27 Aralık 2006 Çarşamba

FAHİR AKSOY

Sözcüğün tam anlamıyla Aksoylu Fahir’i sanırım kırk yıldır tanıyorum; Balmumcu’da, Ece-Yaşar Şeki çiftinin yaşattıkları İstanbul Modern Sanatlar Galerisi, geçen Cuma akşamı 17 Mart 2007’de 90 yaşına basacak dostuma bir kucaklama düzenledi; son yapıtlarından birkaçı sevenlerin önüne getirildi.
Kucaklamanın ilk konuşması Gürol Sözen’e düştü; çok yerinde bir seçimle, Komagena Krallarından, Nemrut Dağı’nın tanrılarından, sanata-yaşama bakışlarından söz etti ; bütün öbür işlevlerimizin yanında, yiyip içmenin, dostluğun önemini anımsattı coşkulu, yumuşacık anlatımıyla. Doğrusu, Gürol’un vurguladığı Fahir Aksoy, benim tanıyıp sevdiğim, ömür boyu alkışladığım insanı çok iyi yansıtıyordu: tutarlı, inançlı, sevecen, yardımsever, başkalarının yapıtlarıyla mutluluklarına kendisininkiler kadar önem verip özen gösteren coşkulu adam; benim deyimimle, gerçek bir yaşama sanatı ustası!
Bütün öbür ara sanatlar, aslında insan adlı memelinin, yaşamını tam bir sanat yapıtı, bir dans gösterisi, güzel bir resim, unutulmaz bir şiir gibi yaşamasını sağlayacak araçlardır, benim gözümde. Yaşamanın her evresinde çok yakınında olmadım Fahir Usta’nın; ama gerek yazdıklarından, gerek çizdiklerinden, gerek kısa söyleşilerimizden çıkardığım sonuç, benim de birinci sıraya koyduğum bu temel sanata gönülden bağlı olduğunu, kimselere gösteriş yapma gereğini duymadan - ne büyük bir ayrıcalık, ne büyük bir talihtir böyle olabilmek, hele 90 yıl öyle kalabilmek! - yeryüzündeki konukluğunu alkışlanacak bir onurla yaşayıp geldiğidir!
Sevgili Gürol, kısa, özlü konuşmasında bir de maske’den söz etti; yeryüzü sahnesindeki oyunumuzu maskeyle ya da maskesiz oynayan iki kümeyiz; bugün hepimize verilen anamalcı savurgan eğitimin sonucu, büyük çoğunluk ne yazık ki ömür boyu maskeli! Fahirciğim ise, o seçkin, talihli – ama bu dengesiz dağılımdan ötürü, ister istemez de talihsiz – küçük azınlığın içinde yer alanlardandı.
Dünya Kitapları’nın, 2004 yılında, Anı dizisinde bastığı Yaşam Defeterim’in önsözünde şöyle diyor:
“Deneysel açıdan ve içtenlikle yaklaşarak Cumhuriyet Dönemi’nin geçirdiği kültürel ve sanatsal evrelerin içinde yaşamış bir kişi olarak ve de olanaklar ölçüsünde nesnel kalmaya özen göstererek dile getirmeye çalıştığım gözlemlerim, düşüncelerim gerçek olgulara dayanmaktadır.
Kuramsal iri kıyım terminoloji yerine gerçek anlamda naif bir anlatımı yeğlemeyi mizacıma daha uygun buldum.”

Başka bir yerdeyse:
“Özet olarak naif sanat, bir okul ya da akım değildir. Bu nedenle teknikleri birbirine benzemez.
Naif sanatçının temelde, başkalarına benzemeyen karakteri ve önemli ölçüde çocuksu içgüdülerine bağlı olması, eğitimden geçmesi ya da geçmemesi, küçük farklar yaratsa bile, sonuç değişmez; bu farklılık taraflardan birine üstünlük sağlamaz. Uzun yıllar Paris’de yaşamış mimar-ressam Cihat Burak’ın derinlemesine naif duyarlılık taşıyan yapıtları ile İzmir’de dağda yaşayan Şebnem Çamdalı’nın tamamen benzer nitelikteki yapıtlarının aynı kategoride yer almalarına hiçbir engel yoktur. Onları aynı çizgide toplayan en belirgin özellikleri karakteristik duyarlılıklarında yatar.
Değişik okul ve akımlara bağlı bazı sanatçıların yapıtlarında da bu duyarlılık belirgin biçimde kendini gösterir; örneğin sürrealist Chagall’da…”
Sevgili Fahir Aksoy, yaşama sanatının gerektirdiği biçimde, ömür boyu çizdi boyadı, yazdı, dergi, gazete çıkardı, galeri yönetti, kısacası hem sanat gibi yaşamaya, hem sanatın insan kardeşlerine ulaşmasına çalıştı.
O gece, her zamanki gibi özenli giyimine, bir sanat dervişine dönmüş yüzüne bakınca, yerinde bir seçimle tutarlı sürdürülmüş yaşamın somut ödülünü dolu dolu aldığını gördüm.
Ne büyük mutluluk değil mi?

20 Eylül 2006 Çarşamba

CİHAT BURAK

Şeki ailesinin İstanbul Modern Sanatlar Galerisi, geçen yıl Burhan Uygur’u anmıştı güzel bir sergiyle; bu yıl 14 Eylül’de ise sevgili Cihat Burak’ı kucaklıyorlar.
Selin Aydın ile Pınar Saracoğlu, sağolsunlar, resimseverleri dolaşmış, yapıtlarını başkalarıyla paylaşmaya razı olan aklı başında insanların verdikleri resimlerle bu sergiyi oluşturmuşlar.
Cihat’çığım, bir resminde dediği gibi, belki de deli Sakine adlı atına binip, sonsuzluğa uçalı çok oluyor; sergi dolayısıyla, özellikle genç sanatseverler için, temel niteliklerini anımsatmak isterim.
Cihat Burak, çok efendi, bilinçli, sorumlu bir dünya yurttaşıydı; her insanın işini büyük bir sorumluluk ve saygıyla yerine getirmesini isterdi; züppelere, dolandırıcılara, gösterişçilere hiç dayanamazdı.Taksimetre yürürlüğe konmazdan önce, akşamları içkievinden çıkışta arabaya binmek zorunda kalıp da sürücünün: “ne verirsen ver abi” demesine deli olurdu.
Resimleri, sağlam, saygılı dünya görüşünün uzantısı olarak hep belli bir konuyu işledi; Şairin Ölümü’nde, çok sevdiği Nâzım Hikmet’in Bursa hapishanesindeki kedili resmini, bir şiiri kullandı; ortada ağzından kanlar akan büyük ozanın eline bir şiir tutuşturdu.
“Birebir maket üzerinde çalışmış tek mimar” dediği ünlü mimarın yardımcısı olarak ABD uşaklarınca yakılmış AKM yeniden yapılırken, büyük salona çıkan merdivenin solundaki boş duvara, hem de kendi kesesinden suluboya duvar resimleri yapmaya girişmiş; dört beşini da tamamlamış; ama bir sabah gelmiş bir bakmış, züppenin verdiği buyrukla işçiler yapılanları söküp atmış.
Öfkeden deliye dönse de dağa çıkamaz, kimseyi vuramaz; elindeki tek silahla, resimle aldı öcünü: o züppeyi, aralarından hiç çıkmadığı asalaklarla, bu kokteyl masası başında, “Meydan Muharebesi” adıyla resim tarihine geçirdi.
Buna karşılık, AKM’ye girip çıkarken gördüğü ayakkabı boyacısını bütün sevecenliğiyle kucakladı.
Bir zamanlar hemen yanıbaşımızda başka ünlü bir soyguncu şımarık vardı, tanker filoları olan; dedikoduları gazete sayfalarından eksik olmazdı; dünyanın en yetenekli sanatçılarından Maria Callas’ı eskitip savan, canına kıymasına yol açan, sonra ABD’nin kendi eliyle vurdurduğu eski başkanının karısını yatına atan bu amcadan öcünü, sergide görebileceğiniz Devenin Başı adlı yapıtla aldı.
Dünyanın, özellikle ülkemizin tüketim çılgınlığına köle edilmesinden önceki günleri yaşamış ayrıcalıklı – sonrasında elbette acılı – insanlardan olarak, o güzel günleri, o dönemin yumuşak, sevecen, soylu insanlarını, yine sergideki “O Güzel İnsanlar Gazelim Atlarına Binip Gittiler” resmiyle kucakladı.
Tarihe, Evliya Çelebi’ye bayılır, her fırsatta okurdu; resimlerinde, özgün baskılarında onun kitaplarından sayısız çağrışım, alıntı vardır; Kısas’ı Enbiya adlı resmine bakarsanız iç içe geçmiş bütün Peygamberler tarihinden izler bulursunuz.
Yerdiklerine karşı elindeki anlatım aracının bütün olanaklarıyla ok yağdıran ve soylu, onurlu insan, sevdiklerineyse tadına doyulmaz bir yumuşaklıkla bakardı: kadınlar, kediler, Şarlo, pehlivanlar, gecelerini süsleyen fasıl çalgıcıları, şarkıcılar, oyuncular, muharip gaziler, sıradan, alçakgönüllü, sorumlu insanlar…
Yine sergide yer alan özgün baskılardan Görüntü Dünyası’na bakın: orada elbette sevdiği sinema sanatına, o sanatın benzersiz çocuğu Şarlo’ya, gözünün bebeği kedilere sevgisi insanı sevinçten havalara uçuran bir ustalıkla yansıtılmıştır
En temel niteliklerinden biri, hafif gülümseyişli, sevecen alaycı oklarını, konuşurken de, o benzersiz öykülerini yazarken de, önce kendine yöneltmesiydi: kardeşim diye başlayarak anlattığı bin bir gece masalını andıran oyunlu söyleşileri kayda alamadığıma o kadar yanarım ki! Neyse ki elimizde Yapı Kredi’nin ona yakışan bir özenle bastığı üç öykü kitabı kaldı: Cardonlar, Yâkûtiler, Zenci Kalınız.
Bu büyük ustanın görsel dünyasını yeniden tatmak istiyorsanız, İstanbul Modern Sanatlar Galerisi, Balmumcu’da sizi bekliyor.


