleri imal edecek fabrika malzemelerimizin vatanımızda kullanılması daha iyi olacaktır.”
Son sözü Mustafa Kemâl Atatürk’e bırakayım.Afet İnan’dan yapılan alıntıda bakın ne demiş Ulu Önder:
“Temel ve büyük işler,ancak ulusun zenginliğine ve devletin bütün örgüt ve gücüne dayanarak,ulusal egemenliğin korunup kollanmasıyla görevli hükümetin olabildiğince yükümlenmesiyle gerçekleşebilir.Kimi yabancı devletlerin ikinci derecede görebileceği ve özel girişimcilere bırakılmasında sakınca bulmayacağı işlerden birçoğu bizim için yaşamsaldır ve birinci derecede temel devlet görevleri arasında sayılmalıdır.”
Geçen gün bir ileti aldım,El Cezire televizyonu AB kapısında salya sümük ağlayan Türkiye’yi gösteren bir karikatür yayınlamış;fesli palabıyıklı Arap giysili Türk sahnede;biri kadın dört yargıcı bakıyor;biri fesin,ikincisi hırkayla cübbenin,üçüncüsü sakallı bıyığın,sonuncusu da donun çıkarılıp atılmasını istiyor;çırıl çıplak kalan sahnedeki “lütfen beni alın” yazısıyla örtünüyor.
Tek dişi kalmış Giscard:”Türler Avrupalı değil!” diyor bilmem kaçıncı kez.
Yok mu bütün bu aşağılanmalardan utanacak yeterli insan?



Cumhuriyet, 1 Aralık 2004

17 Kasım 2004 Çarşamba

ULUSAL KANAL DAYANIŞMASI

Ancak henüz satılmamış-şaşırmamış olanlar biliyordur,sahibinden gelen buyrukla Yürütmenin Başı bir süre önce İşçi Partisi’nin yayın aracı Ulusal Kanal’ı kablolu yayından attı;hâlâ dürüst kalabilmiş yargıçların verdikleri kararlara karşın,geri döndürülemedi.
Bunun üzerine,sürdürülmekte olan uydudan yayını daha güvenli,daha sağlıklı kılabilmek için bir dayanışma atılımı başlatıldı:Var Mısın?
Kiraz Perinçek’in girişimiyle,biz dizi sanatçıya başvurulmuş,öneriyi duyar duymaz canla başla katılanlar birer resim ya da yontularını vererek bu ölüm-kalım savaşına katılmış;bu güzelim insanların yapıtları 18-28 Kasım arasında Resim Heykel Müzesi’nde sergilenecek.
Yurdumuzun bu kez topsuz tüfeksiz –bu da sanırım şimdilik,her yerde olduğu gibi,direniş sürerse,sıra ona da gelir-parçalanmasına halkımızın yediden yetmişe,işçiden emekliye,askerden sivile direnen bütün gönüllülerini simgelemek üzere sergiye yapıtı aracılığıyla canını katanlar şöyle:
Adil Salih,Ahmed Rıza,Ahmet Güneştekin,Ahmet Umur Deniz,Akif Şenoğlu,Alaattin Aksoy,Ali Candaş,Ali Kartal,Arslan Eroğlu,Atilla Eşen,Aydemir Atalay,Aydın Ayan,Ayhan Menteş,Ayşen Karakaya,Ayten Çağlar,Bahri Genç,Balaban,Barış Sarıbaş,Basri Erdem,Bedri Rahmi Eyüboğlu,Bilge Akon,Bodil Örs,Burçay Anger,Burhan Yıldırım,Bünyamin Özgültekin,Can Ayan,Cihat Aral,Devrim Erbil,Ekrem Kadak,Ekrem Kahraman,Emel Say,Engin Turgut,Engin Varol,Ercan Akçetin,Eren Eyüboğlu,Ergüven Altun,Erkan Özdilek,Esra Bener,Faruk Cimok,Fatih Sarmanlı,Fatma Kara,Fethi Kayaalp,Fikret Otyam,Fikret Öztürk,Filiz Başaran,Filiz Kaya Bilgin,Filiz Otyam,Fuat Çağatay,Funda Karadağ İyce,Gazi Sansoy,Hakan Gürsoytrak,Hakan Kutlu,Halim Çeliker,Hanefi Yeter,Hikmet Çetinkaya,Hüseyin Duvarcı,İbrahim Örs,İclâl Erentürk,İrfan Okan,Karadana,Kâzım Karakaya,Mâlik Bulut,Maria Kılıçlıoğlu,Mehlika Baş,Mehmet Aksoy,Mehmet Oğur,Mehmet Özer,Mehmet Özet,Mehmet Pesen,Mehmet Topkan,Mevlüt Akyıldız,Muharrem Pire,Murat Birtem,Murat Çetinel,Murat Tolga,Mustafa Orkun Müftüoğlu,Mustafa Özel,Muzaffer Akyol,Müfit İşler,Naile Akıncı,Nazmi Yılmaz,Necmiye Gönenli,Nedret Sekban,Nedret Yaşar,Neriman Oyman,Neş’e Erdok,Nevin İşlek,Nihal Okçetin,Nilgün İrmikçi,Nuri İyem,Nurten Sözeri,Orhan Aksungur,Orhan Benli,Özdemir Altan,Özgür Turhan,Rahmi Aksungur,Ramiz Aydın,Rasim Konyar,Rasin,Renan Ertosun,Sabahattin Tuncer,Safai,Saim Bugay,Saim Dursun,Serap Eyrenci,Serpil Yeter,Sevgi Yaman,Solmaz Aksoy,Su Yücel,Süha Semerci,Süleyman Saim Tekcan,Şebnem Moroğlu,Tahir Daştan,Tanju Demirci,Temür Köran,Tülay İçöz,Tülay Tura Börtecene,Türkân Göksan,Uğural Gafuroğlu,Umur Türker,Veli Sapaz,Vural Yıldırım,Yalçın Karayağız,Yavuz Tanyeli,Yıldız Güner,Yılmaz Şenol,Yiğit Yazıcı,Yusuf Katipoğlu,Yusuf Ziya Aygen,Yüksel Aydın,Zafer Erkan,Zekai Ormancı.
İnsanın eline her zaman en gerekli anda en yararlı şeyi yapabilme fırsatı geçmez;Demokritos’un “rastlantı ve gereklilik”i yine kusursuz buluşmuş,bu iç açıcı,umut verici imece gerçekleştirilmiş;düşünen,katılan herkese yürekten alkış.
Size de şimdi bu sıradışı sergiye koşmak,ülkemizin seçkin yorumcularının yapıtlarını bir kez daha tatmak,elinizde olanak varsa yapıtlardan birini alarak bağımsız,onurlu bir ulus olarak kalma çığlığına katılmak kalıyor.

Cumhuriyet, 17 Kasım 2004

3 Kasım 2004 Çarşamba

49 LOKMAYA BÖLÜNMEK İSTENEN TÜRKİYEM

Türkiye’nin , AB’ne alınmayacağının açıklanacağı tarihe yaklaştıkça sömürücülerin ve yerli uşaklarının telaşı artıyor;demeç üstüne demeç,sözcü üstüne sözcü yağıyor Avrupa’dan,Amerika’dan;akla mantığa sığsa da sığmasa da lâf yağmuru sürdürülüyor.Kafaların karışması için bütün kavramlarla vıcık vıcık oynanıyor.
Son türev,Türkiyeli;Türk yok,hiç olmadı,bundan sonra olmaması için elimizden geleni yapacağız,diyorlar.Satılmış ya da sapıtmış yerli borazanlar aynı havayı çok daha şiddetle üflüyor.
Sağ olsun,o arada iyiniyetli,iyiyürekli insanlar bu korkunç saldırıyı savuşturmak üzere çabalayıp duruyorlar;bunlardan biri değerli dostum Halûk Tarcan yine bilgi yüklü bir ileti gönderdi;diyor ki:
“Batı karşısında ezilmiş bir tür olan süperaydın denen,aslında yüzeysel bilgi sahibi kişiler,sahibinin sesi hâlinde:Anadolu halkları,Anadolu mozaiği şarkıları tutturmuşlar...Anadolu’nun dip kültürünü tanımadan,öğrenmeyi bağnaz ulusçuluk,ilkellik sayarak,Türk olmaktan utanarak;öbür ülkelerdeki mozaikleri göremeyecek kadar körleşerek;ve sürekli Batı’dan aferin bekleyerek,yalnız ülkemizi mozaik sanan,sayan bu kişilere bir mozaik örneği sunalım:sınır komşumuz Hayastan (Erministan).Budunsal(etnik) yapısı tam 20 öğeli:Azeri,Kumuk,Karaçay,Balkar,Nogay,Kazak,Ost,Tat,Talus,Kürt,Çeçen,Kabard,İngus,Adige,Abhaza,Çerkes,Dağistan,Acar,Kalmuk,Gürcü,Ermeni.
Günümüzde bir başka mozaik ülke,ABD’dir;şu kadar yüz milyonluk bir konfederasyon,büyük bir mozaik.Ama her çocuk,okulda önce:Ben Amerikanım (I am americain) demeyi öğrenir,öğretilir,ve bununla övünür.
Yeridir,hemen dikkatleri –önemle-şu noktaya çekelim:yeryüzünde mozaik kuramlarının,etni siyasetinin uygulanamayacağı biricik ülkeler Türklerin yaşadıklarıdır;Ön-Türk kültürü,bulunduğu topraklarda,dip kültür hâlinde temelde,öz’de bulunmaktadır.
...
Peter Alford Andrews,1992’de bastırdığı Türkiye’de Etnik Gruplar adlı kitabında,parçala-böl-yönet ilkesi uyarınca 47 budun uydurmuştur:l.Türkler:Sunni;2.Türkler:Alevi;3.Türkler:Sunni Yörük;4.Türkler:Alevi Yörük;5.Türkmenler:Sunni;vb. dizelge uzayıp gidiyor,sayıyı tutturabilmek için çeşitli ülkelerden göç eden Müslüman Türkler ayrı bir budun sayılıyor;yetmiyor,37.sıraya,Kars’taki 21,Ardahan’daki 25 kişi Almanlar olarak ekleniyor:Ardahan’daki 25 kişi,1975 yılında Almanya’ya işçi olarak gitmiş,dolayısıyla çift uyruğa hak kazanmış.
Bu yutturmacadan 6 yl sonra,Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı adlı araştırmasıyla hem Andrews’i çürütmüş,hem bambaşka siyasal sonuçlara varmıştır;AMA BATI DURURKEN,BİR TÜRK’ÜN LAFINI KİM DİNLER?İşi gücü bırakıp Ali Tayyar’ı mı okuyacaklar?”diye soruyor sevgili Tarcan.
Hayır,doğru söyleyen kimseyi okumayacaklar,okuyamazlar,beyinleri yanar.
Aslında koparılan fırtına çok açık;bugün bu boş tartışmaya hiç kapılmadan birkaç tümceyi gücünüz yettiğince haykırabiliyor musunuz ona bakın:
Avrupa Birliği’ne de,Amerikan uyduluğuna da HAYIR;
Avrasya birliğine,bütün ezilmiş,sömürülmüş,geri bıraktırılmış ülke ve uluslarla sımsıkı,yaratıcı,barışçı işbirliğine EVET.


