24 Ağustos 2005 Çarşamba

ZEYTİNİN TERİ”

Bu yaşanmış olayı bana sevgili dostum Tomris Sarhan duyurdu. Dr. Mehmet Uhri, eş ve kızıyla Güney’e giderken, her bilinçli yurttaş gibi, arabasını bakımdan geçirtmiş; bu işlemin sonunda her şeyi yerli yerinde olması gereken araba, Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde su kaynatmış.Günlerden Pazar, bütün bakım-onarımcılar kapalı, sıkıntılı koşuşmalardan sonra Hüseyin Amca’yı bulmuşlar; küçük bir çantayla gelmiş; önce hekim gibi, sorunu, ardından çalıştırıp arabayı dinlemiş, “motorun soğutma dizgesinde sorun yok” demiş. Derken, “ buldum galiba”, diye haykırmış:” her şey olağan gözüküyor, ama yine de su kaynatıyorsa, su eksiliyor demektir. Büyük olasılıkla kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. Bu durumda döşemelerin ıslar olmalı.”
Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı onarım kuruluşunun bulamadığı sorun böylece kısa sürede çözmüş. Borcu sorulduğunda, arabanın camındaki simgeye bakıp hekim olup olmadığını sormuş; sonra alıp eve eşine bakmaya götürmüş doktoru. Hanımında yaşlanmanın ve yaşdönümünün getirdiği olağan sıkıntılara ilâç yazılmış; ardından, doğal olarak çay.
Mehmet Bey, kızının bir şey kırıp dökmesine engel olmak için ardından gidince, odanın birinin baştan başa kitap dolu olduğunu görmüş. Meğer Hüseyin Amca emekli öğretmenmiş, Ege köylerinde 39 yıl çalıştıktan sonra emekli olup oraya yerleşmiş; çocuklar okuyup büyük kente göçünce, hanımıyla başbaşa kalmış.
“Peki Hüseyin Amca, neden buraya yerleştin?
- Ben okuma yazmayı, yaşamı burada öğrendim.Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe Köy Enstitüsü’nü ilk bitirenlerdenim. Hasan Ali Yücel eğitim bakanıyken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben yaşamı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.
- Peki bu onarımcılık nereden çıktı?
- Dedim ya, siz bilemezsiniz Köy Enstitüsü çıkışlı olmanın ne demek olduğunu: onlar o günlerin sıradan okulları sanırsınız.Oysa bu okullarda bu toprağın çocuklarına okuma-yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, yapı kurmayı, yemek yapmayı, bozulanı onarmayı, dahası azıcık hekimlik bile öğretirlerdi. Böylece bizler yaşamı öğrendik, öğretmen olup çocuklara öğrettik.
- Kısacası elinizden çok iş geliyor.
- Köy Enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi,düşünmeyi, soru sormayı, aklımızı kullanmayı öğretiyorlardı. İşte bu yüzden yaşatmadılar ya...”
O arada çay hazırlanmış, ekmek, peynir, zeytin gelmiş önlerine.Hüseyin Amca, emekli olduktan sonra zeytin yetiştirmeye başlamış. Ve anlatmış:
“Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışız, kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Sonunda da ona benzemişiz.
- Nasıl yani?
- İnsan da doğanın bir meyvesi değil mi?( Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa tuttu.) Doğduğunda zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıyor, posasından da sabun yapıyoruz.Yana boşa harcanıyor. Bir bölümünü sofralık ayırıyor, selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını,buruşup bu hâle gelmesini sağlıyoruz.Ya da salamura yapıp tatlandırıyor, şişirip gösterişli kılıyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup yaşama hazırladığımızı sanıyoruz, ya şişiriyor, ya da buruşturup atıyoruz.
- Sizin köy enstitülerinde aynı şey yapılmıyor muydu? (Hanımıyla bakışıp gülüştüler.)
- Hurma zeytini bilir misin?
- Bilmem, hiç duymadım.
-Ege’nin kimi yörelerinde olur.Ağaç aynı ağaçtır, ama her yıl Kasım ayı sonuna doğru denizden karaya esen yelle zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini alıp acısını giderir. Zeytinler dalında olgunlaşır;anlayacağın, toplandığında, yenmeye hazırdır.
- Eee?
- Köy Enstitüleri de böleydi. Dalında olgunlaşan zeytin gibi, insanları doğdukları yerde yetiştirmeye, elde ettikleri bilgileri başkalarına aktarmalarını sağlamayı amaçlıyordu. İnsanı doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı. Yaşama hazırlıyordu.
Bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini anımsatmak için buradayım doktorcum, bütün bunlar unutulsun istemiyorum.”
Sonunda, kitaplığından aldığı iki kitabı kızıma armağan etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp uğurladılar bizi.
Zavallı insan kardeşlerimiz! Dünyayı asalak ordusundan kurtaracak, yerküreye uygarlık getirecek bu okulları bile bile kapattırdılar; oysa insanlığın beklediği TEMEL DEVRİM’di onlar.
Bakalım mamutların yanını boylamadan yeniden kavuşabilecek miyiz?


