20 Mayıs 2009 Çarşamba

AHMET SAY

Müziği, müzik eleştirisini, insanın birey ve toplum olarak yaşamını, kavgasını merak edenler yakından tanırlar elbet Ahmet Say’ı. Bu çalışkan, çok yönlü dostum belli ki matematikçi babasından evrenin temel direğini, matematiği iki yönlü kalıt olarak almış; üstüne toplumsal-siyasal-tutumbilimsel bilinci eklemiş. Dolayısıyla, hangi dala el atsa, önümüze hep bütünsel yapıtlar getirmiş, getirmekte.
Bunlardan ikisini, Evrensel Basım Yayın’ın bastığı Müzik Nedir, Nasıl Bir sanattır? ile Müzik Ansiklopedisi Yayınları’nda çıkardığı Müzik Sözlüğü’nü gönderdi.
599 sayfalı Müzik Sözlüğü’ünde, A’dan Z’ye aklınıza gelecek bütün terimler, bütün kavramlar, hem de birçok dildeki karşılıklarıyla ele alınıp açıklanmış. Önemli terim ve kavramlarda, sözcük ya da terimin açıklamasının ardına bir kaynakça eklenmiş, yararlanılan yapıtlar belirtilmiş. Kısacası, gerek sıradan müzikseverler, gerek müzikle ilgili yazılar yazanlar için çok yararlı, vazgeçilmez bir kitap.
İkinci yapıta, Müzik Nedir, Nasıl Bir Sanattır?a gelince, adı ne olduğunu, neyi amaçladığını açık seçik gösteriyor zaten. Kitabın başındaki Birkaç Söz adlı bölümde, bakın neler diyor:
“Doğrusunu isterseniz, kitabın yazılışı sırasında okurlarıyla diyalog içine girebilen talihli bir yazara pek rastlanmaz. Böyle kitaplar varsa da herhalde pek azdır.
Peki, okurlarla nasıl diyalog sağladım? Çok açık: Dergideki (Evrensel Kültür) her yazının sonuna eklediğim ‘Tartışmalar’ ara başlığı altındaki okur soruları ve okur görüşleri yoluyla…Burada okurların sorularını yanıtlıyor, yazışarak tartışma yoluyla önceki bölümleri okurlarla birlikte gözden geçiriyordum. Onlar kimi zaman müzikle ilgili kendi sorunlarını dile getiriyor, ben de bu dipdiri okur istekleri önünde yazılarımın yol ve yöntemini sağlamlaştırıyordum.”
İmeceye, çoğul akla dayanan bu yöntemi bulduktan sonra, eytişim gereği, arkası kendiliğinden hem de verimli, en sağlıklı biçimde gelmiş. Yukarıda değindiğim bütünsel bakışa örnek olarak Halk Müziğimizin Kaynakları yazısının ‘Tartışmalar’ bölümünü anacağım:
“Birkaç aydan beri Sulukule Çingenelerinin sorunları üzerinde duruyorsunuz. Bu konuda, insan hakların savunan örgütleri ağır şekilde suçladınız, onları utandıracak şeyler yazdınız. Bu çabalarınız ses getirdi mi? (Burçin Tekeli, İstanbul.)
Hayır, ses getirmedi. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki herkes kendine göre bir dogma bellemiş, ona sarılmış. Geçen gün televizyon programında, kültürel kavrayışına değer verdiğim ünlü bir mimarımıza Sulukule’yi gezdirdiler. Beyimiz yalnızca iki katlı ahşap bir bina üzerinde durdu. ‘Bu bina yıkılmasa iyi olur’, dedi. Açıkçası, ‘Sulukule’nin bütün meskenleri yıkılabilir’ demeye getirdi. O sanıyor ki Sulukule birtakım derme çatma evlerden ibaret! Yuf olsun! Sulukule’nin özgün bir müzik ve dans kültürü içerdiğini bilmiyor! İnsan hakları örgütlerimiz de müzik ve dans kültürünü kavrayacak düzeyde değilse ben ne yapayım? Elime bir pankart alıp ‘BEN DE ÇİNGENEYİM !’ diye sokak protestosuna mı girişeyim?”
Nitekim, bu sözünü doğrulamak üzere, o bölümün sonunda şöyle diyor:
“Yineleyelim: Halk müziği geleneğimizde ‘söz’den bağımsız müzik sınırlıdır. Ezgiler anonim olduğu için, bu gelenekte sanatı ‘bestecilik’ olar bir sanat erbabı yoktur. Salt çalgısal müzik, halk danslarında yer alır. (Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Dans dili, kimi yerde sözlü anlatımın yerini tutabiliyor. Demek ki halk danslarımızı verdiğim bölümü bu gözle de okuyabilirsiniz.)”
İşte size müzik, sanat, yaşamın anlamı, bireyin toplumsal kavgadaki yeri konularında dürüst, içten kalmaya yemin etmiş bir kardeşinizin yüksek sesli düşünceleri. Alkışlarımla.