Cumhuriyet, 3 Kasım 2004

6 Ekim 2004 Çarşamba

YAPI KREDİ SERGİLERİ

Bu yıl Yapı Kredi’nin 60.Kuruluş yılıymış;bunu kutlamak üzere bir dizi etkinlik düzenlediler;Üsküdar’daki etkinliğe gidemedim,ama birçok sanatçı ve sanatsever gibi,Kâzım Taşkent’teki sergini açılışına koştum;ancak hem törenin düzenlendiği yerin darlığından,hem gelenlerin çokluğundan o akşam hiçbirini gezemedim;bu işi daha sonra rahat rahat yaptım.
O orada, Arzu Haksun,kişiliğinin ayrılmaz parçası inceliğiyle,açılan 5 sergiden 3’nün kataloğunu verdi.
Bunların birincisi,Ben,Mehmet Siyah Kalem,İnsanlar ve Cinlerin Ustası,gerçek bir görsel şölen,aynı zamanda sanat tarihi dersi:bu sıradışı halk yorumcusunun yüzyıllar önce düşle gerçeği,masalla olguyu nasıl imgeleminin kızgın kazanında kaynattığını,sonra elde ettiği eriyiği inanılmaz kalıplara döktüğünü belgeliyor.
Bu anıt-katalaoğa Ekrem Işın,Beyhan Karamağaralı,Barbara Brend,David J.Roxburgh,Güven Turan,Gürbüz Erginer,Talât Parman,Selim Somçağ,Mehmet Gülezyüz yazılarıyla katkıda bulunmuş.
Sergiye gidip yapıtların büyütülmüş örneklerini tadamadınızsa,bu eşsiz kitaptan edinip o inanılmaz düşgücünün coşturucu örneklerini,özgün metinler eşliğinde büyüleyici bir iksir gibi beyninize akıtabilirsiniz.
İkinci belge-kataloğu Şennur Şentürk,A.Emel Geçkinli,Oğuz Tekin,Jere L.Bacharach,Ahmet Tabakoğlu,Halil Sahillioğlu,Halil İnalcık,Edhem Eldem’in son derece yararlı yazıları daha değerli kılmış.
Yapı Kredi’nin Altın Sikke Koleksiyonu’ndan yararlanılarak hazırlanmış Altının İktidarı,İktidarın Altını meraklısı için gerçek bir hazine.
Üçüncü kataloğ,ünlü Estergon Kalesi’ne çekildiği öne sürülen Estergon Sancağı’nın öyküsünü aktarıyor Al-Yeşil Gölge başlığıyla;sancak,şaşırtıcı bir serüvenin sonunda bugünlere ulaşmış,Japonya’da bakım ve onarımdan geçirilmiş,sonra getirilip Müze’ye yerleştirilmiş.Bu yılki kutlamalar dolayısıyla,o da meraklılara sunuluyor.
Bu sıradışı sergileri dolaşırken,elimdeki özenli kalın kataloglara bakarken,şu düşünce hiç kafamdan çıkmadı:sevgili Erol Manisalı’nın önemli çalışmalarından birinde dile getirildiği üzere,90’lı yılların ikinci yarısında,işbaşına gelen bütün yöneticilerin,büyük(?) işadamlarının,dillerden düşmeyen Sivil Toplum Örgütleri’nin gönüllü suçortaklığıyla,en azından suskunluğuyla başımıza geçirilen Sessiz Darbe çuvalı yüzünden,anlı şanlı bankalar sanat dünyasından birer birer çekildi,ya da Yapı Kredi’dekiler gibi insana,uygarlık tarihine yakışan gerçek emek ürünü yapıtlara değil,abidik gubidik sergilere,yerleştirmelere,boyaştırmalara yer verir oldular.
Bu yüzden,elimizden alınan bütün öbür yaşama olanakları ve dayanakları gibi,güzelim Anadolu halkının dişinden tırnağından artırdığı paralarla dönen bankaların sanat ve düşün dünyasından kaçışına içim sızlarken,Yapı Kredi’nin yönetiminde etkili olan kişilerin,sevgili Kâzım Taşkent’in kalıtını yaşatarak hâlâ böyle nitelikli sergilere,kitaplara,söyleşilere yer ve para sağlamasını yürekten alkışlıyorum.
Rastlantı ve gereklilik bu insanların ömrünü uzun tutsun,ellerindeki gücü korusun.

sbonaran@hotmail/yahoo.com

Cumhuriyet, 6 Ekim 2004

,

22 Eylül 2004 Çarşamba

RUHİ SU’YU DİNLERKEN

Sevil’le insan sesini çok severiz;dolayısıyla Assos’a giderken yanımıza sevdiklerimizin çoğunu aldık:Dmitri Hvorostosvki,Cecilia Bartoli,Bryn Terfel,Robeson.
Bu usta yorumcular asmalı küçük avlumuzda,yıldızlı göğün altında,bütün gecelerimizi süslediler.
Arada bir zamanların ünlü Kızıl Ordu Korosu’ndaki inanılmaz sesli yorumcular da vardı elbet;bir de Yuri Galiev’in tadına doyulmaz halk şarkılarını dinledik birçok kez.
Hepsi kendilerini kabul ettirmiş,ünlü,usta yorumcular elbet;ama hiçbiri bizi Ruhi Su ile Sümeyra Çakır kadar sarmadı,doğal olarak.
Rastlantı ve gereklilik bize büyük bir armağan vermiş,ömrümüz bu iki yorumcuyla diz dize,can cana geçmişti;Sümeyra’nın başına o tatsız siyasal kaza gelip onu Almanya’ya uçurduktan sonra doldurduğu plak ve kasetleri ancak uzaktan edinebildik ne yazık ki.
Ruhi Bey’in hemen bütün yapıtları var Behram’daki yuvamızda;her akşam en az ikisini dinledik:Aman Of,Barabar,Ekin İdim Oldum Harman,DostlarTiyatrosu Dinletisi,Ankara’nın Taşına Bak,Levni’den Pir Sultan’a,Beydağı’nın Başı,Göçler-Çocuklar-Balıklar.
Bu benzersiz yorumları dinlerken,bir noktayı eskiye oranla çok daha açık seçik algıladım bu kez:öbür halkların şarkılarını kendi dillerinde söylendikleri zaman çözemiyorum elbet,dolayısıyla örneğin çok sevdiğimiz Kalinka’da Rus halkı neler diyor bilmiyorum;ama Rus halk şarkılarının İngilizcelerinde Robeson’un söyledikleri hiç hoşuma gitmiyor doğrusu;Bir sınırdan öbürüne koşan Sovyet orduları ne yapıyordu,ne yaptılar?Tıpkı Amerikan orduları gibi,çevre ülkelerin halklarına kan kusturdular,o güzelim toplumcu öğretiyi ZORLA,ÖLÜMLE benimsetmeye giriştiler. Sonucun ne olduğunu bugün çok acıklı biçimde bütün dünya görüyor.
Çözebildiğim halk şarkıları içinde bir tek Makeba ile Yupanqui’ninkiler bizimkilere yakın,gerçekten insanca,sevgi,acı,sevi dolu sözler aktarıyorlar kuşaktan kuşağa.
Ama doğrusu bizim halk türküleri,hele Alevi türküleri,insanların 10 000 yıldır biriktirdiği bütün soylu değerleri,en süzme dünya görüşünü,en yalansız dolansız doğal sevdayı dile getirmiş.Buna nasıl sevindim,nasıl övündüm!
Ruhi Su artık ne yazık ki gündemde değil;bu ülkenin asıl efendileri olduklarını sananların buyruklarına uyan yerli uşakların hukuk-insanlıkdışı kararıyla bir gece kablolu yayından atılan Ulusal Kanal’ın dışında artık kimse onun türkülerini çalmıyor;yakınlarda Sıdıka Su ile bu konuyu konuşmadığım için dükkânlarda kasetleri,diskleri nasıl satılıyor bilmiyorum.
Ama Assos’ta yorumlarını dinlerken şunu açık seçik bir daha saptadım:tıpkı Atatürk gibi,Nâzım gibi,başka bir Ruhi Su oluşamayacak yeryüzünde.
Sesinin benzersizliği bir yana,kalıtım ve eğitimle beyninde birikenler onu öyle sıradışı bir yorumcu kılmış ki,Sevil’le benim gibi yarattıklarını eksiksiz algılayabilenler,doyulmaz bir güzellik pınarına dayıyorlar ağızlarını.
Bu dediklerimi doğrulamak üzere,yorumlarından üçünü anacağım:
Orhan Veli’nin Pireli Şiir’ini,Nâzım Hikmet’e yazdığı Ağıt’ı,Hatayi’nin Sabahtan Şahıma Vardım adlı türküsünü oturup dikkatle dinleyin lütfen;bu türkülerde sazla sesin uyumuna,sazın beklenmedik yerlerde ana ezgiden ayrılıp çığlığı bir üst perdeden sürdürüşüne,en şaşırtıcı,en vurucu yerlerde çok kısa bir süre susmasına kulak verin;ancak Bach,Mozart,Bethoven gibi büyük bestecilerde benzerlerini bulabileceğiniz incelikler,ustalıklar.
Bu benzersiz büyük Usta’yla diz dize,can cana yaşama fırsatını bize bağışladığı için rastlantı-gereklilik ikilisine ne kadar teşekkür etsek azdır.
Assos gecelerimizi şölene çeviren bu dinletiler sırasında bir tek şeye yüreğim sızladı: sevgili dostum Ziya Şav’ın 1962 yılında,Boğaz’daki bir evde aldığı yorumların kaset ya da disk olmayışı müzik tarihimiz açısından onulmaz bir kayıptır.
Sıdıka Abla,bu dizideki türkülerin kimisini başka bileşimlere kattı gerçi,ama bu dizi,önce Ruhi Bey’in türkü öbeklerini kendi sesiyle sunuşundan,ayrıca buradaki sesin elimizdeki en eski tarihli,dolayısıyla Usta’nın sesinin en diri,en dolu olduğu dönemde alınmış olmalarıyla benzersizdi.
Canım dostum Ziya Şav, kısıtlı sayıda sanatsevere ulaşsalar da,Türk halkına bu yorumları armağan ettiğin için sana sonsuz teşekkürler!
Ama asıl teşekkür günün birinde Ruhi Su’yu Anadolu topraklarında oluşturan rastlantı ve gereklilik’e.