Cumhuriyet,24.8.2005

10 Ağustos 2005 Çarşamba

YILMAZ DİKBAŞ

Yılmaz Dikbaş’ı bana kentdaşı Hicran Karabudak tanıttı, bir yazısını yollayarak.
Hicran da Yılmaz gibi gölgesiz kuşkusuz, inançlı bir ilerici; CUMOK’un yanında birkaç örgütte daha kullanıyor enerjisini, zamanını, giderek cep harçlığını.
Dikbaş, adıyla yüzde yüz uyumlu bir dünya yurttaşı: başı dik mi dik, bilinci açık mı açık, inancı kaya gibi; belli ki iyi İngilizce biliyor; durmadan çalışıyor, düşünüyor, oluşturduğu bileşimleri en yalın ve çarpıcı anlatımla yazılara döküyor; sonra yararlanabileceğini umduklarına gönderiyor.Ayrıca iletişim ağındaki sitesi herkese açık: www.kalinka.com.tr
Ondan bir yazı geldi mi, yüzlerce kitap okumuş gibi oluyorum; şimdiye dek gönderdiklerinden kimisini kısaca anayım.
AB Hapisanesi adlı yazısında, yakından bilenlerin çok iyi akıl erdirdikleri bir çarkı anlatıyordu: eski sömürgeciliğin yerine bu allı pullu zokayı takmış olan AB’nin ilk kurucu üyeleri, elbet ağaları ABD ile el ele, yeni üyeleri, adayları soyup soğana çevirmek üzere nasıl bir dümen döndürüyorlar?
Avrupa Birliği Kaçakçılık,Rüşvet ve Sahtekârlık Batağında başlıklı yazısında, Doğu Perinçek’in, hani şu beylik halkerki teriminin yerine geçirdiği çeteerki’ne uygun olarak, eski başkanların, başbakanların, banka yöneticilerinin, kamu temsilcilerinin üstelik bizim gibi ikinci ülkeleri değil, kendi yurttaşlarını, canlarını dişlerine takarak ödedikleri vergilerini nasıl yürüttüklerini anlatıyordu: yılda tam 5 milyar dolarlık bir yağma!
Buna bağlı olarak, küresel özelleştirme-güzellişterme sonucu, her yerde devlet yatırımdan, iş alanı açmaktan kaçtığı için, çığ gibi büyüyen her alandaki işsizlere hızla katılmakta olan Avrupalı işsiz doktorları ele almıştı Avrupa’nın İşsiz Doktorları’nda.
Şimdi ancak Dikbaş gibi gerçekten bilinçli olanların ayrımına vardıkları yüzlerce yıllık uyutmanın sonucu olarak, bilirsiniz, şöyle bir söylence işlemiştir hepimizin bütün beyin gözelerine: burada aksayan her şey uygar Avrupa’da, Amerika’da tıkır tıkır işler.
