11 Eylül 2002 Çarşamba

SANAT VE SAVAŞ

Fransızların sanat kanalı Mezzo bir süre önce çarpıcı bir izlence daha yayınladı:Burada öyle çok yetenek var ki!
İsrail Filarmoni Orkestrası, Zubin Mehta, Daniel Barenboim gibi ünlü yönetmenlerin yönetiminde birçok yorumcuya eşlik etti.
Hem yönetmenlerin, hem yorumcuların ortak özelliği Mûsa’ya inanan insanlar olmalarıydı.
İsaac Stern’den İtzhak Perlman’a , Maksim Vengerov’a, çağımızın en usta, en tanınmış adları.
Tek başlarına, ya da ikili üçlü, pek çok besteyi yorumladılar; tadına doyulmaz bir şölen.
Hepsi adına sözcülüğü İsaac Stern’ne bırakmışlardı.
Sanırım 1997’de çekilmiş filmde, İsaac Stern, artık tam anlamıyla bir bilge: ak saçlarıyla, güler yüzüyle.
Kendimi bildim bileli dinliyorum onun usta yorumlarını.
Sanırım kendileri gibi Mûsa’ya inananların oluşturduğu dinleyicilere seslenirken müthiş alçakgönüllü: Sizlere verdiğimizin kat kat fazlasını bizler alıyoruz, diyordu.
Belli ki, yüzlerce, binlerce yıl topraksız, yurtsuz bırakılmış bir halkın haklı özlemlerini, sevincini dile getiriyordu. Sonunda bir yurtları, dahası, güçlü bir devletleri olmuştu.
Ama onu ve yakalarına birer kırmızı karanfil iliştirilmiş öbür yorumcuları dinlerken ağzımda bir burukluk vardı:Mûsa’ya inananların çok yanlış bir yaklaşımla yalnız kendi Kutsal Toprakları saydıkları yerde, en az onlar kadar hak ve geçmiş sahibi iki insan topluluğu daha yaşıyordu: İsâ’ya inananlarla Muhammed’in ardından gidenler.
İsâ’ya inananlara nasıl yaklaştıklarını, neler edip etmediklerini ayrıntılarıyla bilmiyorum; ama Muhammed’in ardından gidenlere neler ettiklerini ben de,kendileri de her gün, her saat görüyoruz.
Evet, bir insanın beline patlayıcı dolayıp kendini de, o an yakınında bulunanları da havaya uçurması insana yakışmayan,acımasız bir davranış.
Ama o topraklarda en az sizin kadar hakkı ve geçmişi bulunan bir halka, devletiniz kurulana dek kendi çektiklerinizi unutup, hâlâ kendi devletlerini kurma hakkını tanımamak; bırakın tanımayı, bütün ateşli silahlarla karşı çıkmak, yardım etmemek insanlığa yakışıyor mu?
Üstelik o insanlar şu an dindaşınız değil, ama kesinlikle yurttaşınız, belki kandaşınız!
Ve üç dine göre de Yaradan tek!
Dinleti sırasında İsaac Stern ya da Zubin Mehta bunu dile getiremezdi belki; ama öncesinde ya da sonrasında, bütün iletişim araçlarında bunu söze, eyleme dökme olanağı vardı; hiçbirinde okuyup görmedim.
Ancak aradan iki yıl geçtikten sonra –dinleti 1997’de kayda alınmış - Daniel Barenboi, beklediğime yakın bir girişimde bulunmuş.
Bunun haberini, Cumhuriyet’in 28 Ağustos tarihli sayısında, yazımın altında okudum:
Daniel Barenboim yönetimindeki genç Arap ve İsrailli müzikçilerden oluşan orkestra, 1 Ekim’de, Staatsoper’de bir dinleti verecekmiş. Orkestra dinletide Beethoven’in 5. Senfoni’sini çalacakmış.1999 yılında kurulmuş orkestraya katılabilmek için, Ortadoğu sorununa savaşarak çözüm bulunamayacağına inanmak gerekiyormuş. Barenboim, müzikçi ve ekin insanı olarak, siyasetçileri beklemeden, bir an önce eyleme geçilmesini istiyormuş.
Bu amaçla geçen yıl önemli bir tabuyu yıkmış, 2. Dünya Savaşı’ndan beri , Hitler çok seviyor diye İsrail’de çalınması yasak olan , ünlü besteci Richard Wagner’in yapıtlarını yorumlatmış.
Böylece Barenboim, tek başına, özlediğim yolda adım atmış.
Bunu okuyunca öyle sevimdim ki! siyasal erklere kuzu kuzu boyuneğen yorumcular karnıma bıçak sokuyor çünkü.
Günün birinde, her alanda, yorumladıkları yapıtlara denk insanlarla birarada yaşama umuduyla.