Cumhuriyet, 22 Eylül 2004

6 Eylül 2004 Pazartesi

TECAVÜZ ÇOCUKLARI”NI NE YAPMALI

Boşa vakit harcatmamak için soruyu baştan yanıtlayayım:daha ana karnındayken, analarıyla birlikte toprağa gömüp taşlamalı,kırk katırın kuyruğuna bağlayıp parçalatmalı,kaynar kaza atıp haşlamalı!
Yaşamak üzere yemeyi değil, yemek=tüketmek üzere oluşturulmuş şu küresel yağmacı ataerkil zorbalık zaten gizli ya da açık bunları yapıyor binlerce yıldır:töre kıyımları alkışlarla sürdürülmüyor mu?dünyanın dört bir yanında Tanrısal adaleti yerine getirmekle görevli erkekler kadınlarımızı,hani şu cennetin ayaklarının altında olduğu ninnisini söyleye söyleye taşa tutmuyor,delik deşik etmiyor mu?Bütün bu acımasız yaptırımlardan kazara kurtulanları ömür boyu tükrük yağmuruna boğup utançlar içinde,ayaklarının altındaki cennette değil,yerin yedi kat dibindeki cehennemde yaşatmıyor muyuz?
Ayrıca,şu cinsel saldırı kavramında da anlaşalım:bugün,dünyanın dört bir yanında,canımızın da,kafamızın da yaratıcı-oluşturucusu kadınlarımız sözümona yasal-dinsel kurallara uyarak başgöz edilmiş olsalar bile,gerdek gecesinden başlayarak,Tanrı’nın günü ırzlarına geçilerek yaşatılmıyor mu?
Yazılıp basılan bütün kitapları okuyamadım elbet,ama Birnur Şener’in Fakir’in Kıyısında’sını açıp bakarsanız,yana yakıla okula gitmek,öğretmen olmak,kırmızı ceket,kara etekle,öğrencilerinin önünde Cumhuriyet törenlerinde rap rap yürümek isterken,15 yaşında,ağzı sigara,ayakları leş kokan bir bilinçsiz zorba’nın koynuna dövüle dövüle atılışını okuyabilirsiniz.
Demek ki şu anda yeryüzünün her köşesinde çocuklarımızın tohumu tam anlamıyla tecavüzle atılmakta.
Ama zorba ataerkil düzensizlik,özü gereği binyüzlü olduğundan,olması gerektiğinden,ettiğini kendi gözünden saklamak üzere,belli aralıklarla televole söylemi yineler-yeniler,düzmece Kamutayları’nı toplar,yeni düzen-lemeleri konuşur;nitekim bizim ulu TBMM’si de,%99’sı erkek vekilleriyle geçenlerde toplandı,tecavüz çocukları’nı taşıyan anaların bu utanç verici yükten 20. haftada mı,yoksa 24.haftada mı kurtarılabileceğini karara bağladı.
Hey ulu Tanrım!bu ne yüzsüzlük,ne arsızlık!Dünyanın hiçbir temsilci meclisinde şu tecavüz’ü gerçekleştirenlerden söz edilmiyor! Oların kılına bile dokunan yok! Kırk bin yılda bir kazara yargıç önüne çıkarılırsa,yargıçlar,İbo’dan kıyasıya dayak yemiş Perihan Savaş’a dedikleri gibi:kadının sırtına sopa,karnına (sonra taştan taşa çalınmak üzere)sıpa gerektiğini anımsatıyorlar kırbaç şaklatarak!
Bu açıdan bakılınca,%99a’umuz cinsel saldırı çocuğuyuz;o yüzden hepimiz daha ana karnında yaralıyız,sevgi yerine utanç,kin,nefretle akıyor oluşan damarlarımızdaki kan;doğduktan sonra aynı acı sütle besleniyoruz;beyinlerimize aynı zehirli tohum ekiliyor.Sonuç?bütün dünyanın kadın-erkek yönetici-yürütücülerinin suratlarına bakın,sonucu tabak gibi görürsünüz.
Oysa ,Henri Laborit’nin deyişiyle,varlığını sürdürmekten,yerine yeni bir varlık bırakmaktan başka ereği olmaması gereken insanın,öbür memeli kardeşlerimiz gibi,dişilerin kararına dayanan gönüllü,aşk dolu sarılışmalar sonucu haz,sevinç içinde oluşturulması,yaşatılması,yetiştirilmesi gerekirdi.
Bugün,bilebildiğim kadarıyla,gebertilmek üzere ümmüğüne basılan küçücük Küba’nın dışında ,hiçbir ülkede bu evrensel doğal insan hakkı yürürlükte değil.Vah bize vahlar bize!


Cumhuriyet, 6 Eylül 2004

25 Ağustos 2004 Çarşamba

METİN AYDOĞAN’IN YENİ KİTABI

Değerli dostum Metin Aydoğan,kırılgan sağlığına karşın,bütün yurt-canseverlerin olması gerektiği kadar çalışkan,üretken bir insandır.Önceki kitaplarına bu köşede değinmiştim.
Bir süredir üzerinde çalıştı son yapıtını bitirip bastırdı,bana da göndermiş:Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler.
Küresel buyurucu-yağmacıların 1919’da bitiremedikleri işi tamamlamak üzere nasıl büyük bir hırsla,hınçla üzerimize geldiklerini en azından bu gazetenin okurları biliyor.Dolayısıyla,gerçek yurt-canseverler bu son kıskaçtan nasıl kurtulabileceğimizi sorup arayıp duruyor.
Nitekim kitabın yazılış gerekçesini açıklarken Metin Aydoğan da buna parmak basıyor:
“Aldığım iletilerde,söyleşi için gittiğim yerlerde,değişik toplantılarda ve beni görmeye gelen okurlarımla yaptığım görüşmelerde hep aynı soruyla karşılaşıyorum.Ülke sorunlarına duyarlı insanlarımız,kaygı ve üzüntü içinde hep aynı soruyu soruyorlar:ülke tehlikede,ne yapmalıyız?Her yerde aynı yanıtı veriyor,herkese:Düşünsel ya da inançsal ayrılıklarınızı,kırgınlıklarınızı bir kenara bırakın,siyasal ayırım gözetmeden,ulusal birlik anlayışıyla bir araya gelin,örgütlenin,diyorum.”
Bu öğüdün tutulması,insanların geçmişteki ve bugünkü yapılanmalar,örgütlenmeler konusunda bilgi edinmesine,dolayısıyla bilinçli olmasına bağlı olduğundan,bütün dürüst,sevmeyi unutmamış,sorumlu insanlar gibi,yeryüzündeki toplumsal yapılanma ve örgütlenmelerin tarihini merak etmiş Metin Aydoğan.
Önce,basılı ilk kitabı Nasıl Bir Parti,Nasıl Bir Mücadele’yi geliştirip genişletmeyi düşünmüş;ama işin içine girince bu dar sınır yetmemiş.
Çok bilinçli ve kararlı bir Atatürkçü olduğundan,Ulu Önder’in söz ve düşünceleri arasında dolaşırken,bütün öbürleri gibi altın değerindeki şu saptamaya rastlamış:
“Türklerin güç yeteneğinin tarihte gerçekleştirdiği başarılar ortaya çıktıkça,Türk çocukları,gereken atılım kaynağını bu tarih içinde bulacaklardır.Gençler bu tarihte büyük başarılar görecek,bağımsızlık düşüncesini kazanacak ve harikalar yaratmış bu insanlarla aynı soydan geldiklerini öğrenerek sahip oldukları yeteneklerle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”
Türk soyunun yapılanma ve örgütlenmesini araştırmaya girişince,ister istemez bütün insan topluluklarının,yaşamış,yaşayan bütün uygarlıkların evrimini öğrenip yorumuna katmak zorunda kalmış;dolayısıyla hem Avrupalı toplumlara,hem Doğu’nun,Asya’nın büyük,köklü devletlerine,uygarlıklarına çevirmiş meraklı bakışını.
Eşiyle iki kızının dışında birkaç gönüllü yardımcı,bilgi-belge derleyici,aktarıcı bulma talihine ermiş;ve bu yaratıcı imece 1162 sayfalık dev yapıtı doğurmuş.
Şöyle diyor kitabın arka kapağında:
“Toplumsal evrimi oluşturan olaylar,öncekiler tarafından belirlenen,sonrakileri belirleyen süreçler hâlinde,zamana ve koşullara bağlı olarak ortaya çıkar,gelişir ve gelişimini tamamlayarak başka bir döneme geçer.Geçmişte sonuç olan,yeni dönemde neden’e dönüşür ve başka bir yeni dönemin hazırlayıcısı olur.(...)Unutulmamalıdır ki,geçmişi unutanlar,onu yinelemeye mahkûmdur.Bu anlamda,’tarihçinin görevi geçmişi sevmek ya da geçmişten kurtulmak değil,bugünü kavramanın anahtarı olarak onu öğrenip geleceğe aktarmaktır.’”
Kısacası,öbür yapıtları gibi,ülkemizin parçalanıp paylaşılma tehlikesi geçirdiği günlerde kesinlikle,ivedilikle okunması gereken bir kaynak oluşturmuş Metin Aydoğan.
Ona ve emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.