En iyi niyetli insanlarımızın bile dilinde bir deyiş daha vardır: Aydınlanmış Avrupa.
Dikbaş’ın sivri iğnesi bu balonu da deliyor Fransız Medyası ve Silah Üreticileri başlıklı tadına doyulmaz yazıda.
Bizdekinden daha önce, daha amansızca nasıl bütün gazeteler, dergiler, televizyonlar, kısacası bütün iletişim-bilişim araçları, yayınevleri Dassault ve Legardère ailelerinin tekeline geçmiş! Bu ortamda artık özgür basından, eleştiriden, emekçilerin hakkından söz edilebilir mi? edilir elbet, Erol Manisalı’nın güzelim benzetmesiyle, kazana atılmış, suları yavaş yavaş ısıtılan kurbanları uyutmak üzere ninni diye söylenir.
Yukarıda çeteerki dedik ya, alın size bir kanıt da komşumuz Yunanistan’dan, hem de Mart 2005’te yeni seçilen Kostas Karamanlis’in ağzından: “Ülkeyi Beş Pezevenk Yönetti!”
Üstelik bunu yapanlar halkın önüne bir toplumcuyuz, eşitlikçiyiz, toplumsal adaleti getireceğiz diye çıkanlar! Her yerdeki gibi.
Dikbaş’ın bütün taşlardan daha değerli yazıları sürüp gidiyor. Son olarak Ç.A.’nın Eşekliği’ne değineyim.
Bir zamanlar benim de oy verdiğim, 76 yaşında, artık salyalarını toplayamayan bir amca var; genç bir gazeteci kıza:”Köşe yazarı diye bir müessese yoktur dünyada!” buyurmuş. Hem de kendisi şunca yıldır hiç hak etmediği köşe’lerde insanlarını uyuturken.
Dikbaş durur mu, hemen en ünlü İngiliz gazetelerini taramış, The Guardian’daki, The Independent’taki, Observer’daki, Financial Times’daki, The Mail’deki köşe yazarlarını dökmüş. Boşuna! İnsan onurunu ayaklar almışsa, bütün tükürükleri yağmur sayar!
Bu seçkin yaratık’la ilgili bir anı vardı Hıfzı Topuz’un Parisli Yıllar’ında: bir gün, Paris’in orta yerinde, durduk yerde: Ben ortaklaşmacıyım! diye bağırmış; hınzır Hıfzı durur mu? Aman yavaş ol, şuradakiler sivil polis, deyince, amcamız aynı sesle düzeltmiş:Şaka yaptım canım.
Sözün kısası, kazanımızdaki suyun dört bir yandan ısıtıldığı günlerde uyanık kalmak, yurdumuzda köle durumuna düşmemek istiyorsanız, Yılmaz Dikbaş’a koşun, güzelim yazılarını okuyun, okutun!
10.8.2005, Cumhuriyet