10 Temmuz 2002 Çarşamba

“SILADAN UZAKTA”

“Şimdi rağbet güzel ile zengine” der bir türkümüz;yazın dünyasında rağbet,posteki-moderin yazarlara,siyasetteyse döneklere.
Ama dünya karşıtlarda oluşuyor ya,aykırılar,ayrık otları da arada varolmayı,üretip türetmeyi sürdürüyor.
Gerçi Fakir Baykurt’un kendisi göçtü,ama onun gibi Köy Enstitülü bir an-babanın değerbilir çocuğu Oktay Şimşek’in Papirüs Yayınevi,ülkemizin içine sokulduğu korkunç koşullara karşın,Baykurt’un 50 yaşındayken Tübingen’de yazmaya karar verip Stuttgart treninde başladığı özyşam öyküsünün 15 yıl sonra,17 Nisan 1994’te Duisburg’da bitirdiği 7.cildini basmayı başardı.
Tepemizde oynanan oyunları,altımıza oyulan tuzakları daha başka gözüpek,açıksözlü,dürüst insanların yanında,öyle uzağa gitmeden,haftada birkaç kez Cumhuriyet’te, Erol Manisalı’nın yazılarında kolayca okuyup anımsayabilirsiniz.
Fakir Baykurt,Erol Manisalı’nın bıkıp usanmadan yinelediği doğruları,gerçekleri 70 yıllık ömrü boyunca en tutarlı,en yalın,en güzel biçimde dile getirmeye çalışmış yazarlarımızdan biridir,biliyorsunuz.
Özyaşam öyküsünün önceki ciltlerini okudunuz mu bilmem? Sıladan Uzakta,binlerce sayfalık bu anı-romanı nasıl tasarladığını,nasıl yazdığını anlatıyor.
“Elli yaşıma girince,yaşadıklarımı yazmaya karar verdim:kişiliğimi oluşturan olayları,katıldığım girişimleri,çevremden gördüğüm desteği,harcadığım çabaları,biriken deneylerimi.Pek çoktur bunlar.
Şu yazdığım sonsöze durmadan çalıştım.Yaşamımı bu derece güzelleştiren asıl nokta,çabalarımın gür oluşu,birikimlerimin önemli oluşudur.Bunlar yazarken geride kalan yıllarımı inceledim.İşte o zaman ayırdına vardım,yaşamım gerçekten güzel.
...
Ellerin kendine kullanacak aklı nasıl olsa vardır,ben gene kendi eksiğime döneyim.Özyaşamımı nasıl yazacaktım?Uzun süre notlar alarak zarflar dolusu gereç biriktirdim.Hangi biçimde yazacağımı bir yandan düşündüm,bir yandan araştırdım.Anı,özyaşam,bunlar ayrı ayrı işler olmakla birlikte,aynı kapıya çıkar.Ama ben anı da,özyaşam da yazmayacaktım.Kendim romancıyım,ama şimdiye dek toplumu yazmayı iş edindim.Kendi yaşamımı romanlaştırmam gerekmezdi.
Aynı zamanda öykücüyüm ben;öykülerden oluşan cilt cilt kitap yaymladım.Önüme koyduğum notları evirip çevirince öyküler yazmanın uygun olacağını gördüm.
Öykü,yazınsal türler içinde benim sevgilimdir!Çekinmeden özyaşam öyküleri yazmayı planladım.
...
Yeryüzünün pek çok ülkesini gördüm.Alnıma değişik ülkelerin güneşi vurdu.Gezdiğim ülkelerde hm toprakları,hem halkları çok sevdim.Bu dünya büyük bir varsıllıktır.Yaşamlarımızın her günü birer cennet olabilir,ama insanoğluna dayatılan cehennemdir.Yeryüzünün yarıdan çoğu kan emicilerin elindedir.Körpe gelinlerin,bıyığı yeni terlemiş damatların,yeni doğan çocukların mutluluğu sömürgenler,buyurganlar elide çarçur olur.Üstelik insanlar okuyup öğrenip gerçeği göreceği,onu değiştirmek için savaşıma katılacağı yerde binlerce yıllık dogmaları afyon lokumları gibi yutarak hem savaşımdan kaçmakta,hem kendi iyiliği için savaşanların ayağını çelmektedir.Bunun ayırdına vardım.İnsanlar nasıl bir sakıncanın içindedir,anlasın diye öğrendiklerimi,bildiklerimi var gücümle yazmayı sürdürdüm.Bu kitapların birer çağrı,daha doğrusu çığlıktır.Sağırları körleri kurtuluşa çağıran bir çığlık!
...
Yurdumuzda ve dünyada sömürü olanca ağırlığıyla,yoğunluğuyla sürüyor.Sömürünün yalnız altını değil,üstünü de çizebilmek için sosyalizmin zorunluğu sürüyor.Cayan caysın ben cayma gereği duymuyorum.60 Yaş Sözleşmesi’nde,başka yazılarımda belirttim,tek kişi kalsam da sosylizme inancım sürecektir.Benim temelim yoksullukla atıldı,ama yapım umut taşlarıyla yükseldi.(...)Hiç kuşkum yok,kitleler hâlinde yeniden çoğalacağız.Biz dünyayı yüzünden,yüzeyinden değil,temelinden değiştireceğiz.Yenileceğiz,yenileceğiz,sonunda yeneceğiz.Bugün olmazsa,yarın kanacağız.
Bahçeler çitsiz
Kilitsiz kapısız bir dünya.”