Cumhuriyet, 25 Ağustos 2004

11 Ağustos 2004 Çarşamba

ASSOS KAZANIMLARI

Bu yıl Assos’taki ilk kazanım Taşyakalı bir yörük ailesi oldu.Gerçi Nurgül’le Hasan’ı iki yıldır tanıyorduk Kadırga Koyu’ndan;güneşlenip denize girdiğimiz koy boyunca sabahtan akşama dolaşıp kekik,uğur,heybe satarlardı.Onlar güzel gözlü Hanife ile acılı ama güleryüzlü Hasan’ın son iki çocukları;iki abla daha var:Cahide’yle Ünzile.
Nurgül bu yıl 10 yaşında,ama bedensel açıdan 6’sında kalmış gibi;alabildiğine zeki,canlı,çalışkan;kendi deyişiyle “kafası matematiği çok eriyor” o kadar ki,sınıfta yanında oturan arkadaşı yoklamalarda ona bakıp yazdığı için öğretmen kaldırıp başka yere oturtmuş.Ama Nilgün sonrasını da okuyup okuyamayacağını sorduğunda:Ben okumak isterim,ama bütçemiz yetmez” diyor.Aynı şey analarının yüz göz güzelliğini almış Ünzile ile Hasan için de geçerli,tıpkı milyonlarca benzerleri gibi.Türk askerlerinin başına çuval geçiren ABD ile onun yerli uşakları da zaten Köy Enstitüleri’ni bunun için kapatmışlardı;böyle zeki köy çocukları okuyup aydınlanmasın,soygun rahatça sürsün.
İkinci kazancımız,köydeki evimizin iki kapı ötesine bu yıl gerçek bir görsel şenlik getiren Önder Tokuç.
O daha talihli bir köy çocuğu;1970’te Manisa-Saruhanlı’nın Azimli Köyü’nde doğmuş;o köye kim bu adı vermişse,çok yerinde doğrusu;kanıtı,Önder.Bir çiftçinin 4 çocuğunun üçüncüsü;İlkokulu köyünde bitirmiş,1981’de İzmir’deki marangoz amcasının yanına verilmiş;91’de askere gitmiş;dönüşte 3 yıl daha marangozluk yapmış.Şimdi kendisinin de söylediği gibi,Köy Enstitüleri’ndekilere benzer bu somut eğitim sonra çok işine yaramış.Onun gönlünde resim varmış;1994’te dışardan girdiği sınavla Ortaokulu bitirmiş;1997’de gece Lisesi’ni bitirmiş,bir yıl ressam Selda Cengiz’in işliğine gitmiş.1998’de S.D.Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi sınavlarına girmiş hem resim,hem sahne sanatları bölümlerine girmeye hak kazanmış;üç gün düşündükten sonra sahne tasarımını seçmiş.O arada resim sevdası sürüyor.Ayrıca seramik bölümünde öğrenci yardımcısı olarak 4 yıl çalışmış.2001 yazında,bitirme çalışması olarak Alman Dışavurumcu Tiyatrosu’nu incelemek üzere Almanya’ya gitmiş.2002’de okul bitince,İstanbul’a göçmüş,televizyon dizilerinde önce yardımcı,sonra sanat yönetmeni olarak görev almış.Sonunda gönlündeki tutku ağır basmış,resme dönmeye karar vermiş.
Bu kararda,önce yardımcısı,sonra sevgilisi,şimdi eşi olan Özgün Başaran’ın payı büyük.
Özgün’ün geçmişi ve kişiliği adına çok uygun;ataları Selanikli;1.Dünya Savaşı öncesi soyun o günkü çiftinden baba ölüyor;genç kadın,üç oğlunu alıp Türkiye’ye göçmek üzere gemiye biniyor;ne yazık ki öğrenilemeyen bir nedenle o da gemide can veriyor.Kalan üç oğlan,anayurda ulaştıktan sonra,çil yavrusu gibi gibi saçılıyor.İçlerinden biri,sığınıp bakıldığı kurum dolayısıyla Asker Mustafa adı verilen,Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinin,Özgün’ün deyişiyle,Gülpınar yolu üzerinde olduğu halde,”okumuşu en az” Kocaköy’üne yerleşiyor;torunu,Özgün’ün babası Murat Köy Enstitüsü’nde okuyabilme talihine eriyor;kendisi gibi bir öğretmen kızla evleniyor;iki kızları oluyor:Özgün’le Özge.
1999’da,Mimar Sinan Üniversitesi’nin Klasik Arkeoloji Bölümü’nü bitirip kazıbilimci oluyor;ve hoş bir rastlantıyla,Önder’in çalıştığı dizilerde o da sanat yönetmeni yardımcısı oluyor.
Önder tüketim toplumunun öğütümünden kaçmaya karar verdiğinde,el ele ilkin Ayvalık’a,Cunda’ya gidip ev-işlik arıyorlar;bulamayınca,Özgün,yumuşacık sesiyle sevgilisini alıp Behram’a getiriyor;Behram’ın Paşaköy’den görünüşü epey ürkütücüdür:yeşillik hemen hiç yoktur,Assos tepesindeki kayalar yaşama umudunuzu kırabilir.Nitekim,Önder’e de öyle oluyor;”ben burada bir gün bile duramam”diyor;Özgün yılar mı,elinden tutup önce camiye çıkartıp Kuzey’deki Kaz Dağları oyasını;sonra tapınağın kalıntılarına götürüp mavi denizi,Midilli’yi gösteriyor;en sonunda da iskeleye indirip mendireğe çıkarıyor:orada yürürken uyanıyor Önder’in içindeki sevi tanrıçası.
Bir köy evi bulup yerleşiyor,kışı geçiriyor;o arada,yeni bir ev-işlik arıyorlar;sonunda bizim sokağın köşebaşında yıkık bir ağıl- ev bulup,sözün gerçek anlamında kendi elleriyle tepeden tırnağa yeniden oluşturuyorlar.
Bütün bu inanılmaz serüven topu topu 10 aylık;evlilikleri de 15 günlük.
Yolunuz Assos’a düşerse,18 numaradaki,Özgün’ün kazıbilim bilgisiyle burada yaşamış ilk kavimden ödünç alarak koyduğu adla Leleg Resim ve Seramik İşliği’ni;binbir çiçekle bezeli,her yanından sebze fışkıran;ve elbet ürettikleri resim ve seramiklerle dolu doğal cenneti görün.



Cumhuriyet, 11 Ağustos 2004

28 Temmuz 2004 Çarşamba

“ÇUVALDAKİ MÜTTEFİK”

4 Temmuz 2003,saat 13;peşmergelerle Amerikalı askerleri taşıyan 13 araçlık bir dizi,Türk Özel Timi’nin oturduğu yapının kapısına dayanıyor.Gelenlerin başındaki Amerikalı Yarbay,11 Türk subayıyla konuklarının bulundukları odaya girip:Silahlarınızı teslim edin”,diyor.Küçük Türk birliğinin komutanı,kısa bir süre düşündükten sonra,buyruğundakilere buna uyulmasını söylüyor;o anda kapılar yıkılıp önde peşmergeler Amerikan askerleri elde silah içeri dalıyor,Türkleri kelepçeliyor.Bu halde aşağı indirilen insanların ayrıca araca bindirilirken başlarına birer çuval geçiriliyor.
Böylece etkisiz duruma getirilen Türk subayları,bütün kente,bütün dünyaya çalım satmak,gövde gösterisi yapmak,gözdağı vermek üzere uzun süre arabalarla dolaştırılıyor.
Olup bitenler,1945’te,Yalta’da Amerika’nın payına bırakılan Türkiye’ye biçilen yazgının kaçınılmaz uzantıları,sonuçları.
Ahmet Erimhan’ın, Otopsi Yayınları’nca basılan Çuvaldaki Müttefik’i bu acıklı,kaçınılmaz sonucun öyküsünü anlatıyor 504 sayfada.
Anamalın ve bunu ellerinde bulunduran küçük bir azınlığın koşulsuz egemenliğini amaçlayan küreselleşme süreci’nin gereği,dünya imparatorluğu için vazgeçilmez önem taşıyan Ortadoğu’nun,petrol yataklarının ele geçirilmesi için,La Fontaine masallarındakilerden daha gülünç gerekçelerle Irak’a saldırmayı karalaştıran iki büyük sömürgen,ABD ile İngiltere,işi kendi yavruları açısından ucuza getirmek,Kore’deki gibi öne Türkleri sürmek üzere şimdiki yönetmeyecilerimize nasıl baskılar yaptılar;pazarlıklar nasıl kıran kırana geçti;üç beş dolar koparabilmek için adamların istediği tezkereleri Kamutay’dan geçirebilmek üzere ne diller döküldü,ne gözdağları verildi;ülkemizin somut olarak yabancı güçlerin eline geçmesine izin verecek ilk belge nasıl kıl payı geri çevrildi,hepsini yaşadınız.Anımsamak istiyorsanız,kitapta bütün ayrıntılarıyla var.
İki büyük yavuz hırsızın,Amerika’yla İsrail’in,artık gizlemeye bile gerek görmedikleri bir utanmazlık ve saldırganlıkla,ezip çiğnediklerini suçlaya suçlaya,Ortadoğu’ya ve bütün dünyaya nasıl nasıl yeni bir biçim vermeye giriştiklerini;buna kılıfı ve maşa olarak Kürtleri nasıl kullandıklarını,ilerde nasıl kullanmayı tasarladıklarını da belgeleriyle anlatıyor Ahmet Erimhan.
Ünlü BOP Projesi,görmek isteyenler için,belli ki Büyük İsrail tasarısından başka bir şey değil;ama ABD’de şu anda işbaşında bulunan Yahudi kökenli işadamı-yöneticiler doğrusu insanın düşünsel-duygusal altyapısını çok iyi tanıyorlar:bizim gibi ülkelerde işadamlarıyla siyasetçilerin ne korkunç bir aşağılık duygusu batağına saplandıklarını eksiksiz bilip kullanıyorlar.Üç beş dolar,kuru bir aferin için yapmayacakları yok;kırmızı halı falan da istemiyorlar.
İşin bu yanı hem bu kitapta,hem Erol Manisalı’nın bütün yapıtlarında,en ince ayrıntılarıyla gözler önüne serilmiş,seriliyor.
Türkiye için,Anadolu halkı için yaşamsal soru,henüz çıldırmamış,satılmamış asker sivil yurtseverlerin bu oyunlara ne zaman karşıçıkmaya razı olacakları?
Biliyorsunuz,canlı varlığın en temel güdüsü,can’ını koruyup sürdürmektir.
Bu topraklarda bağımsız yaşayabilmek için bu güdüyü yitirmediğimizi kanıtlamak bize düşüyor.
Yitirmişsek,evrenin kılı bile kıpırdamaz:Ne varlıklar,ne imparatorluklar silinip gitti yeryüzünden.
Sevgili Cengiz Özakıncı,emeğini,elindekini,sevgini bu tür kitaplara yatırdığın için ne kadar sevinsen azdır canım!