3 Ağustos 2005 Çarşamba

DOĞU’NUN ONURU

19.Yüzyıl sonlarında Galiçya’da Musa’ya inanan Reich ailesinin Wilhelm adında bir oğulları oldu; ee, bütün o soydan gelenler dünyanın başına bela olanlara benzemeyecek elbet: Wilhelm iki ünlü soydaşının, Marx’la Freud’un izinden gitti, öğretilerini benimsedi, dahası acunsal enerjinin bu iki asal açıklamasını birleştirdi, insanların canını yakan iki konuda, cinsellikle, siyasette kalıcı yasaları aradı, buldu, kâğıda döktü.
Sonunda insanların yeryüzündeki mutluluğunu üç temel direğe dayandırdı: sevmek-sevişmek, çalışmak-üretmek, ve bu ikisini sağlıklı yürütebilmek için, doğru bilgiler edinmek.
Bu denklemin kurulmasını engelleyen insanlara siyaset satıcısı adını verdi, önce kendilerinin yakalanıp sonra bütün dünyaya bulaştırdıkları hastalığa da duygusal veba dedi;acı yazgıya bakın, sonunda o vebalılar bir tutukevinde canını aldılar.
Albert Camus’nün Veba adlı romanını, ondan esinlenerek yazdığı Sıkıyönetim adlı oyununu okudunuz, gördünüz mü bilmem? Veba gelir, ortalığı kırıp geçirmeye başlar; derken canı alınacaklardan biri, Diego, bir kadını sever, ölüme kafa tutar, kanlı oyun bozulur.
Son zamanlarda art arda basılan araştırmaların açıkça ortaya koyduğu üzere, 10 Kasım 1938’den bu yana amansızca, acımasızca üstümüze gelenler egemenliğimizin bütün dayanaklarını birer birer elimizden alırken vebalı siyasetçiler karşı çıkmak şöyle dursun, işbirliği içindeler.
Ama işte ülkemde de bir Diego, Doğu Perinçek ortaya atıldı; kendisi gibi kefene seve seve sarınmış yurtsever insanlara seslendi; el ele, can cana verdiler, bize onurumuzu, özgürlüğümüzü kazandıran Antlaşma’nın 82. yıldönümünde, imzanın atıldığı kente gittiler; dünyanın vebalıları ellerindeki uydu kamutaylardan birbiri ardından Türkler Ermenilerin Soyunu Kırmıştır kararları çıkartırken, önce tekil olarak, açılan soruşturma üzerine de 1000 kişi bir ağızdan: Ermeni Soykırımı Tarihsel Bir Yalandır! diye haykırdılar.
Gelmiş geçmiş bütün zorba salaklar gibi etkiye tepki yasasından habersiz savcı- yazgının oyununa bakın: adı da, kendi dilende Avcı imiş!- doğru bilginin zırhını kuşanmış Doğu Perinçek’e altın tepside inanılmaz bir armağan sundu: insan hakkı, hukuk guguk diye hepimizin başına bela olanlara, hem de kendi Anayasalarıyla, unutulmaz bir insanlık=uygarlık dersi verme fırsatı.
Yabancı gazete ve televizyonları göremedim, ama bizimkileri yeterince izledim: ulusal onurlarını, yaşama haklarını üç kuruşa satmış olanlar bile Lozan’ın orta yerinde ayağa kalkıp ciğerlerinin olanca gücüyle: YALAN SÖYLÜYORSUNUZ diye haykıran Atatürk çocuklarını anmak zorunda kaldılar.
Doğu Perinçek ve buradan giden 260 yürekli insanla dünyanın dört bir yanından, üstelik şundan bundan dolar dilenmeden koşup gelenler çok uzun bir aradan sonra bize insan gibi düşünüp davranma hazzını tattırdılar.
Üstelik, Kocatepe’de bozguna uğrattığı zavallı, şaşkın saldırganların ölüleriyle kendi şehitlerimize bakıp: insanlık şu görünüm karşısında utanç duymalıdır! diyen Yüce Önder’i sevinçten uçuracak biçimde, yüzyıllardır bu edepsiz sömürüyü sürdürenlere de; onların elinde oyuncak olanlara da çıkış yolunu gösteren 8 maddelik bir öneride bulundular. Başka bir yerde okuyup dinleyemediyseniz, Aydınlık’ın 31 Temmuz tarihli sayısını alın ya da İşçi Partisi’nin web sitesine girip okuyun, yazıp saklayın, aydınlanabileceklere okutun.
“Hitler’in gerçekleştirdiği kıyımı yadsımıyorum. Amerikalıların bir zamanlar Kızılderililere, bugün Irak halkına uyguladıkları kıyımı da yadsımıyorum. Ermenilere kıymış olsaydık, buna karşı, İsviçre Kamutay’ından çok daha önce, ilk sırada ben tutum takınırdım!”
Böyle demiş sevgili Perinçek savcıya; ne güzel böyle bir dünya yurttaşının çağdaşı olmak!

Cumhuriyet. 3.8.2005