Cumhuriyet,10.7.2002

19 Haziran 2002 Çarşamba

MÜZİK ŞENLİĞİNDE İLK DİNLETİLER

Güzelim türkülerimize beni Ruhi Su’nun unutulmaz sesi,yorumu ulaştırmıştı;kaçınılmaz bir uzantıyla,Comparsita dışındaki Güney Amerika müziğine de,Hıfzı Topuz’un Paris’ten Ruhi Bey’e yolladığı Atahualpa Yupanqui’nin İyiyim,Özgürüm adlı plağıyla kavuştum 1970’lerde.
Plağı gönderirken Hıfzı Topuz’un da belirttiği gibi,Atahualpa Yupanqui,Ruhi Su’nun bizde yaptığını kendi ülkesinde gerçekleştirmiş sıradışı bir sanatçıydı:şarkılarının sözlerini kendisi yazıyor,sonra gitarla söylüyordu.
Aya İrini’de,Horacio Ferrer’in – ne yazık ki anlayamadığım – güzelim şiirlerini kendi sesinden dinlerken,ister istemez bantlarımdaki Yupanqui’yi anımsadım:aynı duyarlılık,aynı kederli,soylu ezgiler.
Gidon Kremer yönetimindeki Kremarata Musica ,Ferrer’in Maria de Buenos Aires adlı yapıtını,yaratılışından 30 yıl sonra,bizler için çalıp yorumladı.
Arte’deki bir belgeselde izlemiştim,Kremer,SSCB’nin gümbür gümbür çöküşünden sonra,doğanın verdiği üstünyeteneğe eklenmiş sağlam eğitimi çok şükür,Viyana’da kendi çabalarıyla oluşturduğu bir kurumda değerlendirebilmiş talihli insanlardan;Piazzola’ya,tangoya vurgunluğuysa gerçek bir tutku.Aslında bu,sanırım,Demokritos’un dile getirdiği ünlü olasılık-gereklilik ikilisinin kaçınılmaz sonucu:Gidon’un yolu ister istemez Astor’a çıkacakmış!
İyi ki de çıkmış;oluşan yapıtlar,yorumlar bana benzeyen insan kardeşleri için gerçek birer şölen.
Başta Ferrer’in şiirleri,Julia Zenko ile Zairo’nun şarkıları,bütün topluluk üyelerini,üstümüze yağdırılan parasal-siyasal pisliklerden arınarak tadabildim o iki saat boyunca.Yürekten teşekkürler!
İkinci dinleti,Ton Koopmann yönetimindeki Amsterdam Barok Orkestra ve Korosu’na ayrılmıştı.
Soprano Heinriette Feith,alto Robin Blaze,tenor Jörg Dürmüller,bas Klaus Mertens eşliğinde orkestra ve koro Heandel’in yapıtlarını yorumladı.
Gerek tek yorumcular,gerek koro,gerek orkestra işlerini adlarına yakışır biçimde ustaca yerini getirdi. Ancak,Aya İrini gibi dinleti yerlerinde,belki eskiden öncelikle sesli yorumlar için tasarlandığından,çembalo gibi narin çalgılar hiç işitilmiyor;biz en önde olmamıza karşın,çembalocunun oynayan başını,bedenini,parmaklarını gördük,ama tek bir notayı yakalayamadık.Neyse.
İstanbul Müzik Şenliği başlayalı 30 yıl olmuş.Dilerim,hepimizin çabasıyla,daha uzun yıllar yaşar.
Yaşım ilerledikçe,30 yıllık Şenlik izleyiciliğinin,elli yıllık müzikseverliğin biriktirdikleriyle,eskiden gözüme çarpmayan şeyleri görür oldum;bu uyanmada yalnız değilim,bütün dünya bana yardımcı.
Geçen gün Erol Manisalı değindi,Suudi Arabistan-Almanya karşılaşmasında,Alman oyuncu – 8-0 yendikleri takıma –gol atınca,haç çıkarmış.
İki yıldır bir çanakla evimize taşıdığımız iki Fransız müzik kanalını izliyorum; dinletilerin çoğu,Aya İrini gibi onarılmış eski kiliselerde,manastırlarda veriliyor:dört bir yan haç kaplı,pencerelerde İsâ-Meryem masallarını canlandıran imgeler;dinsel yanı ağır basan bir yapıtsa,alıcı sık sık bu imgelere,haçlara odaklanıyor.
Piazzola’nın,Ferrer’in öyküsünü yansıtan Tango Operita’sında bile,halk kızı Maria ile Meryem Ananı’nki iç içe.
21.Yüzyıl’a girmişiz,bunca buluş,bunca uygulayım,övünülen bunca gelişme- ama kime bütün bunlar? ayrımsız insanların hepsine mi?yoksa öbürlerini ayaktopuyla,televoleyle uyutan bir avuç çılgına mı?- hâlâ Meryem’in İsâ’ya Tanrı’dan, hem de kulağından gebe kaldığını söylüyor kantatlar,oratoryalar,mesler!
Bu masala,o yapıtları seslendirirken,dinlerken göründüğünüz kadar inanıyorsanız,insan hakkı,özgürlük,halk yönetimi,eşitlik gibi yalanları neden hâlâ sıralıyorsunuz?
Küçükken,Atatürk’çü öğretmenlerimden,okuduğum,öğrendiğim bütün değerlerin insanlığın ortak malı olduğunu dinleyip yürekten inanmıştım:oysa şimdi görüyorum ki,kimi bilgilerini ödünç aldığım varsıl ülkeler,yüzlerce,binlerce yıldır hepimize yalan söylemiş,söylemekteler.
“Olur mu,böyle olur mu,
Bu dünya size kalır mı?