Cumhuriyet, 28 Temmuz 2004

21 Temmuz 2004 Çarşamba

“OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE”

Şöyle diyor Cengiz Özakıncı,Otopsi Yayınları’ınca 8.basımı yapılan kitabın başındaki önsözde:
“1993’te yayımlanın Oltadaki Balık Türkiye’yi 1994’te okumuştum ilk kez...Sosyalizme ve sosyalistlere düşman olduğunu bildiğim Emperylizmin,ulusalcılığa ve ulusalcılara da en az o ölçüde düşman olduğunu seziyordum,ama bu gerçeği,ilk kez bu kitapta,yadsınamaz belgeleriyle ve tüm çıplaklığıyla görüp kavradım.
Güneydoğu’da olup bitenlerin,yalnızca dış kışkırtmalardan değil,bir ölçüde o yöremizin yoksul bırakılmasından kaynaklandığını düşünüyor ve bu yüzden gelmiş geçmiş yönetimlerimizi bir ölçüde sorumlu tutuyordum bu kitabı okumadan önce...Ama Doğu ve Güneydoğu’muzun 1945’ten sonra salt yerli yönetimlerce değil,özellikle de ABD tarafından bilinçli ve tasarlanmış biçimde,kasten geri bıraktırıldığını,bu bölgenin ABD tarafından saptanan NATO savunma ilkeleri uyarınca,olası bir savaş durumunda Sovyet ordularını oyalamak için kullanılacak ‘gözden çıkartılmış’ bir alan olarak belirlendiğini ve oraya bu nedenle yatırım yapmaktan uzak durulduğunu,ilk kez Oltadaki Balık Türkiye’yi okuyunca gördüm,kavradım ve GAP’ın yabancılarca baltalanmasının nedenleri üzerinde yeniden düşündüm.
Seçimle ya da tepeden inme iş başına gelen yönetimlerimizin ekonomi,eğitim,üretim vb. yaşamın tüm alanlarında çoğu ulusal çıkarlarımıza aykırı kararlar almalarını,onların bilgisizliklerine,yabancıların çizdikleri yolda yürümelerine bağlıyordum;ama tüm bakanlıklarımızda Amerikalı Danışmanların bulunduğunu ve ülkemizi bizim seçtiklerimizin değil,yerli işbirlikçileri ve kendi danışmanları aracılığıyla doğrudan yabancıların,Amerikalıların yönettiğini Oltadaki Balık Türkiye kavrattı bana;hem de belgeleriyle..ABD ve NATO’nun Ortadoğu’da Türkiye’ye verdikleri görevin ne olduğunu da tüm belgeleriyle bu kitapta buldum.”
Şimdi de,Nelson A.Rockefeller’in,1956’da,dönemin Başkanı Eisenhower’e yazdığı mektuba bir göz atalım:
“Askerî andlaşmalarımızı oluşturup sağlamlaştırmayı amaçlayan önlemleri sürdürmeliyiz.Büyük ölçüde siyasal ve akserî nüfuzu güvence altına alacak genişlikteki ekonomik yayılma planını Asya’da,Afrika’da ve daha başka az gelişmiş bölgelerde uygulamak zorundayız.Yardım işinde,birinci kümeye bizimle dost olan,uzun süreli askerî andlaşmalarla bize bağlı ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar,açılacak krediler öncelikle askerî olmalıdır.OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME GEREKSİNMESİ YOKTUR.
...
Bu tür özel para yatırımları zamanla bütün yasadışı karşıçıkışı ve siyasetimize direnişi ortadan kaldırabilmeli ya da etkisizleştirebilmelidir.Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı kalan bütün bireysel girişim ve çıkar çevrelerini etkilemelidir.ABD İLE İŞBİRLİĞİNE HAZIR YERLİ İŞ ADAMLARINA YARDIMI ARTTIRMALI,BÖYLECE BU İŞ ADAMLARININ ÜLKE EKONOMİSİNDE KİLİT NOKTALARINI ELE GEÇİRMELERİNE,BUNA DAYANARAK DA SİYASAL ETKİLERİ ARTTIRILMALIDIR.”
İstanbul halkının yaşamını allak bullak eden NATO toplantısının yapıldığı günlerde,Emin Değer’in yapıtının ne kadar yaşamsal olduğunu söylemeye gerek var mı?
Son zamanlarda,G 8’lerden ülkemize gönderilen irili ufaklı bütün sözcüler ağız birliğiyle Atatürk’e ve ulusal öğretisine saldırmaktalar;Marx,Engels,Lenin,Mao çoktan rahat bırakıldı,ama Mustafa Kemâl hâlâ baş hedef.Bunun nedenini de Kaynak Yayınları’nın yeniden bastığı Hakimiyeti Milliye Yazıları’ndn kısa bir alıntıyla anımsatayım.Ulu Önder bunları 15 Temmuz 1920’de söylemiş:
“...Görüyoruz ki,kendimizi kurtarmak için uğraşmak,bütün dünya uluslarının kurtuluşunun milyonlarca cephesinde çarpışmak demektir.Gerçekleştirilecek iş o kadar büyüktür ki,bunun karşısında insan ruhunun büyük bir coşkuyla titrememesi olanaksızdır.Bizim kurtuluşumuz dünyanın kurtuluşu olacaktır.Ve bütün dünya şu uğursuz emperyalizmin zulmünden kurtulmadıkça,bizim için yaşama ve rahat etme olasılığı düşünülemez.”

Cumhuriyet, 21 Temmuz 2004

30 Haziran 2004 Çarşamba

NEVİN İŞLEK-MEHLİKA BAŞ

Nevin’le yollarımız iki anaçizgide kesişiyormuş:yazın ve resim;ama sevgili İnci Bengiserp resimlerini sergilemese,bilinçli olarak varlığından habersiz yaşayacaktım.
Bütün gerçekten soylu insanlar gibi,o da alçakgönüllü;günün birinde,resimlerini koltuğunun altına yerleştirip Hobi’ye getirmese,evindeki sessiz üretimi sürüp gidecek.
Oysa,evrendeki bütün varlıklar gibi,onda da çekingenliğin,utangaçlığın yanında yiğitçe bir girişkenlik de var;nitekim,yaşamının başlarında,içinden gelerek yazdığı öykü denemelerinin yanında,resim yapmaya da giriştiğinde,bakmış bu sanatın abc’sini de bilmiyor;ayrıca,ya parası yok ya alacağı yerleri öğrenememiş daha,oturup en doğru kişiye,Bedri Rahmi’ye bir mektup yazıyor;resim bezi (tual) yapımını soruyor;mektuba çizimlerinden bir demet de ekliyor.
Bedri Bey’in kişiliğine yakışır biçimde,sevecen bir yanıt geliyor.
Sonra günün birinde Cumhuriyet’te,Bedri Bey’in Nişantaşı’nda özel bir sanat okulunda ders verdiğini okuyor;hemen gidip yazılıyor.
Bir Alevi türküsü:Doğru geldi isen dosta/Öldü isen can bulunur,der;bu ilişkide de öyle oluyor:öğretmenle öğrenci eksiksiz çakışıyor.Ama yaşam değişken,günün birinde usta o okuldan ayrılmak zorunda kalıyor,”beni sevenler Narmanlı Yurdu’na gelsinler”diyor;bu çağrıya uyan birkaç kişi arasında Nevin de var.
Sevgi dolu alışveriş öyle mutlu gelişiyor ki,günün birinde Bedri Bey’den resim almaya gelen bir yabancı,Nevin’in de bir çalışmasını alıyor.
Sonra,yine yollarımız kesişmiş,ama görüşemeden:Nevin, De Yayınevi’nden can dostum Hasan Özay’la evleniyor,biri kız biri oğlan ikizleri oluyor,Gebze’de yaşıyorlar.
Yıllardır beni Yeşilköy’deki ev-işliğine çağırırdı,bir türlü göze alıp gidemezdim;geçende bu işi becerdim,ödülümü de aldım:evinde üst üste yığılı resimler arasından Gebze’de yaptığı bir iki resmi gösterdi;tam kişiliğine uygun,benzersiz,öykünmesiz,içten yapıtlar;pazara gelen köylü kadınları,fırın işçileri,güzelim sıradan insan kardeşlerimiz.
Sonra en sevdiği varlıklar,kediler;kediler,düşler,özlemler...Resimleri sevgi dolu birer masal.
Ama kendisi yurdumun en bilinçli,en temiz yürekli yurtseverlerinden biri;günün birinde Ulusal Kanal’ı buluyor kablolu yayında;artık sabahtan akşama,hem de yüksek sesle açık televizyonu,mutfakta çalışırken bile en azından konuşmaları dinliyor can kulağıyla.
Ancak yakından ilgilenenler biliyor,efendilerimizden gelen buyruk üzerine yerli uşaklar,bütün yasaları,hukuku,adalet duygusunu ayaklar altına alarak yaklaşık bir yıldır kablo yayını dışında tutuyorlar bu kanalı.İkimiz de merakla,özlemle bekliyoruz.
Mehlika,ikizlerin kız olanı;anasından aldığı gözelerle ve sonraki görsel etkiyle o da başlıyor küçük yaşta kediler karalamaya;annesi o kadar beğeniyor ki,günün birinde,Bedri Rahmi’ye yazdığının benzerini Tan Oral’a yazıyor,kızının kedi resimlerinden bir demeti içine koyup yolluyor;onlar o sırada Kedi dergisini çıkarıyorlar.Tan,uzunca bir süre sonra,çizimleri beğendiğini bildiren bir yanıt veriyor
Mehlika,Akademi’nin gönlünde yatan resim bölümüne değil de, Sinema-Televizyon Enstitütüsü’ne girip okuyor;derken sevda;İlhan’la evlenme; okula ara;sonra bitiriş,ve kısa bir süre özel bir kanalda çalışma;ardından kızı Ekin’in doğuşu.
Ancak resim tutkusu alttan alta işleyip geliyor;günün birinde o da kendini bütünüyle bu anlatıma veriyor.
Anımsıyorum,yine sevgili İnci Bengiserp,mahalledaşları Muhsin Kut’un bir sergisinde,küçük bir köşeyi onun camaltı resimlerine ayırmıştı.
Cahit Burak,”resmin anası da babası da karakalem çizimdir,derdi;Mehlika bunun canlı kanıtı;gözlemi,çizimi kusursuz,yalın,ustaca:tek bir çizgiyle yansıtabiliyor örneğin ortak dostumuz Günay Pesen’in gülüşünü.
Muhsin Kut,Bülent Oran,Güner Ener,İnci Bengiserp ,aile bireylerinden kimileri,karşılaştığı,etkilendiği insanlar en sevecen çizgilerle yansımışlar yapıtlarına.
Bu iki güzel insanı,kimileri gibi,resim sanatını allak bullak etme savları yok;içlerinden geldiği gibi,sevgiyle,sevinçle resim yapıyorlar;ben de,gittikçe tadı kaçırılan dünyamızda,hem özlerine,hem sözlerine bakıp seviniyorum.