Cumhuriyet, 20 Eylül 2006

6 Eylül 2006 Çarşamba

İNSANYİYEN SİVİL ÖRÜMCEK

Televizyon haberlerinde gözünüze kulağınıza çarpmıştır: kimi bölgelerde etyiyen bir örümcek türemiş, insanlar geceleri ellerinde ışık ve sopa, bu garip ve ürkütücü varlığı avlamaya çıkıyorlar.
Oysa çok daha korkunç bir örümcek var tepemizde: insanyiyen sivil örümcek. Bu örümceğin bütün dünyaya ördüğü ağdan Mustafa Yıldırım “Sivil Örümceğin Ağında” adlı kitabında uzun ve ayrıntılı söz etmişti.. Tutarlılık gereği, bu ağın kurulduğu ülkelerden, yakın komşumuz, yazgıdaşımız Azerbaycan’ı ele almış son kitabında: Azerbaycan’da Proje Demokratiya.
Biliyorsunuz, bilmelisiniz, hepimiz gibi ölümlü varlıklar olan kimi çılgınlar, el ele vermiş, bütün dünyaya egemen olmak, herkesi imparatorluklarının kölesi durumuna getirmek istiyor, bunun için gece gündüz amansızca çalışıyorlar. Bakın ne diyor Mustafa Yıldırım kitabının arka kapağında:
“Sivil örümceğin ağında nefte bulaşmış demokrasi operasyonu…
Örümcek, ağının örer ve sabırla bekler. Avına iğnesini batırır; enzimini akıtıp onun içini eritir ve vantuzuyla emer. Geriye ağa takılı olarak canlı gibi görünen içi boş böceklerin kabukları kalır.
CIA istasyoncuları da tıpkı bir örümcek gibi topluma sızdılar. Devşirdikleri elemanlarla Bodrum’a geldiler; Türk devletlerini işgale hazırlamak üzere, yeni sivil yardımcılar buldular; Türkiye’de örülen ağdan beslenen bu yardımcılar, örümcek ağını Azerbaycan’a ve Asya’ya bağlamakta gecikmediler.
“Demokrasi kuracağız!” diyen İngiliz ve Amerikalı sivil-resmi örümcekler, devşirme Türklerin rehberliğinde Bakû’ya girdiler. Sterlin ve dolarla beslenen ağ genişledi. Gazeteler, dernekler, sendikalar, partiler kuruldu. Quantum’un temsilcisi George Soros da çok gecikmedi…
Sivil Örümceğin Ağı’na düşen ülkelerin kaynakları, piyasaları örümceklerin vantuzlarıyla emilirken, içlerine zehir akıtılmış ve yalnızca demokrasi kabukları kalmış ‘Anglo-Sakson’ demokratları, öz yurtlarının bağımsızlığını yıkan birer aygıta dönüştüler.”
Bu zavallı kör yaratıklar, böyle davranmakla kendi kuyularını da kazdıklarını, yerkürede yaşayabilme olanaklarını kendi elleriyle havaya uçurduklarını hiç düşünemeden, işte böyle cicili bicili sözcüklerle, demokrasi, proje, insan hakkı diye diye hepimizi cayır cayır yakmaktalar.
Yananlar, yakında yakılacaklar uyanıp da kendi canlarıyla birlikte o sersemleri de, evrenin oluşturup bize armağan ettiği şu güzelim mavi gezegeni de kurtarmak üzere bu çapulcu sürüsünü etkisiz kılamazsa, hep söylüyorum, arkamızda, örneğin mamutlar gibi, adımızı anacak, başımıza gelenleri yazacak kimse kalmayacak


Cumhuriyet, 6 Eylül 2006

23 Ağustos 2006 Çarşamba

MUSTAFA YILDIRIM’IN YENİ KİTABI

Mustafa Yıldırım’ın önceki çalışmalarını, Sivil Örümceğin Ağında’yı, 58 Gün’ü, Ulus Dağı’na Düşen Ateş’i bilmeyen, giderek okumayan kalmamıştır sanırım. Yurdunun ve bütün dünyanın başına örülen çorapları görüp yüreğine ateş düşen bu bilinçli, çalışkan insan, son olarak yine çok önemli bir konuya el atmış: insanların önce beyinlerini tutsak etmek üzere dinsel inançların kullanılması, bu amaçla etkili aracıların (meczupların) yaratılması, bombaların yetersiz kaldığı yerlerde bunlar aracılığıyla mavi gezegenin bütün kaynaklarına el koymaya çalışma. Bu konuyu işleyen yapıtının adı, Yüzyıllık Yanıltma Ustalığı/ Meczup Yaratmak; öbür yapıtları gibi, Ulus Dağı Yayınları basmış.
Bu çarpıcı yapıtı alıp okumanızı özendirmek üzere birkaç alıntı yapayım:
…”Sosyalist sistemin parçalanmasıyla, ABD, özellikle Kafkasya ve Asya ülkelerine girmek istemektedir. Bunun tek yolu da oralara Türkler aracılığıyla girmektir. Bunun için Bodrum’da eski CİA elemanlarının da katıldığı bir toplantı yapılır. ‘Demokrasi Projesi’ adı altında ilişkiler kurulur. Türkiye’de oluşturulan demokrasi dernek ve vakıfları, Amerikalıların Kafkasya ve Asya ilişkilerinde rehber olurlar.
Fethullah Gülen ve çevresi de bu süreci iyi değerlendirir.Işık Evleri-Liseler-Ticaret yapılanmasının içine günlük gazete, yazarları ve sanatçıları kapsayacak vakıflar eklenir. Okullar, Azerbaycan başta olmak üzere bağımsızlığını yeni kazanmış Asya Türk devletlerine yayılır. Said-i Nursi’nin amaçlarına bir bir ulaşılmaktadır.
Daha önceleri komünizme ve dinsizlere karşı öne sürülen Müslüman-Hıristiyan birliği, ‘medeniyetler çatışacak’ propagasındasına koşut olarak, ‘Dinlerarası Diyalog’ adıyla yeniden senaryolaştırılır. 1950-60’ların Nur talebeleri artık önder olmuşlar, bu senaryonun başını çekmek istemektedirler. Fethullah Gülen, Vatikan ile ilişki kurar. İsrail’e karşı Müslüman direnişi aşılanır (bugünse tam tersi dayatılıyor) ve ‘Üç dinin ortak’ mücadelesi geliştirilir. Fethullah Gülen ve çevresi ABD’de de örgütlenir. Şirketler ve bir üniversite kurulur. ABD Dışişleriyle, devlet üniversiteleriyle ilişkiler geliştirilir.
…İlerleyen yıllarda, eski CHP Genel Başkanı, DSP Genel Başkanı, Başbakan Bülent Ecevit de Fethullah Gülen ile ilişki kurar, açıklamalarıyla onu destekler.”
…”Bu arada ABD, dünyaya yayılmanın en önemli aracı olarak dini kullanacağını, Uluslar arası Din Özgürlüğü yasası ve örgütlenmesiyle belli etmiştir. ABD’ Dışişleri’nde kurulan İnsan Hakları Bürosu Din Özgürlüğü Komitesi sorumlusu, Bakan Yardımcısı Harold Hongju Koh Türkiye’ye gelir, Leyla Zana ile görüşür. Diyarbakır’a gider, daha sonra Zaman gazetesine demeç vererek Fethullah Gülen’e sahip çıkar. Amerika’daki Nur hareketi örgütlenmeleri genişler; dernekler, vakıflar kurulur.
2002 yılı sonlarında kurulan hükümetlerde Said-i Nursi’yi sevenlerin bazıları bakan olurken, pek çoğu da kurumların üst yönetimlerinde görev alır.”
Büyük Ozan Goethe’nin sözünü biliyorsunuz: “Nedir en zor şey?görmek gözünün önündekini.” Oysa, asıl zoru, gördüğünü doğru anlayabilmek ve bunu dile getirecek kadar arı duru kalabilmiş olmaktır.
Van’da sevgili Yücel Aşkın’a yapılanları; Şemdinli olayından sonra kurban diye seçilen iki astsubaya ışık hızıyla verilen usdışı cezaları herkes görüyor, dinliyor; en ürkütücüsü, Atatürkçü olduğunu öne süren sivil asker bütün kesimlerin Zati Sungur tarafından uyutulmuş gibi eli kolu dili bağlı susup oturması; boynunu, gözünü kırpmadan kesecek olanlara kuzu kuzu uzatması!
Çok daha acı veren başka bir olguysa, bütün insanlık adına Devrim yapmaya girişenlerin, Avrupalı, Amerikalı acımasız, şımarık sömürgecilerle aynı masada yer alması; Ortadoğu’da sınırlar yeniden çizilmek istenir, Lübnan halkı göz göre göre paramparça edilirken, gülücüklerle el sıkışması.
Bakalım nasıl sürecek bu kanlı oyun?