Cumhuriyet, 19.6.2002

5 Haziran 2002 Çarşamba

MUZAFFER AKYOL

Leyla-Nevzat Metin’in Bilim-Sanat Galerisi,Dolmabahçe Ekin Merkezi’nde “Dünden Bugüne Muzaffer Akyol Resim Şöleni”düzenledi.
Bu yapıdaki sergilerden herhangi birini gezdiniz mi bilmem?uçsuz bucaksız gibi duran alan,taş duvarlar,aralardaki sütunlar sergilenen yapıtlara doğal bir derinlik katar.
En son,Erol Akyavaş’ı tatmıştım bu uzamda.
Bu kez,her yanına Muzaffer bezedi.
Leyla ile Nevzat’ın bastıkları güzelim kitapta,babasının Muzo’ya bir sorusu var:”uşağum,kaç resim yapacaksın da bu iş bitecek?”
Babasının ne iş yaptığını kitaptan öğrenemedim,ama tuttuğu işte ürettiği ya da ortaya koyduğu neyse,ömür boyu,kaç milyar kez yineledi acaba?
Burada insanın usuna hemen Nâzım’ın ünlü Bach şiiri geliyor: salkımlarda tanelerin tekrarı...
Zigana Dağı’nın eteklerinde doğan bu Karadeniz uşağı,kendi deyişiyle,evrendeki “gizilgüç”ün bağışladığı yetenek ve tutkuyla,daha küçük yaşta Güzellik Tanrıçası’nın yamağı olmuş.
Muzo’nun “gizilgüç” dediğine,yüzyıllar öncesinin gönül gözüyle bakma ustası atası Demokritos “rastlantı ve gereklilik” demişti;çağımızın bilimadamları,bizi doğaötesine savurur kaygısıyla, rastlantı’nın yerine olasılık’ı geçirdiler:evren ve içindeki her şey,sonsuz bir olasılık Okyanusu’nda yüzüyor.
Muzaffer,yaşamındaki olasılık-gereklilik akışını,Anadolu çocuklarının çoğuna düşmeyen bir talihle,şimdiye dek,kendisini hep sağlam bir limana ulaştıracak biçimde kullanmış doğrusu.
Küçük bir terslikle az kalsın atılacağı orta öğretime dönebilmiş;sonra, resim yorumcusu olabilmesine en uygun işe,öğretmenliğe girerken de yıldızı parlakmış.
Hele,bir kerecik tanınan bir olanakla,Güzel Sanatlar Akademisi’ne girebilmesi,tam anlamıyla Büyük Piyango!
Ancak,sayısız insana çıkar büyük piyango;sorun, nasıl kullanacağında:Muzaffer onu dört dörtlük kullanmış.
Bedri Rahmi gibi bir söz ve renk ustasına düşmesi de bu ikramiyenin bir parçası;kıvrak Karadeniz anlağı,orada da işine yaramış;kendi deyişiyle değişik çiçeklerden bal özü almak üzere,okulu bitirene dek,değişik ustaların işliklerinde sürdürmüş oluşumunu.