30 Haziran 2004

16 Haziran 2004 Çarşamba

“TROYA”

Müzikle,bilimle yakından ilgilenenler kuşkusuz tanıyorlardır Halûk Tarcan’ı:ünlü bestecimiz Bülent Tarcan’ın Fransa’da Bilimsel Araştırmalar Merkezi’nde çalışan,piyanist,etnolog kardeşi;özellikle Ön-Türkler’in geçmişleri ve dillerine eğilen değerli dünya yurttaşı.Atomun gizlerini çözdükten sonra bomba yapılıp insanların tepesine atılmasına,bir saniyede milyonlarca kişinin buhara dönüştürülmesine ses çıkarmayanlardan değil anlayacağınız:dirimin değerini bilen,canlı cansız ütün varlıklarıyla Mavi Gezegeni acunsal ömrü boyunca elde tutmaya uğraşanlardan.
Geçen gün ondan yeni bir ileti aldım;bu ara ünlü kıyım-kırım filmi dolayısıyla Troya yeniden gündemde ya;o konuda birtakım somut katkılarda bulunmak istemiş,ve üzerinde çalıştığı Evrensel Uygarlıkların Dip Kültürü Ön-Türk Uygarlığı adlı yapıttan kimi bilgileri aktarıyordu iletisinde.
Küresel yağmanın,acımasız ve amansız anamalcı-sömürücü saldırısının tozu dumana kattığı şu günlerde,Voltaire’in safoğlanı gibi,gelin bu bilgi bahçesini çapalamayı sürdürelim.
“Troya konusunda fikir yürütebilmek için,kökeni kesin olarak bir türlü saptanamamış Hititlerden önceki Anadolu’yu keşfetmeye çabalamak gerekir.
Sayın Prof.Dr.Afif Erzen ve arkadaşları,Ön-Türklerin,Ön-atalarımızın bir bölümünün İ.Ö. 13 000’lerde Orta Asya’dan Doğu Anadolu’ya göç etmiş olduklarını ortaya çıkarmışlardır.(Doğu Anadolu ve Urartular,TTK,1984.Ank.)
Öte yandan başka bir bölük Ön-Türk İstanbul yöresine,Kemerburgaz mağarasına ve Fikirtepe’ye yerleşmiştir;toprak kaplar üzerindeki 5500’lerden kaldığı hesaplanan Ön-Türkçe OQ ve OZ damgalarından çıkarıyoruz bunu.(Alpay Pasinli,İst.Archeological museum.A.Turizm,1995,İst.)
Daha sonraki dönemlerde,yaklaşık İ.Ö. 1980’lerde,İstanbul’da ilk Ön-Türk siyasal kuruluşlarını gerçekleştirmişler.
Bu ön bilgilere ek olarak,o dönemle ilgili belgeleri okuyabilmek için,41 lehçeden oluşan Türkçe’nin dışında (Başbakov),Asya lehçelerini de bilmek gerekir.Çünkü,yukarıda görüldüğü üzere,Anadolu’nun dip kültürü Ön-Atalarımıza aittir.
Tübingen Üniversitesi’nde yıllardır Troya Projesi’ni yürüten Sayın Prof.Mandfred KORFMANN’ın bu konuda vardığı sonuçlara kısaca göz atalım;Sayın arkeolog N.Bayçin’de okuduğumuza göre:
Evrensel tarih ve kültür açısından çok önemli ilk sonuç şudur:
Troya,Antik Yunan kültürüne değil,eski Anadolu kültürüne aittir.
Bu konuda,Sayın Profesörün öne sürdüğü fikirler arasındaki beş öğe Ön-Türk kültürünü birinci derecede ilgilendirmektedir:
Doğrudan Troya konusuna gelince:
“1-“Troyalılar ölülerini yakarlar...”Ön-Türk kültürün başlıca niteliklerinden biri olan Ateş Kültü’nü Troya’da görüyoruz. Ön-Atalarımız,halkına iyi hizmet BUĞ’u ödüllendirmek (Bey-Han-Kağan) üzere,bedenini ateşe verir;Can’ı Tanrı’ya uçar,külleri yeryüzünde kalır.
2-“...Yunan’a karşı verilen savaşta,kentten kaçanlar arasında,kentten kaçanlar arasında TURCİ’ler de vardır...”Bu bulgu,Türklerin Anadolu’ya İ.S. 1071’de değil,binlerce yıl önce gelmiş olduklarını gösterir.
3-“...Troya’nın asıl adı WİLUŞA’dır...”
Luvi diline ait olduğu sanılan bu ad Ön-Türkçe’dir.
UW-İL-UŞ/A olmalıdır.UW=kutsal;İL=halk;UŞ=yönetim;A=son ek “İ”... Açılınca,KUTSAL HALK YÖNETİMİ...Bu noktadan yola çıkılınca,Luvi dili adı verilen dilin,Ön-Türkçe olma olasılığı ortaya çıkıyor,
4-“...TRO/İA..
(İA,İE) son ekleri,Ön-Türkçe’deki İERÜÜ fiilinden gelmektedir.Buna göre,TRO-İA,Tro’ların ülkesi demektir:Arab/ia,Türk/İE,Grek/YA,Mezopotam/İA gibi...Geriye Tro sözcüğünün anlamı kalıyor.Bu da acaba AT-UR...ONG...İA mıdır?
5-“...Ölülerini Küp mezarlara koyarlar..”
Ateşe tapınma gereği,Buğ’un yakılan bedeninden çıkan küller ve kemikleri toprak kaplarda saklanır.Bunlardan birinin üstünde Ön-Türkçe bir tümce vardır:TORT ON (ong) OQ:anlamı,”dört öğede başarıyı okumak”tır;başka bir deyişle,dört cihanda,Evrende başarıya ulaşma=Ölümsüzlük.
Toprak kabın yukarı kıvrılmış kulpları ve yüzünün görünüşü ona KUŞ biçimi vermektedir.Yukarıda gördüğümüz gibi,BUĞ’un Tanrı’ya ulaşması için UÇ kavramı kullanılmakta,günahsızlık simgesi olan OQ (uçan kuş) böylece yansıtılmaktadır.
Bu gagasız toprak kaba İ.Ö,4 binlerde Orta Asya’da,İ.Ö.3 binlerdeyse Doğu Anadolu’da KARAZ kazılarında rastlanmıştır.
Kısacası,Troya’daki dip kültürün bir Ön-Türk kültürü olduğu ortadadır.Ancak belli bir süre sonra,bu dip kültür üzerinde yeni bir Anadolu Ön-Türk Kültürü bileşimi ortaya çıkmış olabilir diye düşünüyoruz.
Yeni bulgular sonucu,Troya’nın bütünüyle Ön-Türk olduğu ortaya çıkabilir...”
Görüldüğü gibi,Yunan Ordusu’nu İzmir’de geldiği gemilere binmeye zorlayan güzeller güzeli Mustaf Kemâl Atatürk: “Troya’nın öcünü aldık” derken epey haklıymış.


Cumhuriyet, 16 Haziran 2004

2 Haziran 2004 Çarşamba

NEVA ÇİFTÇİOĞLU

Neva Çiftçioğlu’nu bana Ankaralı dostum Ayşegül Okay tanıttı.Ayşegül’leyse,bu köşedeki “Kanser ve Beslenme” yazısı aracılığıyla tanıştım.
Ayşegül,doğal ve doğru beslenmeden Aydın Karlıbel’e,sinemadan operaya,kukla tiyatrosuna bütün alanlara meraklı gerçek bir yaşama sanatı uygulayıcısı.
Neva Çiftçioğlu da zaten sanırım müziğe ilgisinin sonucu tanıdığı bir insan:TRT’de izlenceler düzenleyen Vefa Çiftçioğlu’nun kardeşi.
Tıp okumuş;ama belli ki hekimlerin çoğu gibi yalnız serçe parmağımızla ya da saçımızın teliyle sınırlı değil ilgisi;bedenimizde kireçlenmelere neyin yolaçtağını merak etmiş,bunu araştırmış.Sonunda da bulmuş.
Ancak,bu konudaki çalışmasını özetleyen doktora savını öğretmenine verdiğinde,hem de hastaların yanında,şöyle kapağına bakılıp:haa,bu mu,doğruca çöpe,yanıtını almış;ve çalışma dosyası gözünün önünde gerçekten çöpe atılmış.
Bunun üzerine kalkıp Finlandiya’ya göçmüş;çalışması orada beğenilmiş,doçentliği onaylanmış;kireçlenmelere yolaçan etkene nanobakteri adını vermiş.
Kendisiyle yapılan söyleşide:Türk olduğunuz için tepki gördünüz mü? sorusuna:Türk oluşum,kadın oluşumdan daha büyük sorun yarattı,diyor.
Derken,rastlantı ve gereklilik,Finlandiya hükümeti buluşunu dünyaya açıklaması için Neva’yı 1996’da Amerika’ya gönderiyor;New York’taki Cold Spring Harbor Laboratuvarı’na gidiyor.Burada yaptığı açıklamaların sonunda,ünlü uzay araştırmaları kurumu NASA’yla ilişkisi başlıyor.
Neva bedendeki kireçlenme ve tıkanmalara yolaçan etkeni ararken,NASA aynı bakteriye Mars’ta rastlıyor;alıp inceliyor,yapısının Neva’nın nanobakterisiyle aynı olduğunu saptıyorlar;bunun üzerine yazışmalar başlıyor.Derken sonunda,böyle uzaktan yazışmakla olmuyor,gelin bizimle çalışın,diyorlar.
Ve Neva kalkıp Amerika’ya geliyor.
Geliyor,ve elbet ırkçılığın,ayırımcılığın doruğuyla karşılaşıyor;gümrükte arama taramalar.bin bir vize zorluğu.Ee, bütün insanlar kardeştir,bilim,uygarlık ortaktır dedikse ,o kadar da değil elbet!
Çalıştığı bölümdeki üstü,günün birinde açıkça:Senin Türk olmandan yoruldum,diyor;sofrada Müslümanlığını gözetip önüne domuz eti getirmemeye özen gösteren,ona tavuk sunan insanların kafa yapısına bakın!
ABD’den ya da AB’den gelen akıl hocaları,sabah akşam:Nedir bu Atatürk Atatürk?bırakın artık bu çağdışı dinsiz imansız adamı,ılımlı kilimli İslama sımsıkı sarılın! demiyorlar mı?
Ama işin çok daha acıklı bir yanı var;bütün baskılara karşın onların uyruğuna geçmeyen Neva,yurdumuzda hangi üniversiteye başvursa;hem ortaya çıkardığı bakteriyle ilgili ilâçların yapım ve satımında,hem de şimdilerde üzerinde çalıştığı yürek ve böbrek hastalıkları konusundaki çalışmalarında işbirliği yapma önerileri inatla,kabaca geri çevriliyor.Yalvarıp yakarıyor:gelin,bu buluşlarla elde edilecek gelir ülkemizde kalsın,dışarı avuç avuç para akıtmayalım,diyor,ama boşuna.
Ekinsel buyuruculuk(kültür emperyalizmi) bu olsa gerek: ille para pul verip çalıştırmanıza gerek yok,her açıdan geri bıraktırdığınız ülkelerdeki okumuşlar,gönüllü olarak sizin için çalışıyor;şu an başımızdaki siyasetçiler gibi,kendi yurtlarını köleleştirmek için canla başla çabalıyorlar.
Şimdiye dek,elde ettiği başarılardan dolayı,yalnız Ziraat Bankası eski Genel Yöneticisi’nden bir kutlama kartı almış;gözü gibi saklıyormuş.
Canım Nevacığım! Bakan,yönetici,işadamı,kısacası ağırlığı olan biri değilim;ama seni tanımaktan,seninle birlikte bir Anadolu,Atatürk çocuğu olmaktan sonsuz sevinç,övünç duydum !
İnsanlık günün birinde bu çılgınlıktan kurtulup doğal,evrensel özüne dönebilirse,şimdi oturtuğu tahtlardan katilleri indirip seni ve bezerlerini oturacak canım!