Cumhuriyet, 23 Ağustos 2006

26 Temmuz 2006 Çarşamba

“HERKES HERKES İÇİN”

Metin Aydoğan’ın “Ülkeye Adanmış Bir Yaşam: Atatürk ve Türk Devrimit adlı son kitabından burada söz etmiştim; Nilgün şimdi onu bitirmek üzere; okurken kendisini sarsan bölümleri benimle paylaşıyor. Bunlardan birini aktarayım şimdi:
“Gelişmenin amacı, insanları birbirine benzer kılmaktır.(…)Dünya birliğe dünya yürüyor; insanlar arasında sınıf, derece, aktöre, giyim kuşam, dil, ölçü ayrımı gittikçe azalıyor. Tarih, yaşam kavgasının, ırk, din, ekin ve eğitim yabancılaşmaları arasında olduğunu gösterir.(…) Düşünce olarak benimsediğimiz dayanışma kuramının gereklerini, uygulamada, toplumsal kazanımlar adı altında toplayabiliriz. Bu kazanımlara, devlet toplumculuğuna yaklaşarak varılabilir. Bu yol, yasa yoludur. Örneğin, iş yasası, kentlerde ve işyerlerinde sağlığı koruma yasası, bulaşıcı hastalıklara karşı koruma yasası, işçilerin yaşlılık ve kazalara karşı korunması yasası, hasta ve yoksul yaşlılara yardım yasası, çiftçi sandıkları yasası, ucuz konut yapılması yasası, okullarda öğrencilerin yararlanacağı ortaklıkların kurulması yasası, bu gibi kuruluşlara devlet bütçesinden yardım. Bu ve buna benzer yasalar çıkarılıp uygulanır. Dayanışma, bu toplumsal önlemlerle sağlanmış olur. Başkasına yapılan iyilik, bize de iyiliktir; başkasına yapılan da bize de kötülüktür. Bu nedenle, iyiliği sevmek, kötülükten kaçınmak gerekir. Yaptığımız işler, çevremize sevinç ya da acı biçimde yansır. Buysa bize bir bilinç görevi yükler. Dayanışma. Bizi başkalarına karşı hoşgörülü kılar. Çünkü başkalarının kusurları, genellikle, bizim de istemeyerek bu suça ortak olduğumuzu gösterir. Sonuç olarak dayanışma, ‘herkes kendisi için’ yerine ‘herkes herkes için’ düşüncesini getirir. Bu düşünce toplumsaldır, ulusaldır, en geniş ve yüce anlamında insancadır.”
Başka bir yerdeyse şunları söylemiş Ulu Önder:
“Devlet, ülkenin güvenlik ve savunması için, karayollarıyla, demiryollarıyla, limanlarla, deniz araçlarıyla, telgraf ve telefonla, tarım ve hayvancılıkla, her türlü taşıtla, ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle yakından ilgilenmeli, onları korumalıdır. Saydığım değerler, ülke yönetiminde ve savunmasında toptan, tüfekten, her türlü silahtan daha önemlidir. Özellikle para, bütün öbür araçların üstünde bir varlık silahıdır.”
1923-1938 arasında, Türk lirası Amerikan lirasına hemen hemen denktir; Atatürk’ün hastalığının ağırlaştığı son dört ayda birden bu denge bozulmaya başlar.
Küba’daysa, şu anda, ulusal para peso dolardan daha değerli.
Bunu sağlamadan ulusal egemenlik ve bağımsızlık gerçekleştirilebilir mi?
Bugün varsayımsal AB üyeliği uğruna yukarıda sözü edilen bütün kavramlara, bütün ilkelere sırtını döndü ülke yöneticileri, işleyimcileri, etki ve yetki sahipleri; oysa bunlar yalnız güzelim Türk halkı için değil, bütün insanlık için altın değerinde saptamalardı. Nitekim, Atamızın bu kusursuz bakışını benimseyip var güçleriyle yaşatmaya çalışanlar, Fidel, Chavez, Morales ve benzerleri, paraya tapanların hepimize dayattıkları amansız, acımasız yarışın yerine yeniden dayanışmayı geçirdiler, sağlamlaştırmaya çalışıyorlar.
Küba Dostluk Derneği’inde unutulmaz bir konuşma yapan Prof. Dr. Pedro A. Valdes-Sosa, fırsat düştükçe, “Küba’da toplumsal, bilimsel kurumlar arasında yarış değil, DAYANIŞMA vardır” diye yineledi.
Chavez, geçen gün, “Avrupa da, Amerika da, insanları köleleştirdikleri için diz çöküp yüksek sesle özür dilemelidir; bugünkü Amerikancı yaşama biçimi, bütün insanlığı ölüme götürür” dedi.
Bakalım dönülmez noktaya gelmeden bu uyarıları dinleyebilecek, koyunlar gibi kendi bacağımızdan asılma şaşkınlığının yerine HEKESİN HERKESİ GÖZETEREK yaşaması sevincini geçirebilecek miyiz?

Cumhuriyet, 26 Temmuz 2006

12 Temmuz 2006 Çarşamba

KÜBA’DA BİLİM VE SAĞLIK

Jóse Marti Küba Dostluk Derneği yine çok değerli bir konuğu ağırlayıp konuşturdu:Prof Dr Pedro A. Valdes-Sosa. Sayın Valdes-Sosa, Nöroloji Merkezi’nde, Sinirbilim Bölümünün Başkan Yardımcısı.
Duyup okumakta olduğumuz parasız sağlık hizmeti konusunda ayrıntılı bilgiler verdi; hiçbir şey gökten zembille inmiyor, biliyorsunuz. Küba’da Bilimler Akademisi, ABD’den iki yıl önce, 1861’de kurulmuş. Ama Fidel’le yoldaşları ülkenin yazgısına el koyana dek kayda değer tek çalışma, şimdi bir bilimsel araştırma kurumuna adı verilmiş Carlos Juan Finlay’in sıtmayla sivrisinek arasındaki ilişkiyi sezip kanıtlaması olmuş.
Ancak, Devrim’den hemen sonra, ülkenin yazgısını değiştirmek üzere ilkin hâlâ % 60’ı okuma yazma bilmeyen halkın eğitilmesi olmuş; bu iş 1961’de bitirilmiş. O yıl Halk Sağlığı Bakanlığı oluşturulmuş. 1962’de, Bilimler Akademisi canlandırılmış, 13 Bilimsel Araştırma Kurumu açılmış. Ve ABD’nin uygulamaya başladığı ambargo üzerine yetiştirilmiş hekimlerin %50’si ülkeden kaçmış. Başlangıçta Tıp Fakülteleri’nde öğretmenlik yapacak insan bulunamaz olmuş; neyse ki Salvador Allende yardıma koşmuş, değerli öğretmenler yollamış. 1965’te, ilk Uygulamalı Bilimsel Araştırma Merkezi açılmış. 1970’te, bu araştırmaları kolaylaştırmak üzere, Japonlarla eşzamanlı olarak, ilk yerli bilgisayar üretilmiş. 1981’de, virüslerle savaşan protein interferonunu öğrenmek üzeri Finlandiya’ya bilim adamı gönderilmiş; Devrim’in altın kuralı uyarınca, “soyut bilgi devşirmeye değil, insanların sağlıklı, mutlu yaşamalarını sağlamaya önem verildiğinden”, yapılan buluşlar, üretilen ilaçlarla 10 yılda bütün Sovyet ülkelerinin ilaç gereksinmesi karşılanır duruma gelinmiş.
Ancak, Moskova’dakiler, toplumcu olmalarını istedikleri ülkelere Fidel gibi hekim ve ilaç, eğitim yerine tank gönderdikleri için SSCB çökünce bu dışsatımın %80’ini bir anda yitirmişler. Buna karşın, Sayın Valdes-Sosa’nın büyük bir coşkuyla, her fırsatta vurguladığı gibi, siyasal istenç doğru olduğundan, 1990-1996 arasında, kısıtlı olanakların tam 1 milyar doları bilimsel araştırmaya ayrılmış. Bunun meyvesini toplamışlar elbet; anamalcı dünyanın amansız saldırı ve yarışına karşın, söke söke, 38 ürün ve ilacın tecimsel hakkını almışlar. Şimdi, Valdes-Sosa’nın deyişiyle, çemberi tamamlamak üzere, dün onlara yardım eden ülkelere bilim ve altyapı gönderiyorlar.
Çocuk ölüm oranı 1959’da %60’mış; 2001’de bu 6.2’ye çekilmiş. İnsan ömrü ABD’de 76.5, Küba’da 76.15. 22 Tıp Okulu’nda, çoğu yabancı, 40 000 üzerinde öğrenci okuyor; 267 hastanenin 62’si köylerde; aile hekimliği birinci öncelik, 4158 aile hekiminin 974’ü dağlarda çalışıyor. 1999 yılında, 2 071 996 kişiye, hastaneye gelmesine gerek kalmadan, evinde bakılmış. Venezüella ‘ye gönderilen 17 000 gönüllü hekimi hepiniz okumuşsunuzdur gazetelerde. Pakistan’a giden gönüllü hekimlerin çalışmalarını Dostluk Derneği’nde daha geçende izledik.
Kısacası, Küba’nın güzelim halkı, şiir yazmakla yetinmeyip silahını kapıp ülkesinin özgürlüğü, bağımsızlığı, mutluluğu için seve seve can veren Jóse Marti ve onun sevdasını üstlenen Fidel Castro gibi soylu çocuklarının öncülüğünde, insanlığın kurtuluşunun solut bilimde olduğunu çok iyi görmüş, gereğini yapmış, yapıyor.
Güzelim yurdumuzda da tarihin bize armağanı benzersiz Mustafa Kemâl Atatürk de bunu eksiksiz biliyordu yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir derken; ama onun ömrü dünyamızı kana bulayan anamalcılarla onları yerli uşakları padişahların çıkardıkları savaşlarda geçtiğinden, kurtardığı ülkesinin başında Fidel gibi 47 kalmasına izin vermedi.
Ancak ülkesini, yurttaşların, dahası bütün insanları gerçekten sevme konusundaki öncülüğünü doğal ve kaçınılmaz olarak ardılı Fidel kusursuz biliyor; Havana’daki parklardan birine Atamızın yontusunu koydurmuş, altına hem Türkçe hem İspanyolca yurtta barış dünyada barış yazdırmış.
Barışaysa napalmlerle, kimyasal bombalarla değil, kanseri, menenjiti, aids’i, sarılığı önleyen ilaçlarla ulaşılacağı çok açık.
Atatürk’ün ilkesine dört elle sarılan Küba hepimiz için bir umut kaynağı.