Cumhuriyet, 20 Mayıs 2009

6 Mayıs 2009 Çarşamba

“EFENDİ TERÖRİSTLER”

Yılmaz Dikbaş’ın son kitabının adı bu. Çok tutarlı bir barış, insansever olduğu için, yine sorunun özüne parmak basıyor sevgili dostum: biliyorsunuz, kötülüklerin simgesi olarak hep Hitler’e, Mussolini’ye, Franco’ya falan yönelir öfkelerimiz; oysa onlar arkadaki asıl para ve erk sahiplerinin, Krupların, Fordların, Rockefellerlerin sıradan maşalarıdır; günü geldiğinde kırılıp atılır, yerine yenileri sürülür ateşe.
Kitapta bu olgu bütün çıplaklığı ve ayrıntılarıyla gözler önüne seriliyor, hem de özellikle Batı kaynaklarına, belgelerine dayanılarak. Bu eğitilmiş, donanımlı efendi teröristler arasından birini seçtim size aktarmak üzere.
1889-1974 yıllarında yaşamış, 1963/73 arasında da Devlet Başkanlığı yapmış, Zalman Şazar.
“Zalman Şazar, Beyaz Rusya’nın Mir kasabasında, Habad Hasidik bir ailenin çocuğu olarak doğmuş.
Klasik Yahudi eğitiminden sonra, laik edebiyat ve felsefe eğitimi de almış.
16 yaşında Siyonist harekete katılmış, gönüllü militanı olmuş.
1907’de, 18 yaşında, devrimci eylemlere katıldığı, devrimi körükleyen yazılar yazdığı için, Çarlık yönetimince tutuklanmış.
1916’da, Almanya Siyonist İşçi Hareketi’nin önde gelen kurucularından biri olmuş.
1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Almanya’da tarih ve felsefe öğrenimi görüyor, aynı zamanda gazetecilik yapıyormuş. Siyonist eylemlerinden ötürü Almanya dışına çıkması yasaklanınca, Almanya’da yaşayan Yahudilerin yaşamıyla ilgili derin araştırmalara girişmiş.
1924’te Filistin’e göç etmiş. Dünya Siyonist Örgütü’nün Eğitim ve Kültür Bölümü başkanlığını yürütmüş.
1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra, Knesset’e girmiş, David Ben Gurion hükümetinde Eğitim ve Kültür Bakanı olmuş.
1963’te İsrail Devlet Başkanlığı’na seçilmiş; 1968’de ikinci kez aynı göreve getirilmiş.
David Ben Gurion hükümetinin bütün kanlı katliamlarını onaylamış, Filistinli Müslüman Arapların evlerinden, topraklarından, işlerinden atılmalarını, barbarca yurtlarından sürülmelerini bakan olarak imzalamıştır.”
Çünkü Vadedilmiş Toprakların( Dicle Fırat havzasının), Kutsal Kitap’ın buyruğu uyarınca Yahudilere geri verilmesini amaçlayan Siyonistlerin şaşmaz ilkeleri şunlar:
“Yahudi devletinin sınırları sonsuza dek kesinleşmeyecektir (Demek ki dünyayı verseniz yetmeyecek!)./ Hiçbir ülkenin toprak mülkiyeti savı kabul edilemez./ Terörün bir savaş yöntemi olarak kullanılması engellenemez. / Yahudi dininin temel ilkesi, ‘Haşmadet goyim’dir, yani Yahudi olmayanların ortadan kaldırılmasıdır.”
Oysa dünya yazın ve sinema tarihi, Almanların Yahudilere uyguladığı soykırımın öyküleriyle dolu. Ne acı değil mi?
Demek ki asıl sorun Naziler, Almanlar, acımasız Japonlar ya da bilmem kim değil, paradan başka amaç gütmeyen, bu yarışta babasının bile gözünün yaşına bakmayan anamalcılık!
Bütün dünya halkları gönüllü olarak ondan vazgeçip dayanışmacı, paylaşmacı toplumsal düzene geçmeye yemin etmedikçe en küçük bir umut olamaz.
Bu değerli çalışma için Yılmaz Dikbaş’a da, yayıncı İsmet Arslan’a da yürekten alkış.


Cumhuriyet, 6 Mayıs 2009.