Cumhuriyet, 2 Haziran 2004

19 Mayıs 2004 Çarşamba

“AKBABA”NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Akbaba,1970’lerde ABD’nin o zamanki Dışişleri Bakanı Kissinger başkanlığında,Güney Amerika’dan başlayıp bütün yoldan çıkan(?) ulus ve devletleri yola getirmek üzere oluşturduğu tasarının adı.
Güney Amerikalı,zaten Kuzey Amerika’da eğitilip biçimlendirilmiş üst rütbeli generallerle işbirliği yapılarak,başta Allende,bütün halkçı,solcu,devrimci önderler temizlenecek;yerleşik soygun düzenine karşı çıkan,çıkacak olan herkes izlenip fişlenecek;bu konuda tam bir uluslar arası işbirliği ve eşgüdüm sağlanacak;taslağı yapanlara göre gizli ve zararlı örgütlerin çökertilmesi için sorgulama sırasında en etkili yöntem,işkence kullanılacak.
Öyle de yapılıyor;hani şu doğuştan iyi,iyilikçi,sevgi dolu olduğu söylenen insan doğası sözün gerçek anlamında harikalar yaratıyor:birey,kendine özgü incelikler,ustalıklar bulup uyguluyor;belirli aralıklarla toplanıp deneyimler birbirine aktarılıyor.
Fransa’nın Lyon kentinde,uluslar arası güvenlik güçleri için bir merkez açılıyor;dünyadaki bütün tehlikeli kişiler için bir dosya açılıyor,izleme,dinleme birimleri oluşturuluyor;böylece,sözkonusu kişiler dünya çapında izleniyor,gerektiğinde o merkezden verilen buyrukla temizleniyor.
Film Şenliği’nde izlediğim belgeselin bir yerinde,o günlerde görev almış,şimdi belli ki emekli olmuş,güle oynaya köşesinde yaşayan kısa boyla,kırmızı yüzlü tombul adam hiç çekinmeden,yüzünü gizlemeye gerek görmeden,alıcıya insanları nasıl konuşturduğunu;konuşmayanları eliyle nasıl geberttiğini anlatıyordu:başına naylon geçiren bir süre sonra havasız kalıyor,yüzü kızarıyor,önce güzü dışarı fırlıyor,sonra gözlerinden kan fışkırıyor falan.Başı suya daldıran kişiyse debeleniyor,soluk almaya çabalıyor;sonunda kıçıyla soluk almaya başlayınca anlayın ki cızlamı çekiyor diyordu cellat gülerek.
Sevgili Uğur Mumcu Nato’ya bağlı Gladio’nun bizdeki ve öbür ülkelerdeki dümenlerine az değinmemişti.
Rastlantıya bakın,aynı günlerde Şenlik dışında da övüle övüle bir film gösterilmeye başlandı:Yüz Yılın İtirafları:Bilmem hangi yarışmada en iyi belgesel ödülünü de vermişler.
Yine bir ABD Dışişleri Bakanı, Mc Namara,85 yaşında,Kennedy döneminden başlayarak unutulmaz 1962 Küba füze bunalımı sırasında,8 yıllık Vietnam savaşı boyunca neler yaptığını anlattı güle eğlene.
2.Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da buyruğunda çalıştığı,adını belleyip yazmam gerekmeyen tıknaz bir generalden sıkça özetti;general sözün gerçek anlamında acımasız bir kasap;ona bırakılsa,Küba’ya daha ilk anda birkaç atom sallayacakmış.
Ama Mc Namara,kendisinin ve Kennedy’nin ne kadar barış ve insansever olduklarını sık sık vurguladı:bu insanseverin en büyük işi ve becerisi ne biliyor musunuz? oturup en ince hesaplarla en az giderle en çok düşmanın nasıl yok edilebileceğini çıkarmak.
Vietnam Savaşı sırasında kullanılan portakal gazı – efendimiz çok iyi anımsamıyor,ama görevi gereği belli ki onu imzasıyla kullanma sokulmuş_sözümona yalnız ağaçların yapraklarını dökecek,insanlara zerre kadar zarar vermeyecekmiş!
Sonraa,tam o Kennedy’yi ABD’nin artık Vietnam’dan çekilmesine razı edecekken birileri çıkıp başkanı vurmasın mı?Yerine geçen Johnson ne yazık ki o kadar barışsever değil;yukarıda andığım Genelkurmay Başkanı’yla el ele verip savaşı daha da yaymış,taş taş üstünde bırakmamış, yine de yenilmişler! Olsun,erkekçe,onurlarıyla,vuruşa vuruşa çekilmişler!
Akbaba’da,2000’li yıllarda,yapılmış onca düzmece seçimden,dahası yargılamalardan,kimi devlet başkanı generallerin,yardımcılarının çeşitli uygulanmayan cezalara çırptırılmalarından sonra,yine beklenmedik bir anda gözaltına alınıp işkenceden geçirilmiş bir insanı gösterdiler son anlarda.
Nitekim,11 Eylül’de,Amerika,Ortadoğu ve Orta Asya’ya dilediği an dilediği gibi elini kolunu sallayarak girebilsin diye kedi ikiz kulelerini yıktıktan sonra,araştırma yarkurulunun başına deneyimli karıştırıcı Kissinger’ı atıyor W.
Ve bütün bu rezillikler yapılır,sürdürülürken,dillerden düşmeyen tek bir gerekçe var:ulusal çıkarlar.
Hani şu Batı Uygarlığının temel taşı olduğu öne sürülen insanın küresel çıkarları’ndan,canlı cansız bütün varlıkların tartışılmaz,geri alınmaz evrensel çıkarları’ndansa hiç ses yok.
ÖYLEYSE,DAHA UZUN SÜRE BÜYÜK ACILAR ÇEKECEĞİMİZE DE KUŞKU YOK!

Cumhuriyet, 19 Mayıs 2004

5 Mayıs 2004 Çarşamba

“GÜNAYDIN GECE”

Rastlantı bu ya, bu yılki Film Şenliği’nde iki Marco,Ferreri ile Bellochio biraradaydı;ama bakmayın adaş olduklarına,aralarında Himalaya var.
Çok gözde,elüstünde olan Ferreri’nin bütün hüneri,Büyük Tıkınma gibi,sözümona kentlileri eleştiren;insanların film boyunca pişirip pişirip yemek yedikleri,sonunda çatladıkları kıçyapıtlar döktürmektir.
Bellochio, İtalyanca güzel göz demek;Marco’nu gözleri gerçekten güzel mi,bilmiyorum;ama cangözünün olağanüstü olduğuna kuşku yok:filmlerinin öykülerini kendisi tek başına ya da birileriyle yazıyor,kendisi çekiyor,daha önceki büyük ustaları Chaplin,Welles,Fellini,Vizconti,Ermano Olmi falan gibi.
Düşünsel-siyasal geçmişimizle ilgilenenler anımsayacaktır,İtalya’nın ünlü tutucu siyasetçilerinden Aldo Moro, kendilerini işçi sınıfının temsilcisi-sözcüsü sayan Kıpkızıl Tugaylar tarafından kaçırılmış;bir süre saklanmış,sonra öldürülüp bir arabanın yüklüğünde ortalığa bırakılmıştı.
Film bunu anlatıyor;üç oğlan bir kız,bahçe katında bir daireyi tutup Moro’yu kaçırıyor,getirip oraya tıkıyor.
Sonra acıklı güldürü başlıyor:işçi sınıfı adına yargılamaya başlıyorlar bu “tek dişi kalmış siyasetçi”yi;hesapları,toplumsal düzende ağırlığı olduğunu sandıkları bu yaşlı adamı verecek,yandaşlarından zindana tıkılmışları kurtaracak;ayrıca,egemen sınıfı pazarlığa zorlayarak düşünsel-tinsel bir utku kazanacaklar.
Ama hesaplar çarşıya hiç uymuyor:Ne Hıristiyan Demokrat Parti yanaşıyor pazarlığa,ne Tanrı’nın yüce elçisi Papa.
Bunun üzerine, mantık için mantık,kendi içinde tutarlı olmak üzere,daracık bir bölmede,kafalara kar maskeleri geçirip kan ter içinde kalarak,pijamalı da olsa,ayakta ölüm kararını okuyor tutuklunun yüzüne.
Bellochio,sizi gerçekten ışıtan,dolayısıyla mutlu eden bütün büyük ustalar gibi,kendini,insanı en geniş,en derin biçimde tanıyor;ve daha da önemlisi,dürüst,özü-sözü bir:bu devrim çıraklarını en sıradan,en olağan halleriyle betimliyor.
Genç kız,bir kitaplıkta çalışıyor;son derece yakışıklı bir çalışma arkadaşı var;şiirler,öyküler,çekimöyküleri yazıyor;nitekim filme adını veren film öyküsünü,Günaydın Gece’yi o yazmış;kız da,karışıklık içinde,alıp hücre evine getirmiş.
Oğlan kıza baygın,çevresinde dolanıyor;devrim mevrim,doğa işlevlerini sürdürüyor;çevreye de çok aykırı gözükmeme bahanesiyle,bir Pazar kır evine,yemeğe gidiyorlar birlikte.
Kızımız kıpkızıl ya,oğlan ve çevresi de açık kızıl,ortaklaşmacı;ve Bellochio burada,bütün dünya devrimciliğinin en zayıf,en çocuksu yanını gösterme fırsatını kaçırmıyor:hep birlikte en inançlı,en gür sesleriyle söylüyorlar devrimci şarkılarını.
Onlar böyle ciğerlerini paralarken,yerleşik düzenciler,365 gün,24 saat, her saniye,şu yemek için yaşatma cenderesinin sürdürülebilmesi için akıllarına gelen bütün önlemleri alıyorlar.
Canımın içi Bellochio, ayrıntılardaki inceliği bir an bile elden bırakmamış film boyunca:bizim kıpkızıl kız yakalanmamak için seğirtirken,merdiven dolusu jandarma,ona hoşgörü dersleri vermeye çalışan bebek yüzlü delikanlıyı tutuklayıp götürüyor.
En çarpıcı sahnelerden,sözlerden biri de,Moro’nun yargıç-celladına şunları söylediği an:beni ve dinimi eleştiriyorsunuz,ama sizin de bir dininiz var:benimsediğiniz şu öğreti,ve o benim dinimden daha acımasız.
Filmin sonu,gerçek bir insanlık dersi.
Ama bugün sağlı sollu bağnazlıktan uzak durmaya çalışıyorsanız,hapı yuttunuz demektir:sözün tam anlamıyla dışlanırsınız.
İtalya görmüşlerin aktardığına göre,film orada hiç beğenilmemiş,alabildiğine eleştirilmiş;eh,burada da,o akşam,hemen hemen boş bir salonda izledik.
Bunuel,Scola,Fellini,Olmi gibi,Bellochio da kaç yıldır film çekmiyordu;birilerini razı edebildiğinde,yalnız böyle bir yapıta imza atıyor.
Sonsuz saygı.