Cumhuriyet, 12 Temmuz 2006

31 Mayıs 2006 Çarşamba

FİDEL’İN MUTLU ÇOCUKLARI

Sevil artık gezmeye başlayalım, dedi; oturup gitmek istediğimiz yerleri sıraladık, Küba ağır bastı. Bunun üzerine, birkaç girişimde bulunduk; ikisi sonuç vermedi, özel bir gezi kuruluşuyla gitmeyi kararlaştırdık, ve Sevil, Nilgün, ben uçağa atladık.
Daha önce Küba’yla ilgili bütün haberleri yakından izlemiş, Oliver Stone’un Castro’yla ilgili iki filmini ve Bânu Avar’ın Küba Belgeseli’ni görmüştük; yine de büyük merak içindeydik, göreceklerimiz umutlarımızı kıracak mıydı yoksa bizi sevindirecek mi?
Doğrusu, uzun bir yolculuktan sonra Havana’ya indiğimizde, daha ilk izlenim son derece olumluydu: Havaalanındaki bütün görevliler, kadınlı erkekli, güleçti . Pasaportlarımıza küçük kulübeciklere oturmuş özenli, bakımlı, güleryüzlü kızlar baktı.
Gezi kılavuzumuz da onlar kadar güleryüzlü, tatlı dilliydi: Tülin Uğurlu. Kapıda bizi yerli kılavuzumuz Joel karşıladı; havalandırmalı otobüsümüzle kalacağımız konukevine gittik. Bu işe ayrılmış özel bölgedeki konukevimizin açılışını Fidel’in kardeşi Raoul Castro yapmıştı. Odamım alabildiğine geniş, temiz, serindi. Konukevinin giriş katında şırıl şırıl akan bir su, arkasında kocaman bir havuz. Öbür yakada, yan yana sıralanmış çeşitli özel lokantalar; hepsinde kızlı oğlanlı pırıl pırıl gençler, herkesin yüzü gülüyor, her fırsatta şarkılar mırıldanıyor, dans etmeye başlıyorlar.
İlk gün Havana’yı geziyoruz, belli başlı yerleri, Hemingway’in içki içtiği barları, Devrim Alanı’nı dolaşıyoruz.
Bir ara bir parktan geçiyoruz, ilk köşede tertemiz kırmızı etekler, beyaz gömlekler giymiş kızlar bez bir topla gürültü etmeden oynuyorlar; az ileride, sıcak taşlara oturmuş iki küçük çocuk, yapraklarla oynuyor; biraz sağında başka bir küme başka bir oyuna dalmış. Bağırıp çağırma, itişip kakışma yok.
9 Yıllık temel eğitim, bütün öbür temel gereksinmeler gibi, parasız; ilkokul çocuklarının kırmızı etek pantalonları, ortada tütün rengi etek pantalona bırakıyor yerini; liselilerinki daha koyu renk. Bütün bu öğrenciler, günün her saatinde, kentin cıvıl cıvıl sokaklarında çok sıkı olmayan bir düzen içinde gidip geliyorlar; yine en küçük bir gürültü itişip kakışma yok.
Küba yemyeşil, suyu bol; toprakların %25’i tarıma ayrılmış; bunun da %21’inde sulu tarım yapılıyormuş; konukevindeki sofra Küba’nın bütün ürün zenginliğini önümüze seriyor.
Sokaklar, caddeler, kentler arası yollar düzgün, temiz; araba çok az; dolayısıyla gerçek bir sessiz cennet. Yüzü gülen insanlar, duraklarda, sabırla kamu araçlarını bekliyor.
Küba’da Fidel’in bir tek yontusunu, resmini göremedik; buna karşılık, Devrim Şehidi Che hemen her yerde; ama bizdeki ürün tanıtım panolarının yerini Fidel’in halkına seslenişleri almış: Devrim nereden nereye geldi, bundan sonra nereye gidecek, anlatılıyor sayısız kez. Nilgün bunlardan birini defterine yazdı: Sorumluluk sizde, koruyun!
Yine bizdeki avaz avaz bağıran plak disk satan dükkânların tersine burada her köşede canlı insanlar tek ya da birkaç kişi çalıp söylüyor, çoğu kez oynuyorlar: tadına doyulmaz bir şenlik. Ve hepsinin ceplerinde hazırladıkları diskler var, çalıp söylemeye ara verince, getirip sunuyorlar: yalnız 10 peso. Demek ki herkesin emeği değerlendirilmiş.
Bir akşam, Küba Ulusal Konukevi’nde bir gösteri izledik: binbir renkli giysilerle, danslar ve şarkılarla Küba’da yaşamış, iç içe geçmiş halkların, Yerlilerin, Karaların, İspanyolların tarihi özetlendi.
Fidel Castro, gördüğüm kadarıyla, iki büyük kuramcının, Marx’la Reich’ın tasarladıklarını eksiksiz uygulamış; halkını hem siyasal-parasal, hem cinsel açıdan gerçek bir devrime kavuşturmuş – bunu ne yazık ki Moskova gerçekleştiremedi, şimdi çektiğimiz, daha da çekeceğimiz acılar bundan.
Sağlanan bu genel güvenlik, eşitlik, mutluluk içinde elbet kimi eksikler göze çarpıyor; ama bu güzelim Küba halkının ve başarılı yöneticilerinin değil, bizim de içinde bulunduğumuz savurgan, sorumsuz anamalcı dünyanın kusuru: aynı ülküyü paylaştığını savunan Putin’in neden Küba halkına yardım etmediğini ben anlayamadım, anlayan varsa beni aydınlatsın lütfen.
Sözün kısası, bizde sevgili Atatürk’ün tasarladığı, düşlediği şeyler Küba’da insanların günlük yaşamında; üstelik, onca acıdan sonra, öbür Güney Amerika ülkeleri de Fidel ağabeylerinin, dedelerinin yoluna girmekte. Darısı bütün dünyanın başına!

