22 Mart 2006 Çarşamba

“ATATÜRK VE TÜRK DEVRİMİ”

Bu, sevgili dostum Metin Aydoğan’ın son çalışması; geçirdiği epey tehlikeli işlemin ardından sanırım kendi kendine verdiği, bizimle paylaştığı çok değerli bir armağan.
Aydoğan’ın, “Ülkeye Adanmış Bir Yaşam” başlığı altında topladığı bir ikilinin ikinci kitabı; ilkinden, “Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı”ndan bu köşede söz etmiştim.
Metin, birinci kitapta Atamızın taa Selanik’te başlayan yurdumuzu, ulusumuzu kurtarma girişiminin Samsun’a çıkıştan İzmir’de sersem Yunanlıların denize dökülmesine dek uzanan bölümü anlatıyordu, en çarpıcı, en ayrıntılı biçimde.
Bu kitapta, Mustafa Kemâl, ordularımızın İzmir’e varışından hemen sonra, 18 Eylül 19227de, İkdam Gazetesi yazarı Yakup Kadri’ye şöyle diyor: “Millî mücadelemizin ilk dönemi kapandı, şimdi ikinci dönemini açacağız.” Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonraysa: “Ulusal Kurtuluş Savaşının ilk bölümü bitti, şimdi ikincisine başlayacağız” diye yineliyor.
Ondan sonra, yine ta başından beri kafasında gezdirdiği tasarıyı gerçekleştirme işini girişir; Savaşı kazanan ilk Meclis’in yerine yenisini seçtirir; Ankara’yı yoktan var ederek çağdaş bir başkente dönüştürür; bütün bunları yaparken elbet sayısız engelle karşılaşır, hem de çoğunlukla en yakın arkadaşlarının, sözümona ülküdaşlarının yarattıklarıyla boğuşur. Ama ömür boyu yöntemi aynıdır: “Önemli kararların bütün ayrıntılarını ve zorluklarını ilk günden açıklayıp söylememek. Uygulamayı evrelere ayırmak, olayların gelişiminden yararlanmak, ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak.”
1938’de ölümüne dek bütün dünyanın çullandığı, yüzlerce yılın savaşlarıyla yorgun düşmüş Anadolu’yu nasıl bir ışığa kavuşturduğunu yeniden anımsamak istiyorsanız, hemen alın Metin Aydoğan’ın kitabını.
Şimdi, onun başka bir kitabının adıyla adlandıracağımız Bitmeyen Oyun’un güncel evresinde, ülkemiz bu kez tankla tüfekle değil, dolarla, kandırmacayla parçalanırken, Atamızın şu sözlerini henüz satılmamış olanlar yazıp göğüs ceplerine yerleştirmelidir:
“Devlet ve ulus, yaşamını ve bağımsızlığını kendi kaynaklarına, yâni kendi üretimine dayandırmalıdır. Asıl büyük önlem budur. Ulus, ürettiğinden daha çok tüketmemeli ve gereksindiğinden daha çoğunu istememelidir. Bin belaya karşı konarak, bin müsibet aşılarak ortaya çıkarılan ulusal varlık, salt geçimini sağlayamamak yüzünden bir daha tehlikeye atılmayacaktır. Büyük bir devrim yaptık. Ülkeyi bir çağdan alıp yeni bir çağa taşıdık. Birçok eskimiş kurumu yıktık. Bunların binlerce yandaşı olduğu ve fırsat kolladıkları unutulmamalıdır…Devrimin yasası, varolan bütün yasaların üzerindedir. Bizi öldürmedikçe, düşüncelerimizi boğmadıkça, başladığımız devrim bir an bile durmayacaktır. Devrimin içerden dışardan gelecek tehlikelere karşı korunması için, bütün ulusal ve cumhuriyetçi güçlerin bir yerde toplanması gerekir.”
Başta, “aman efendim, biz şimdi işbaşında bulunanların tersine, AB’ye onurumuzla girmeyi sağlayacağız” diyerek halkı kandıran Atatürk’ün partisi, Sivil Örümceğin Ağına Düşmemiş bütün parti ve örgütlerin, kurum ve kuruluşların, yurttaşların bu sözleri sabah akşam beş kez yüksek sesle okuyup yemin etmeleri gerekiyor.
Metin Aydoğan, bütün öbür yapıtları gibi, gerçek bir titreyip kendine gelme kaynağı hazırlamış; yürekten alkış.