Cumhuriyet, 5 Mayıs 2004

7 Nisan 2004 Çarşamba

GÜZELLER GÜZELİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Geçende,iletişim dostlarımdan Şeyma Arsel,fotoğraflı bir ileti gönderdi:Saygıyla Anıyoruz.Atatürk’ün çok etkileyici görüntüleri eşliğinde kimi sözlerinden alıntılar.
Daha 1936’da,üç yıl sonra savaş çıkacağını,ABD katılana dek süreceğini,onun girmesiyle sona ereceğini;ancak savaştan asıl yengiyle çıkanın SSCB olacağını söylüyor.
Nitekim öyle de oluyor,Rusya Berlin’in yarısı da içinde bütün Doğu Avrupa’yı ele geçirip döve döve,eze eze toplumcu(?) yapıyor.
Peki sonra ne olacak acaba?Onu da söylüyor:Sovyetler Birliği şimdi çok güçlü,ve bizim de yakın dostumuz,ama sonunda DAĞILACAK.
Eh,o da oluyor;bunun gerçekleşmesinden onca yıl önce,bir de yol gösteriyor kurduğu Cumhuriyet’in yöneticilerine:Orta Asya Türk devletleriyle yakınlaşmalı,onlara öncülük etmeliyiz;ulusları birbirine bağlayan sağlam bağlar vardır,bunlardan bir de dil’dir,diyor.
Bakın,daha 30’larda,şimdi yalancıktan ortalıkta dolaştırılan Avrasya kavramı yerli yerinde.
Tarihi, egemenlerin hepimize zorla yutturduğu masallardan arıtabilen araştırmacıların,Rusya’nın başındaki “halk düşmanı” avcısının,neden Çin’e,Mao’ya el uzatmadığını,gidip Amerika ve Batı Avrupa’yla silahlanma yarısına girdiğini;dahası,koşup Hitler’le,yalan olduğunu bile bile,saldırmazlık anlaşması imzaladığını inceleyip araştırdığı günleri görür müyüz dersiniz?
Bu dürüst araştırmacılardan biri,Çetin Yetkin,Otopsi Yayınları için yeni bir çalışma hazırlamış:S.C.F.Olayı.
Mustafa Kemâl, dünyanın hızla önce parasal-siyasal bunalma,ardından 2.Dünya Savaşı’na sürüklendiği;kurduğu partinin başındakilerin,başbakanından son basamaktaki yöneticisine dek yolsuzluğa,buyuruculuğa,eziciliğe yöneldiklerini görüp öbürlerinden daha çok güvendiği Fethi Okyar ve arkadaşlarına Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurduruyor;bütün taslak,tüzük,her şey onun kafasında oluşturulmuş:kemikleşen yapıyı silkelemek,siyasal yaşama eleştiri’yi katmak istiyor.
Ama bu,görüyorsunuz,bugün bile ne bizde olabiliyor,ne dünyanın öbür ülkelerinde:oynanan allı pullu bir kandırmaca,ve onun olanak verdiği korkunç bir soygun,talan.
Nitekim 1930’da olmuyor,olamıyor:bütün karşıdevrimciler,yerleşik düzenciler hemen el ele veriyor,partiye el koyuyor,karşıdevrimi yürürlüğe koymaya girişiyor;ve yeni parti 12 Ağustos’tan 16 Kasım’a dek açık kalabiliyor.
Yeni partinin kuruluş evresinde yaptıkları bir söyleşi sırasında,Mustafa Kemâl,Fethi Bey’e düşüncesini şöyle dile getirmiş,o da günlüğüne geçirmiş:

Beni fırkamız var diye aldatıyorlardı;bir şey olduğunu,mevcudun da ekmek peşinde koşarken halkı incittiğini anladım.
Arada,kitapta en ince ayrıntılarını bulabileceğiniz bir dizi olay.

Yaşananlardan sonra gelip Fethi Bey gelip Mustafa Kemâl’e partiyi kapatmak istediklerini haber veriyor;bunun üzerine Atatürk de soruyor:
Cumhuriyete hizmet böyle mi olur?Çekilmek doğru değildir;her müşkülü yavaş yavaş hallederiz.Yedi senedir tek fırkaya alışan,tekmil hükümet memurlarıyla çalışan,tuhaf ve başka bir haleti ruhiye taşıyan bir teşekkülü bir ay içinde yola getirme imkânı yoktur.
Kendisi ne kadar yetenekli,iyiniyetli,kararlı olursa olsun,adı üstünde demokrasi =halk yönetimi ancak son bireyine dek somut bilgiyle donatılmış toplumda gerçekleştirilebileceği; bu da, şu anda bile dünyanın hiçbir yerinde sağlanamadığı-bile bile sağlanmadığı –için,o güzelim girişim başarısızlığa uğruyor.
SCF’sını oluşturmaya karar verdiği günlerde,bakın ne diyor Hasan Rıza Soyak’a:
Bunalıyorum çocuk,çok büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum!Görüyorsun ya,her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert,şikayet dinliyoruz.Her taraf derin bir yokluk,maddî,manevî perişanlık içinde...
Fakir Baykurt,Anadolu halkının güzelim diliyle,böylelerine göğsü acımalı derdi;ne yazık ki ülkemiz de,dünya da,güzeller güzeli Atatürk’ten bu yana göğsü acımalı önder göremedi.
Bu değerli yapıt için Çetin Yetkin’i de,basan Cengiz Özakıncı’yı da yürekten kutluyorum.


Cumhuriyet, 7 Nisan 2004

21 Şubat 2004 Cumartesi

DENKTAŞ’IN BİLİNCİ

Nedir en zor şey?görmek,gözünün önündekini;
demiş Goethe.Peki,aslında çok kolay olması gereken bu iş neden güçleşmiş acaba? Çünkü,gerçekte gören göz değil,can’dır;nitekim Türk halkı bunu cangözü sözüyle ölümsüzleştirmiştir.
Peki,doğaötesi terim ve tanımları bir yana bıraktığımıza göre,bilimsel açıdan can ne olabilir?Kalıtım da içinde,canlı varlığın insan türünün beyninde biriktirdiği bütün bilgilerin toplamı.Nitekim,Avrupa dilleri, bu bilgi toplamını anlatabilmek için bilinç yerine,con-science(ortak-bilim) der;ortak-bilim ya da ortak-bilgi.
Bakmayın aradaki lâf kalabalığına,canlı varlığının asal amacı can’ını,ben’ini korumak ve sürdürmektir;dolayısıyla,kaçınılmaz olarak ben-cil olmak zorundadır.
Evrim,oluşturduğu bütün ara biçimleri saklıyor,hiçbir yapıyı kaldırıp atmıyor;bu yüzden,canlı varlıktaki yönetim merkezinin,beynin üç aşamasını saklamış insanda:en dipte sürüngen beyni,onun üstünde memeli hayvan,maymun beyni,ikisini de sarmalayan tüysüz maymun,insan beyni.
Daha önce de yazdım,timsah,oluşmuş o ilk beyin biçimiyle,yalnız canını düşünür;aç kalırsa,yavrusunu bile yer.
İnsansa,bu kadar övündüğüne göre,canının,sıkı sıkı bütün öbür varlık biçimlerininkine bağlı bulunduğunu BİLMEK ve UNUTMAMAK zorundadır;ben buna,bilinçli bencillik diyorum.
Mustafa Kemâl de,Rauf Denktaş da bunun olumlu örnekleri:canlarını koruyup sürdürebilmek için önce bir yurtlarının olması gerektiğini;bu toprak parçası üzerinde,ortalıkta dolaşan bütün o düzmece eşitlik,kardeşlik,hak,hukuk sözlerine karşın,kendilerine yetecek kadar bağımsız ve özerk olmalarının kaçınılmazlığını eksiksiz bilirler.
Canlı varlık,ayrıca,acı dediğimiz ayrıştırıcı,dağıtıcı enerji biçiminden kaçar;haz adını verdiğimiz arttırıcı,geliştirici enerji biçimini arar.
Ama bilinçli bencil’lerin haz arayışı,tanım gereği bilinçlidir:bir yiyecek torbasına,bir cep telefonuna,bir koltuğa,bir katrilyona teslim olmazlar;canlarının,bu gezegenin ve üstündeki canlı cansız bütün varlıkların dirlik düzenlik barış içinde yaşamalarına bağlı bulunduğunu bir saniye bile unutmazlar-varsayımsal cennete gitmek için değil,burada,şu anda mutlu yaşamak için.
Sayın Denktaş,kendini bildi bileli yürüttüğü aydınlatma savaşımını geçen akşam Cevizkabuğu’unda da sürdürdü:Rumların oyunlarını,yalanlarını,Avrupa ve Amerikalıların aşağılık dümenlerini sabırla,birer birer gözler önüne serdi.Binlerce sayfalık Annan yutturmacası’nın Ada ve Anavatan Türkleri açısından taşıdığı tehlikeleri bilmem kaç kez anlattı.
Ama canlarını bir avuç dolar ya da bir tutam masal uğruna satmışların bunu dinlemesi,anlaması,yola gelmesi olanaksız.
Hulki bir ara çok yalın bir soru sordu:Peki efendim,üç eşeğin yaşadığı Kardak Kayalıkları Kıbrıs’tan daha mı önemliydi?onun için az kalsın Yunanistan’la savaşacaktık.
Denktaş,olanca efendiliğiyle,bu sorunun kendisine değil,Ankara’daki sorumlulara(?) yöneltilmesi gerektiğini anımsattı.
1974’ten sonraki bütün yöneticiler bize,Kıbrıs’ın Türkiye için çok önemli,vazgeçilmez olduğunu söylediler;bu uğurda savaşırız dediler.Şimdi eğer bu görüşü değiştirdiyseler,hiç boşuna kıvırtmasınlar,açıkça o görüşü bıraktık desinler;başınızın çaresine bakın,desinler.Biz de boşuna uğraşmaktan vazgeçer,kalkar Anavatana göçeriz,Ada’yı Yunanistan üzerinden ABD’ye,ABD’ye bırakırız;hükümetimizden de,tıpkı Bulgar göçmenleri gibi,bize yaşayacak yer göstermesini isteriz,dedi.
24 Nisan’daki oylama aslında,hem Türkiye’deki,hem Kıbrıs’taki Türklerin bilinçli benciller olup olmadıklarını ortaya koyacak;öyleysek,yaşamaya hakkımız olacak;değilsek,yeryüzüne gerekli olmadığımız belgelenecek.




Cumhuriyet, 21 Şubat 2004