Cumhuriyet, 31 Mayıs 2006

17 Mayıs 2006 Çarşamba

KIYMET GİRAY’IN “ORHAN PEKER”İ

Kıymet Giray’a zaten borcum vardı, Ayten Yetiş Doğu’dan, sergisinden, kitabından söz ederken adını anmayı unutmuştum; derken bu borcu katladı: Beşiktaş Belediyesi’nin Çağdaş Sanat Merkezi’nde açtığı Orhan Peker sergisini duyurdu, kitabını yolladı.
Günümüz ulaşım kargaşasında Akatlar’a gitmeyi göze alamadım, bereket kusursuz kitap elimde. Kapağını sevgili Erkal Yavi tasarlamış, yapıtların saydamlarını Ali Konyalı çekmiş.
Kıymet, çok yerinde bir seçimle, önce Orhan’ın yaşamöyküsünü özetlemiş; bilirsiniz Demokritos’un ünlü ikilisini, “olasılık gereklilik”i sık anarım; Orhan’da bu ikili başından beri kusursuz işbirliği yapmış: yakışıklı, yetenekli doğmuş. Geleneksel değerlere de, çağdaş gelişmelere de sevgi ve saygıyla bakan ailesi, daha küçük yaşta yeteneğini bulgulamış; hem anası babası, hem ablaları ressam olabilmesi için her türlü özeni, yardımı esirgememiş.
Ve öbür yetenekli ressam adaylarından ayrı olarak, ablasının öğretmen eşinden Almanca öğrenir; bu dil, ileriki yaşamında birçok fırsatı değerlendirmesine, yeni fırsatlar yaratmasına izin verecektir.
1945’te Akademi giriş sınavını başka bir yetenekli, Turan Erol şöyle anlatmış:
“Minyon kara bir oğlanın bir adım ardında durduk. Minyon ama yakışıklıydı, çalışmasını izlediğimiz delikanlı saçlarını özenle taramıştı. ‘Homeros’ büstünün yüzündeki ışık-gölge oyunlarını ıkıntısız sıkıntısız yetenekli ellere saptamaktaydı. Resim sehpasının köşesine tutturulmuş sınava giriş belgesine göz attım, adı Orhan Peker’di…”
Kişiliğini yansıtan başka bir alıntı:
“…Resim yapıyor muyum? Öyle yazmışsın. Bu lâfa ne denir? Benim gibi akşama kadar resim yapan resim yiyip içen bir adama, tabii iş olsun diye böyle soru sorulur. Hepsini geçelim, belki bu ara biraz değiştim. Eskiden çok ciddiye aldığım şeyleri, belki şimdi soğukkanlı karşılayabiliyorum. Şu veya bu şekilde düşüncelerim değişti. Fakat resim yapmak – sanat yapmak- neşemi hiç kaybetmedim.”
Ve birbirine eklenen güzel halkalar, Bedri Rahmi, El Greco, Velasquez, Meinecke, Kokoşka, Viyana, Paris, Madrid, Münih, Tokyo…
Resim sanatımızın bildiğiniz parlak adlarıyla oluşturulan On’lar Grubu; birbirini izleyen sergiler, yarışmalar, ödüller. Şimdi de sanata bakışını yansıtan şu sözleri okuyun yeniden:
“Ben içinde bulunduğumuz çağın bütün meselelerine karşı tam bir alâka duyan insanın gerçek sanat yapabileceğine inanıyorum. Ne yapalım ki ben de iyiye varmak, güzele varmak isteyen her sanatkâr gibi ‘gerçek sanat’ yapmak istiyorum. Resim dediğimiz şu işin, sadece göz boyamak işi olduğunu kabul etmiyorum. Öyle olsaydı veya öylesini yapmak isteseydim – samimi söylüyorum – bırakırdım bu yolu. İşte bu bakımdan estetik çalışmaların yanı başında bir gün sosyal meseleleri de ciddiye almak gerekiyordu. Ancak bir farkla. Ne bir sosyolog katılığına düşmek, ne de dogmatik düşüncelere saplanıp kalmak. Nitekim bugün sosyal gerçeklerin her türlüsüne karşı koyamayan sanatçı tipleri, ya fildişi kulesine kapanıyor, ya da bir nevi toplum dinciliği yapıyor. İşi madrabazlığa, istismara götürenleri bir kalem geçelim. Kabul etmek gerekiyor ki, bizim tuttuğumuz yol, yolların en zoru. Hem güzel eser yapacaksın, hem de doğrudan yana olacaksın.”
Sizin anlayacağınız, Belediye Başkanı İsmail Ünal’ın sağladığı olanaklarla, çok doyurucu bir sergi düzenlenmiş; çok değerli bir belge kitap basılmış. Böylece vergilerimiz en yararlı biçimde kullanılmış.
Kıymet Giray da, adına yakışan bir çalışma yapmış; bütün benzerleri gibi ressam doğmuş, ressam olabilme talihine kavuşmuş Orhan Peker’in değerini kusursuz ortaya koymuş.
Hepsine yürekten alkış!



Cumhuriyet, 17 Mayıs 2006

15 Nisan 2006 Cumartesi

SEÇTİKLERİMİZ

Sevindirici bir başarıyla 25. yılına ulaşan Film Şenliği’nde, doğal olarak çok film vardı; gücümüzün yeteceklerini seçmeye çalıştık. İlkin, Fernando Solanos’ın “Adsızların Saygınlığı”na gittik; geçen yılki “Yağma Anıları”nın bıraktığı yerden başladı film; halkın yiğit direnişiyle soyguncular koltuktan düşürülmüş; eldekilerin en dürüstü işbaşına gelmiş; ABD, İMF kapıdışarı edilmiş; ama yeni, herkese aş, iş, ev, hekim sağlayacak düzen henüz kurulamamış. Film, kayıtlarda adı sana bulunmayan, insan yerine konmayan yiğit varlıkların yaşama savaşını anlattı: bin bir olanaksızlık içinde kurulan aşevleri, yokluğa karşın kızları oğlanları eğitmeye çabalayan masal kahramanı, topraklarını, bütün ülkenin besinini kurtarabilmek için hâlâ yürürlükte tutulmaya çalışılan eski yasalarla dişe diş boğuşan çiftçi kadınlar. Sevgili Korkut Boratav’ın bu gazetede dile getirdiği gibi, “uluslararası kıskacı kırmak o kadar kolay değil”! Yazgıları, hepimizinki.
İkinci f ilmimiz, Ermanno Olmi, Abbas Kiarostami ve Ken Loach’un birer bölümünü çektikleri, ama iç içe kurgulanmış “Biletler Lütfen”’di; Roma’ya giden trenden Orta Avrupa insan görünümleri. Gerek öyküler, gerek anlatım, gerek oyuncular, kısacası her şey yerli yerinde; gerçek bir görsel şölen, hem de günümüzün bütün sorunlarını yalansız dolansız işleyen. Ne yazık ki filmin sonunda yeterince alkışlayamadık, herkesin acelesi vardı!
Sonra, öteden beri güvendiğimiz bir ustayı, Bertrand Tavernier’yi seçmiştik: Kutsal Lola”. Tavernier ailesinin yazıp çektiği film günümüzün acı sorunlarından birini ele almış: bitip tükenmeyen savaşlarla öksüz ve yetim bırakılmış milyonlarca Güneydoğu Asyalı kız ve oğlanların birini evlat edinmeye gelmiş Fransızlar. Ama ne yazık ki film bu çocukların neden öksüz yetim kaldıklarını soramadığı gibi, onları alıp süs bitkisi ya da köpeği gibi Avrupa’ya taşıyan görece tuzu kuru beyazların yanında, evlerinde nasıl yaşadıklarını, nasıl birer birey olabildiklerini, büyürken hangi sorunlarla karşılaştıklarını ele alamadı. Daha kendine bile bakamayan, en küçük güçlükle zırıl zırıl ağlayan, bir yavruyu kucağına almayı, ağlarken susturmayı bile beceremeyen cicili bicili bir kadının, talihsizler ordusundan bilmem kaç dolara kopardığı sevimli, şaşkın Lola’nın Fransa’daki yazgısı konusunda bir şey söylenmesi de, geleceğinin pek parlak olamayacağını kestirmek hiç zor değil elbet: kendi has be has Fransız gençlerine yer, yurt, iş bulamayan o bozuk düzen, ne verebilir zavallı Lola’ya?
Sonra Phil Gabsky’nin “Mozart’ın İzinde”sine gittik, ve gerçekten çok mutlu olduk. Yönetmen, çoğu kez yorumlayanların ağzından, hem de ele aldıkları yapıt üzerinde uygulamalı açıklamalarla, yaşamöykücülerle hem Mozart’ın yaşamını özetledi; hem her yapıtın hangi özel koşullarda doğduğunu belgeledi. Tadına doyulmaz bir yapıttı.
Son olarak da, adı hepimizin yakından tanıdığı Vittorio de Sica’yı çağrıştıran başka bir yeni gerçekçiden, Vittorio de Seta’dan yedi kısa belgeseli bir araya getiren filmi gördük.
Halkın günlük yaşamını, çeşitli alanlardaki savaşını anlatan belgeseller, niteliklerine son derece uygundular; yerel halkla, balıkçılarla, kükürt madeninde çalışanlarla, yanardağ adalarında her an kendilerini yutabilecek kızgın kor ırmaklarının dibinde yaşamaya çift sürmeye, okula gitmeye, evlenip eğlenmeye yiğitçe devam eden alçakgönüllü insan kardeşlerimizle, çok yerinde bir tanımlamayla deniz çiftçisi adı verilmiş deniz insanlarıyla, Sicilya’nın çorak toprağından altın sarısı başaklar elde etmeyi başaran gerçek kahramanlarla çekilmiştiler.
Ve o güzelim onurlu saygın soylu insan kardeşlerimiz, acılı ya da sevinçli, tehlikeli ya da eğlenceli her olayda, kadınlı erkekli, topluca ya da tek inanılmaz şarkılar söylüyorlardı. Sinema sanatı işte bunu anlatmalı, sürdürmeliydi; ama ne yazık ki 1950’lerde umut kaynağı sayılan o yaşama sevinci, özellikle 80’den, hele 89’da sanal Berlin Duvarı’nın çöküşünden sonra, yerini şimdiki rezilliklere bıraktı: eh bu da kaçınılmazdı elbet, çünkü üretim ve tüketimimiz, dolayısıyla bütün yaşamımız vebaya tutuldu.
Bakalım bu dünyasal kıyımdan dönmeyi başarabilecek miyiz?