8 Mart 2006 Çarşamba

AYLİN ÖZGÜL

Aylin Özgül’ü, İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde açtığı Vapuristanbul sergisiyle tanıyıp sevdim. Adının çağrıştırdığı kadar özgün görüntüler yakalayıp bize aktarmıştı.
Aylin, 1966’da Ankara’da doğmuş; Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi’nde sahne ve görüntü sanatları eğitimi görmüş.
Gültekin Çizgen’le birlikte yaptığı bir gezide fotoğrafa vurulmuş; “dünyaya fotoğrafça bakmanın, bu duyguyu insanlarla paylaşmanın sınırsız haz ve heyecanını tatmış”.
2000-2002 yılları arasında İFSAK’ta renkli ve siyah-beyaz seminerlerine katılmış, oradaki “Şehir Hatları Vapurları” konulu siyah-beyaz belgesel çalışmasında yer almış. Bu çalışmanın sonunda daha uzun süreli, daha geniş kapsamlı bir çalışma yapmayı kararlaştırmış.
O arada yolu ister istemez İstanbul Fotoğraf Merkezi’ne düşmüş; Nevzat Çakırile Mehmet Kısmet’in öğrencisi olmuş.
Aldığı eğitime uygun bir işe girmiş, Metal Yapı adlı kuruluşun tanıtım bölümünde görev almış.
Hep söylüyorum ya, ömrümüz Demokritos’un o güzelim ikilisince belirleniyor: olasılık-gereklilik; Aylin için doğrusu çok verimli çalışmış bu ikili: hem büyük bir tutkuyla sevdiği bir hüner, uğraş edinmiş; hem de bu beceriyi en güzel değerlendirebileceği bir işe girmiş. Milyarlarca insana düşmeyecek bir talihle, işyeri, biriktirdiği güzel görüntüleri dört dörtlük bir kitapta toplamasını sağlamış. Ben nice usta ressam ya da fotoğrafçı tanıdım yaşamım boyunca, değil böyle bir kitap, şöyle ele gelir bir kitapçık yüzü göremeden göçüp gittiler bu dünyadan.
Çektiği, seçip bize sunduğu görüntülere bakınca, Aylin’in önce kendini, yaşadığı dünyayı, üzerindeki canlı cansız varlıkları; sonra özel olarak İstanbul’u, denizini tepesini, koyunu martısını, gemisini coşkuyla sevdiği görülüyor. Ne mutlu!
O ince uzun gemilerde gelip gidenleri, çalışanları sevecen gözüyle kucaklayıp görüntülemiş; sabahın ilk seferinde, erken kalkıp uykusuna doyamamış insanların pabuçlarını çıkarıp sıralara uzanışı; belki artık kullanılmadığı için çiçek bahçesine dönüştürülmüş Fener iskelesini; bekleme salonundan çıkıp talkı yola doğru yürüyenleri; iskele önünde balık ayıklayıp satanları; önünde hazır bekleyen iki tostuyla görkemli semaveri;makine dairesinin ortasındaki boş koltuğu; giden geminin ardından gelecek sefere kadar işsiz ve yalnız kalan karlı çanı; hamsili pilavın başına çökmüş insanları; onların yiyeceği pilavı karıştıran aşçıyı; bir Boğaz iskelesinin yanında yatan üç kayığı;yakında belki tarihe kavuşacak Haydarpaşa Garı’nın sanırım kaptan köşkünden görünüşünü; belli belirsiz Sarayburnu görüntüsü önündeki üç çalgıcıyı; kolu bilezik, elleri yüzük dolu gazete okuyan hanımı; çaydanlığın önüne sıralınmış güleryüzlü emekçileri; güvercin dolu iskelede giden gemiye bakan adamı; Kaptan Gündüz Aybay gemisi geçerken bir ağıcın dibinde karda oturan kadını; Kadıköy vapurundan Haydarpaşa Garı’na değil de denize bakan adamı; arabalıyla karşıya geçerken yorgun atının üstünü örten, torbasını boynuna geçirmiş meyveciyi; uzaklaşan gemisi, uçuşan martıları, kargasıyla Beşiktaş parkını sergiyi gezemeyenler için sunuyor bu özenli kitap.
“Ben bir İstanbullu olarak, tüm İstanbul halkının sevgilisi bu kıymetli kültür mirasını belgeleyerek gelecek nesillere aktarmaya gönüllü oldum.(…) Yaşadığımız çağın gereklerini yerine getirirken, geçmişimizden bize miras kalan kültür hazinelerimizi, geleneksel değerlerimizi teknolojinin acımasız ve tüketici sürecine kurban etmememiz gerekir” diyor Aylin.
O bir düşçü, sanatçı; oysa geçmişi bilmeyen, geleceğe hiç aldırmayan, şu anda olabildiğince çok parayı cebe indirmeyi yaşama biçimi seçmiş tanımdışı canavarların böyle bir kaygısı yok. Acımasız ve tüketici olan uygulayım (teknolji) değil, paradan başka bir amaç gütmeyen anamalcılık, buyuruculuk, sömürücülük.
Tek başına ne Aylin’in gücü yeter bu canavarı yola getirmeye, ne de başka birimizin; belki evrensel etkiye tepki yasası, Güney Amerika’daki gibi, en umutsuz anda bütün insanlığa yeni bir umut kapısı açar.
Yoksa, zaten insanın bu güzelim mavi gezegende yaşamaya hakkı kalmaz.
O belirsiz güne dek, Aylin’e, Fotoğraf Merkezi’ne, Metal Yapı’ya içten teşekkürler.


Cumhuriyet, 8 Mart 2006