Cumhuriyet, 15 Nisan 2006

5 Nisan 2006 Çarşamba

AYTEN YETİŞ DOĞU

Ayten Yetiş Doğu’yu, Taksim’de Atatürk Kitaplığı’nda açtığı sergiyle tanımıştım; kimselere benzemeyen büyük yalın çanak resimleriyle. Renklerindeki duruluk, mavinin çeşitleriyle ulaştığı anlatım daha ilk bakışta ilgimi çekmişti.
“Okula başlamadan önce duvarlara resim yapmayı çok severdim. Cağaloğlu’daki evimizin yanında boş bir arsa vardı. Oraya eski reklam tabelalarını koyarlardı. Büyük büyük. Ben kimse yokken onların arkasına resim yapardım. Ne zevk…”
Kalabalık aile yapısının dinamik ve sevgi dolu ortamında, paylaşmanın ve sevginin, güven duygusunun temelleri atılır.
“Yedi çocuklu aileye bakmak kolay değildi. Hatırlıyorum, sebze ve meyveler halden kasayla alınırdı. Hiç unutmuyorum, erkenden karpuz kavun at arabalarıyla satılırdı. Zaman zaman da bir araba karpuz ya da kavun alındığı olurdu. Çok misafirimiz olurdu. Zaten biz kalabalığız. Bir de eş dost. Annem, ailesinin yaşadığı Afyon’un yöresel yemeklerini çok güzel yapardı. Babam, babasının erken ölümü nedeniyle okuyamamış, ama çocuklarını eğitmek için çok çaba harcamıştır. Örneğin, iki ablama keman ve mandolin dersleri aldırmıştır. Halkevi’nde, Ziya Aydın Tan yönetiminde orkestraya katılmışlar, konser vermişlerdir. Ayrıca Mesude Ablam da Şef Hulusi Öktem yönetimindeki Üniversite Korosu’na katılmıştı.”
Bu mutlu çocukluk, gençlik yılları silinmez bir iz bırakmış Ayten’de; gerek resimlerinde, gerek karşılaştığınız zaman yüzünde, davranışlarında o güzel yılların güzel çiçeklerini rahatça görürsünüz.
“İlkokul öğretmenimiz yaptığımız resimler arasından beğendiklerini okulun çeşitli yerlerine asardı; koridorlara, öğretmen odasına, hattâ Müdür’ün odasına. Benim resimlerimi de beğenir o odaların duvarlarına asardı.”
“Bir müsamereye hazırlanıyorduk. Ben ressam olmuştum, bir arkadaş ziraat mühendisi, bir diğeri de mimar. Gerçekten de ilerde o mesleklerde yer aldık. Öğretmenimin sezgileri çok kuvvetli olmalıydı. Benim ressam olabilecek yetenekte olduğumu anlamıştı.”
Sizin anlayacağınız, Demokritos’un “rastlantı ve gereklilik” ikilisi Ayten’in yazgısını çok erken saptamışlar. Sonra talih de yardım etmiş, Akademi eğitimi gelmiş. Adnan Çoker'in öğrencisi olmuş.
“Adnan Bey, öğretmek için pervane gibi çırpınan bir hocaydı. Beraber sergilere giderdik. Sergide yer alan resimler üzerinde yorumlar yapar, tartışmaya açardı. Saatler yetmezdi. Yolda bile bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Ertesi yıl atölyelere dağıldığımızda da bizlerden kopmadı. Yardımcı olmak istedi. Hattâ kompozisyon konusunda, haftanın belirli günlerinde boş bir sınıfta dersler de verirdi.”
Derken, 1968’de sanatın başkentlerinden Viyana’ya gitmeye karar verir.
“Viyana’daki araştırmalarımda hep yalınlık üzerinde durdum. Düşünceyi en yalın biçimde göstermek istiyordum. Biçimde, renk ve çizgi aynı değerde öğeler olarak görünmeliydi. Tek tual ve tek nesneyle sanatsal mesajlar verebilme üzerinde çalıştım.”
Doğrusu, daha işin başında kendine saptadığı ereğe ulaşmış Aytan; gerek 12 Nisan’da Akim’de açacağı sergide, gerek oradan alabileceğiniz kitabında çeşitli dönemlerde işlediği vazolara, kır görünümlerine, Boğaz resimlerine bakınca bunu siz de göreceksiniz.
Onun yapıtlarında günümüzün, çağımızın sorunları, dertleri, savaşları, kıyımları yok; bu allak bullak dünyada yaşayan insanlar da yok. Aytan Yetiş Doğu, kusursuz bir masal dünyasında yaşamayı, onu yansıtmayı seçmiş, göremediğim içinde fırtınalar kopsa da.
Sanat sığınıp şöyle bir soluk alacağımız dingin bir vâhaysa, Ayten’in dört dörtlük bir vâha yarattığı açık.
Sağol canım, masal da olsa, düş de olsa, insan kardeşlerine bu vâhayı hazırladığın için!

Cumhuriyet, 5 Nisan 2006

22 Mart 2006 Çarşamba

“ATATÜRK VE TÜRK DEVRİMİ”

Bu, sevgili dostum Metin Aydoğan’ın son çalışması; geçirdiği epey tehlikeli işlemin ardından sanırım kendi kendine verdiği, bizimle paylaştığı çok değerli bir armağan.
Aydoğan’ın, “Ülkeye Adanmış Bir Yaşam” başlığı altında topladığı bir ikilinin ikinci kitabı; ilkinden, “Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı”ndan bu köşede söz etmiştim.
Metin, birinci kitapta Atamızın taa Selanik’te başlayan yurdumuzu, ulusumuzu kurtarma girişiminin Samsun’a çıkıştan İzmir’de sersem Yunanlıların denize dökülmesine dek uzanan bölümü anlatıyordu, en çarpıcı, en ayrıntılı biçimde.
Bu kitapta, Mustafa Kemâl, ordularımızın İzmir’e varışından hemen sonra, 18 Eylül 19227de, İkdam Gazetesi yazarı Yakup Kadri’ye şöyle diyor: “Millî mücadelemizin ilk dönemi kapandı, şimdi ikinci dönemini açacağız.” Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonraysa: “Ulusal Kurtuluş Savaşının ilk bölümü bitti, şimdi ikincisine başlayacağız” diye yineliyor.
Ondan sonra, yine ta başından beri kafasında gezdirdiği tasarıyı gerçekleştirme işini girişir; Savaşı kazanan ilk Meclis’in yerine yenisini seçtirir; Ankara’yı yoktan var ederek çağdaş bir başkente dönüştürür; bütün bunları yaparken elbet sayısız engelle karşılaşır, hem de çoğunlukla en yakın arkadaşlarının, sözümona ülküdaşlarının yarattıklarıyla boğuşur. Ama ömür boyu yöntemi aynıdır: “Önemli kararların bütün ayrıntılarını ve zorluklarını ilk günden açıklayıp söylememek. Uygulamayı evrelere ayırmak, olayların gelişiminden yararlanmak, ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak.”
1938’de ölümüne dek bütün dünyanın çullandığı, yüzlerce yılın savaşlarıyla yorgun düşmüş Anadolu’yu nasıl bir ışığa kavuşturduğunu yeniden anımsamak istiyorsanız, hemen alın Metin Aydoğan’ın kitabını.
Şimdi, onun başka bir kitabının adıyla adlandıracağımız Bitmeyen Oyun’un güncel evresinde, ülkemiz bu kez tankla tüfekle değil, dolarla, kandırmacayla parçalanırken, Atamızın şu sözlerini henüz satılmamış olanlar yazıp göğüs ceplerine yerleştirmelidir:
“Devlet ve ulus, yaşamını ve bağımsızlığını kendi kaynaklarına, yâni kendi üretimine dayandırmalıdır. Asıl büyük önlem budur. Ulus, ürettiğinden daha çok tüketmemeli ve gereksindiğinden daha çoğunu istememelidir. Bin belaya karşı konarak, bin müsibet aşılarak ortaya çıkarılan ulusal varlık, salt geçimini sağlayamamak yüzünden bir daha tehlikeye atılmayacaktır. Büyük bir devrim yaptık. Ülkeyi bir çağdan alıp yeni bir çağa taşıdık. Birçok eskimiş kurumu yıktık. Bunların binlerce yandaşı olduğu ve fırsat kolladıkları unutulmamalıdır…Devrimin yasası, varolan bütün yasaların üzerindedir. Bizi öldürmedikçe, düşüncelerimizi boğmadıkça, başladığımız devrim bir an bile durmayacaktır. Devrimin içerden dışardan gelecek tehlikelere karşı korunması için, bütün ulusal ve cumhuriyetçi güçlerin bir yerde toplanması gerekir.”
Başta, “aman efendim, biz şimdi işbaşında bulunanların tersine, AB’ye onurumuzla girmeyi sağlayacağız” diyerek halkı kandıran Atatürk’ün partisi, Sivil Örümceğin Ağına Düşmemiş bütün parti ve örgütlerin, kurum ve kuruluşların, yurttaşların bu sözleri sabah akşam beş kez yüksek sesle okuyup yemin etmeleri gerekiyor.
Metin Aydoğan, bütün öbür yapıtları gibi, gerçek bir titreyip kendine gelme kaynağı hazırlamış; yürekten alkış.

8 Mart 2006 Çarşamba

AYLİN ÖZGÜL

Aylin Özgül’ü, İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde açtığı Vapuristanbul sergisiyle tanıyıp sevdim. Adının çağrıştırdığı kadar özgün görüntüler yakalayıp bize aktarmıştı.
Aylin, 1966’da Ankara’da doğmuş; Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi’nde sahne ve görüntü sanatları eğitimi görmüş.
Gültekin Çizgen’le birlikte yaptığı bir gezide fotoğrafa vurulmuş; “dünyaya fotoğrafça bakmanın, bu duyguyu insanlarla paylaşmanın sınırsız haz ve heyecanını tatmış”.
2000-2002 yılları arasında İFSAK’ta renkli ve siyah-beyaz seminerlerine katılmış, oradaki “Şehir Hatları Vapurları” konulu siyah-beyaz belgesel çalışmasında yer almış. Bu çalışmanın sonunda daha uzun süreli, daha geniş kapsamlı bir çalışma yapmayı kararlaştırmış.
O arada yolu ister istemez İstanbul Fotoğraf Merkezi’ne düşmüş; Nevzat Çakırile Mehmet Kısmet’in öğrencisi olmuş.
Aldığı eğitime uygun bir işe girmiş, Metal Yapı adlı kuruluşun tanıtım bölümünde görev almış.
Hep söylüyorum ya, ömrümüz Demokritos’un o güzelim ikilisince belirleniyor: olasılık-gereklilik; Aylin için doğrusu çok verimli çalışmış bu ikili: hem büyük bir tutkuyla sevdiği bir hüner, uğraş edinmiş; hem de bu beceriyi en güzel değerlendirebileceği bir işe girmiş. Milyarlarca insana düşmeyecek bir talihle, işyeri, biriktirdiği güzel görüntüleri dört dörtlük bir kitapta toplamasını sağlamış. Ben nice usta ressam ya da fotoğrafçı tanıdım yaşamım boyunca, değil böyle bir kitap, şöyle ele gelir bir kitapçık yüzü göremeden göçüp gittiler bu dünyadan.
Çektiği, seçip bize sunduğu görüntülere bakınca, Aylin’in önce kendini, yaşadığı dünyayı, üzerindeki canlı cansız varlıkları; sonra özel olarak İstanbul’u, denizini tepesini, koyunu martısını, gemisini coşkuyla sevdiği görülüyor. Ne mutlu!
O ince uzun gemilerde gelip gidenleri, çalışanları sevecen gözüyle kucaklayıp görüntülemiş; sabahın ilk seferinde, erken kalkıp uykusuna doyamamış insanların pabuçlarını çıkarıp sıralara uzanışı; belki artık kullanılmadığı için çiçek bahçesine dönüştürülmüş Fener iskelesini; bekleme salonundan çıkıp talkı yola doğru yürüyenleri; iskele önünde balık ayıklayıp satanları; önünde hazır bekleyen iki tostuyla görkemli semaveri;makine dairesinin ortasındaki boş koltuğu; giden geminin ardından gelecek sefere kadar işsiz ve yalnız kalan karlı çanı; hamsili pilavın başına çökmüş insanları; onların yiyeceği pilavı karıştıran aşçıyı; bir Boğaz iskelesinin yanında yatan üç kayığı;yakında belki tarihe kavuşacak Haydarpaşa Garı’nın sanırım kaptan köşkünden görünüşünü; belli belirsiz Sarayburnu görüntüsü önündeki üç çalgıcıyı; kolu bilezik, elleri yüzük dolu gazete okuyan hanımı; çaydanlığın önüne sıralınmış güleryüzlü emekçileri; güvercin dolu iskelede giden gemiye bakan adamı; Kaptan Gündüz Aybay gemisi geçerken bir ağıcın dibinde karda oturan kadını; Kadıköy vapurundan Haydarpaşa Garı’na değil de denize bakan adamı; arabalıyla karşıya geçerken yorgun atının üstünü örten, torbasını boynuna geçirmiş meyveciyi; uzaklaşan gemisi, uçuşan martıları, kargasıyla Beşiktaş parkını sergiyi gezemeyenler için sunuyor bu özenli kitap.
“Ben bir İstanbullu olarak, tüm İstanbul halkının sevgilisi bu kıymetli kültür mirasını belgeleyerek gelecek nesillere aktarmaya gönüllü oldum.(…) Yaşadığımız çağın gereklerini yerine getirirken, geçmişimizden bize miras kalan kültür hazinelerimizi, geleneksel değerlerimizi teknolojinin acımasız ve tüketici sürecine kurban etmememiz gerekir” diyor Aylin.
O bir düşçü, sanatçı; oysa geçmişi bilmeyen, geleceğe hiç aldırmayan, şu anda olabildiğince çok parayı cebe indirmeyi yaşama biçimi seçmiş tanımdışı canavarların böyle bir kaygısı yok. Acımasız ve tüketici olan uygulayım (teknolji) değil, paradan başka bir amaç gütmeyen anamalcılık, buyuruculuk, sömürücülük.
Tek başına ne Aylin’in gücü yeter bu canavarı yola getirmeye, ne de başka birimizin; belki evrensel etkiye tepki yasası, Güney Amerika’daki gibi, en umutsuz anda bütün insanlığa yeni bir umut kapısı açar.
Yoksa, zaten insanın bu güzelim mavi gezegende yaşamaya hakkı kalmaz.
O belirsiz güne dek, Aylin’e, Fotoğraf Merkezi’ne, Metal Yapı’ya içten teşekkürler.


Cumhuriyet, 8 Mart 2006

22 Şubat 2006 Çarşamba

“TAM İNSAN” ATATÜRK

Gazetelerde okumuşsunuzdur: zıpçıktı bir Amerikalı, Mussolini, Hitler gibi dünyanın paylaşımında görev almış gönüllü katillerle falan yarıştırmış, topu topu bir sayıyla geçirip dünyanın en büyük önderi seçmişti.
Sağolsun, henüz satılmamış bir Türk aydını, Prof. Dr. İlknur Güntürkün Kalıpçı yapılması gerekeni yapmış, elinin altındaki bütün yapıtları tarayarak Büyük Önder’le ilgili en çarpıcı, en sıradan anıları derlemiş. Aslında hepsini anımsatmak isterdim size, ama yerim dar, ister istemez seçeceğim.
“Çankaya’dan Meclis’e gelirken yol üstünde tek bir iğde ağacı varmış;Atatürk, onun önünden geçerken arabasını durup iner, selam verirmiş.Neden böyle yaptığını sorunca: ‘Ee, demiş, o yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az öbür neferler kadar bunun da selama hakkı var.’ Bir gün bir de bakıyor, ağaç kesilmiş. Yolu genişletmek için kesmişler. ‘Yahu,diyor, bana sorsaydınız o ağacı kurtaracak yol bulurdum.’ Sonra dayanamıyor, arabaya biniyor, sürücüyle arkadaşının önünde, hüngün hüngür ağlıyor.”
“Söğütözü’nde dinlenmeyi pek severmiş: ‘Ah şurada bir kulübem olsa’ dermiş. ‘İyi de kulübe yapılırken buradaki ağaçlar ne alacak?’ ‘Aman Paşam, bunlar söğüt ağacı, o gönülsüz ağaçtır, söker başka yere dikeriz, mutlaka tutar.’ Bir an düşünmüş, sonra:’ Tamam, buradaki ağaçları kendi ellerimle sökeceğim, kedi ellerimle dikeceğim, tuttuklarını göreceğim, o zaman kulübenin yapımına izin veririm.’
“Bir gün tarım mühendisi Tahsin Coşkan’ı yanına alıp bir yere götürür, buraya giderini kendi cebinden karşılayarak bir orman çiftliği kurmak istediğini söyler: gösterdiği yer bataklıktır, sivrisinek kaynamaktadır, hayvan leşleriyle doludur. Coşkan olmaz der; Atarürk de : ‘Ben en zorunu yapayım da, siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız’, diye yanıtlar.”Burası yurt toprağıdır, yazgısına bırakamayız.’ Ve o bataklığa çam, akasya, köknar diktirir. Bir üretimlik kurdurmuştur, süt ürünleri sağlamaktadır; 25 Mayıs 1933’te, yine kendi cebinden, Ankara halkını trenlere bindirtir, oraya getirtir, gerçek bir şenlik düzenler: Türkiye tarihin ilk Çevre Günü kutlanır. Dahası, orada hiçbir şey bitmez diyen tarım mühendisi Coşkan’ı ve daha başka uzmanları neden dinlemediğini soran arkadaşı Nebizade’ye şunları anlatır: ‘Coşkan’ın yanıtından sonra kılık değiştirip Çankaya’dan kaçtım, buraya geldim. Köylüler beni tanımadılar. Burada ağaç bitip bitmeyeceğini bana nasıl kanıtlarsınız? Diye sordum. Bana bir testi su, kazma kürek verdiler. Şurayı kazıp test iyi göm, iki gün sonra gel, biz sana olup biteni söyleriz.’ O iki günün Çankaya’da nasıl geçtiğini bir ben bilirim, bir de Tanrı. İki gün sonra gittim, testiyi çıkardım, içindeki su bitmişti. Köylüler:’ Ağa, dediler, testide su kalmamış, demek toprak suyu emiyor, bakma üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş buraya ne ekersen biçersin.’ Dolayısıyla, Coşkan’ın olumsuz durum bildirisi geldiğinde ben çoktan işe koyulmuştum.’
“Ve en güzeli, her şey ortaya çıktıktan sonra, Orman Çiftliği’nin başına Coşkan’ı getirir.”
“ Yıl 1914; Anafartalar’da gündüz yer yerinden oynuyor, güzelim Türk çocukları yurdumuzu bize armağan etmek için gözlerini kırpmadan can veriyorlar, etleri kemikleri havaya savruluyor. Bir tek iğde ağacına ağlayan adam, geceleri çadırında, kandil ışığında kitap okuyor. Okuduğu, Macar Türkbilimci Nemet ile Fransız Türkbilimci Devin’in Türk dilini inceleyen yapıtları; savaşın ortasında neden bunları okutuduğunu sorana verdiği yanıta bakın: ‘Savaştan sonra bu dilin değişmesi gerekiyor, onu saptamaya çalışıyorum.’
Bu kez 1916’dayız; Güneydoğu’da çarpışıyor; Bitlis’te, yaveri İzzet Çalışlar’ı çağırıp
elindeki deftere yazdırıyor: ‘Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınını özgürlüğe kavuşturmak, ona erkeğiyle aynı hakları sağlamaktır.’
Biliyorsunuz, dini imanı para olanlar buna benzer binlerce örnek saysanız, iyi ama ülke neyle çekilip çevrilecek? diye sorarlar. Anlamak isteyenler için, Sayın Kalıpçı’dan bir bilgi daha alacağım: 1919’da, yıkımın göbeğinde, bir Sterlin 605 kuruş; 1938’de, 19 yıl sonra, 616 kuruş.19 yılda topu topu %8 artmış; ama Mustafa Kemâl Atatürk’ün hastalığının ağırlaşmasından sonra geçen son 4 ayda ise paramızın değer yitirişi tam %15!
Bütün bunları neye mi borçlu? “Çocukluğumdan beri elime geçen iki kuruştan birini kitaba vermeseydim bugün yapabildiklerimin hiçbirini yapamazdım.”
İlknur Kalıpçı’nın bu güzel çalışması bir saptamayla bitiyor:
“İnsanüstü değildi Atatürk
Tam insandı!”



Cumhuriyet, 22 Şubat 2006.

14 Şubat 2006 Salı

SALİ

PMP Basım Yayın, Mayıs’ta, AKM’de Sali (h) Turan’ın Yol Poşadları’nı sergilemiş; Erkal Yavi’nin tasarımıyla bir de kitabını basmış. Biz Mayıs başında Küba’yı gezmeye gittiğimiz için sergiyi gezemedim; ama hem önceki iki sergisinin, hem bunun kitabını yollamışlar, dolayısıyla kaybımı bir ölçüde giderdim.
Salih, kendi deyişiyle, “iki yaşlarında dağdaki dere yataklarında buldu renkle taşla başlamış çizmeye, tahtadan kom’un (yayla evinin) duvarlarına”.
Ve bütün coşkulu benzerleri gibi, çizip boyarken konuşup yazıyor; kitaptaki kendi kendine ya da karşısındakiyle konuşmalarını okurken yaşam-sanat anlayışı açıkça görülüyor.
İçten bir meraklı olarak, içinde bulunduğumuz evreni ve kendimizi anlayıp anlatmaya çalışırken, tek bir temel ilke görebildim bugüne dek: o güne dek yapılmış yorumlara eleştirel gözle bakabilmek ve kendi yorumunun özeleştirisi yapabilmek.
Günün birinde şöyle demiş anasına: “Ana, ha bu resmime bi şey söyle. Durdu, baktı.’Çok karışık uşağum’ dedi.”
Ondan önceki resimleri nasıldı bilmiyorum, ama anasının uyarısını ciddiye aldığı belli, elimizdekiler alabildiğine yalın.
Başka bir yerde şunu okuyoruz: “…Benim insanlarım çok ilginç, giysileri yok, ama çıplak da değiller. Kadın görmek istiyorsan kadın, erkek görmek istiyorsan erkek, yani ağırlıklı olarak ‘insan enerjisi’ni düşündüğüm için, orada cinsiyet sonraya kalıyor.”
Kitaptaki resimlere bakınca, bu dediğini de eksiksiz uyguladığını görüyorsunuz; eh zaten ancak düşündüğünü yapabileni özgün yorumcu saymıyor muyuz?
Bir söyleşide şöyle demiş: “Benim sonsuz modelim var.Meyhanedeki bir adam, sokaktaki şarapçı, güzel vücutlu kızlar, dostlarım, kim olursa benim modelimdir. Bulduğum yerde resme başlarım, çok hızlı çalışırım, çünkü ben insanları karşımda oturtmaktan çok, hareket hâlinde çiziyorum…”
Kitaptaki resimler, bu konuda da sözüyle özünün bir olduğunu kanıtlıyor.
Özlem Altunok’un bir sorusuna şu yanıtı veriyor: “Eğer yaşayarak ve duyarak farklı alanlar, yeni kompozisyonlar, yeni duygular edinirseniz, paradigmanız değişir, o zaman resim de değişir.(…) Görselliğin değişimiyle birlikte, o hızın içerisindeki atlamalar sırasında doğanız da değişiyor. Yoksa aynı hislerle, aynı bakışla istediğiniz yere gidin, aynı resmi yaparsınız.”
Yol poşadları, bunu da kusursuz uyguladığını gösteriyor.
“…Karşımda Selçuk Kalesi ana görsel uyarıcımdı. Dik yamaçlardan taşınan taşlar insanlarla yol alıp yoruluyorlardı. Hepsini görmeye başladım.Tepede korunaklı kalenin inşaatı başlamıştı. Sonra Kalenin içinde, kilise, cami. Gökyüzüne bakıyorlardı.Şaşkınlıkla durdum, ve ‘iki korku,bir yaşam’ dedim.
Tepeye çıkıp konaklıyorlar, aşağıdan gelecek insanlardan korktukları için. Tepede tapınaklar yapıyorlar, yukarıdan gelecek tanrıdan korktukları için.”
Ressam-ozan William Blake: “günahtan ve acı çekmekten korkan kişilikli olamaz” demiş; Salih’in bu ikisini de aştığı açıkça belli.
İki ünlü dostu ona renk çılgını demişler; bence çılgını değil vurgunu. Çünkü bizim o güzelim deyim uyarınca, can gözüyle bakabiliyor dünyaya:
“Yarasa değilim, ama gece görürüm. Tüm renklerin kaybolduğu anda, gecenin sonsuz karanlığında görürüm. Çünkü gündüz ışık altındaki bir ağaç, gece yine aynı yerde durur. Aynı güzellikte yaşar. Aynı renkleri taşıyarak. Karanlık güzellikleri yok edemez, örter. Benim görselliğim de örtü altındadır.”
“Eskizi tuvale geçirmek, yaşanmış bir heyecanın öldürülmesidir”, dese de, yaşamyolu boyunca tutkusu, coşkusu hiç bitmediğinden, içinde ya da dışında kendine yeni uyarıcılar bulmuş, birbirinden çarpıcı, yalın resimler yapmış. Ne büyük talih!
Sergi bitti elbet, ama o güzel kitap sizi bekliyor.
sbonaran@yahoo/hotmail.com

8 Şubat 2006 Çarşamba

ALİ EKBER ÇİÇEK

İsmet Arslan’ın Berfin Bahar Dergisi, 95. sayısında türkülerimizin usta yorumcusu Ali Ekber Çiçek’e baş köşeyi ayırmış; çok iyi etmiş elbet.
Ben bir asker çocuğu olarak ilkin biricik yayın aracı olan radyoda şarkıları dinleyerek büyüdüm; sonra buna hafit Batı müziği eklendi; Üniversite’ye girdikten sonra, arkadaşlarımın birinin evinde ilk kez klasik müzikle, Rossini’nin Cezayir’de Bir İtalyan Kızı’nın açılış müziğini dinleyerek tanıştım. Güzelim halk türkülerimize gelişimse ancak 1964 yılında, Cevat Çapan’ın evinde Ruhi Su’nun o dönemde gizli gizli elden ele aktarılan, sevgili Ziya Şav’ın evinde alınmış bandı dinleyerek oldu.
Ondan sonra, yine radyoda tek ya da toplu türküleri seçerek dinlemeye başladık; o dönemde büyük bir özenle, saygıyla hazırlanan izlencelerde bir ikili, Cemile Cevher-Ali Ekber çifti, gerek seçtikleri türkülerle, gerek öbürlerinden kolayca ayrılan saygılı yorumlarıyla dikkatimizi çekti; edindiğim ilk kayıt aygıtıyla bu izlenceleri saptamaya başladım.
Ali Ekber Çiçek, Hz Davut’tan ödünç aldığı tok sesiyle, insanı hayran bırakan saz çalışıyla Sevil’le benim gönüllerimizde hemen taht kurdu. Ve bu taht hâlâ sapasağlam duruyor.
Ali Ekber, Orta Asya’da Şamanların oluşturduğu hamuru Anadolu’ya taşımış olanların torunu; yalnız insanı havalara uçuran güzel ezgiler çalıp söylemiyor. Ayrıca, her türküsü, deyişi, insan kardeşlerine bilgece, uygarca yaşama öğütleri veriyor.
Humay kuşu yere düştü ölmedi
Dünya Sultan Süleyman’a kalmadı
Dedim yâre gidem nasip olmadı
Ağlama gözlerim Mevlâm kerimdir.

*
Uçtu gönül kuşu hâlâ dönmedi
Akan gözyaşlarım birden dinmedi
Bir dost buldum o da dertten bilmedi
Yalnız kaldım acı dillere karşı.
*
Geldim şu âlemi ıslah edeyim
Özümü meydanda buldum sonradan
Zaman mahlûkuna göynümü verdim
Sermayeden zarar ettim sonradan.
*
Kırma gönül şişesini
Yapan bulunmaz bulunmaz
Yıkma Hak’kın bahçesini
Ören bulunmaz bulunmaz.

Hüseyin Kenan Gönen’le söyleşirken, sazı için şunları söylüyor: “Bizim Erzincan’da, düğün derneklerde klarnet, keman, cümbüş çalarlar. Sazımız sadece evlerde, cemlerde; bir de ağır misafir geldiği zaman çalınır. Saz dışarıya çıkmaz. Zaten Muharrem ayında da perdesinden kırmızı kurdele ile bağlanır, hiç çalınmaz.”

“Bizim cemden birisi çıkıp da bir başka insanın yüzüne tebessümsüz bakarsa onun derdine derman olmaz. Kapında fantom uçağın olacak; varın içinde yok olacaksın, felsefemiz budur. Yunus’un bir sözü var:’Yaradanı severim yaratılandan ötürü’”.
Zaten çok sevdiğim türkülerinden birinde şöyle der:
Hak’kın cemâlin görmek diler isen
Nûr ile pâk olup insanla görüş
Kendi cemâlin görmek diler isen
Nûr ile pâk olup kendinle görüş.


Sevgili Ali Ekber Çiçek, her şeyin herkesin çürüyüp yozlaştığı bir dünyada ömür boyu bu kadar soylu, onurlu kaldığın; ışığınla bizi arıttığın için sonsuz teşekkürler.



Cumhuriyet, 8 Şubat 2006