Gizilgücü yardım ediyor ya,bence, en önemli dönemeçlerden biri,Beyza Gönensay-Kemâl Tanındı çiftiyle tanışması olmuş:gönlüne göre bir galeriye,şimdi artık soyu tükenen,gerçekten sanatsever iki insana kavuşmuş.
Kusursuz basılmış kitabına beş saygıdeğer insan katkıda bulunmuş.
Kitabın 350. sayfasında,Mustafa Kemâl’in Kurtuluş Savaşı kahramanlarına vereceği ödülü almaya dedesinin yerine babasıyla İstanbul’a gidişlerini anlatıyor;Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemâl’in elinden ödülü alışlarını,Hâlide Edip’le aynı masada oturuşlarının öyküsünü okursanız, resimlerindeki gibi,düşle gerçeği iç içe geçirişinin gizini yakalarsınız sanırım.
Bugüne dek okuduğum e güzel,en eksiksiz şiiri tanımı Mallarmé’ninkidir: şiir,zar atmaktır.”
Demek ki,ister sözle,ister sesle,ister renkle,ister bedensel devinimle,ister sözsüzoyunla yazılsın, şiirde boş yok;bir-bir de bir sonuç,altı-altı da.
Muzaffer’in renkle ya da sözle şiiri arayışı da buna ayak uydurmuş,uyduruyor elbet.
Esrikliği’nin içten olduğuna kuşku yok.
Daha yaşı genç;ama yeryüzünü dolduran milyarlarca insan arasında ayrıcalıklı,talihli kişilerden biri olduğu açık:düşlerine yakın bir ömür sürebilmiş.
Bu sergiyle bu kitap kuşkusuz hakettiği ödüller.
Ona ve sanatseverlere bu Şölen’i tattıran Leyla-Nevzat Metin çiftine teşekkürler.

Cumhuriyet, 5.6.2002

22 Mayıs 2002 Çarşamba

CİHAT ARAL

Karşısanat Galerisi,Neş’e Erdok’un ardından,yine nitelikli bir sergi açtı:Pankart.
Duvarlarda gazete fotoğrafları,kesik yazılar;masa üstünde Vatan’ın,Cumhuriyet’in birer yıllık birikimleri.1960’ın 27 Mayıs’ında,1945’te boynuna vurulmuş boyunduruğu kırmaya girişen Türk halkına,12 Mart l971’den sonra gittikçe azıtarak gözdağı verme girişiminin acı sonuçları:her gün bir köşebaşında vurulan yazarlar,öğretim üyeleri;evlerde boğdurulan,üniversite kapılarında kurşunlanan,bıçaklanan kızlı erkekli öğrenciler,yavrularımız.
Sonra,1 Mayıs 1977’de,Taksim Alanı’nda büyük bir serinkanlılıkla sergilenen KANLI PAZAR;Kahraman Maraşlar,Sivaslar.
Neş’e’nin bugün sokaklarımızı,köşebaşlarını dolduran çiçekçi kızlarla oğlanları,akordeon çalan yavruları belgeleyişi gibi,bu sergiye katılan yorumcularımız da 40 yıldır tepemizde sergilenen oyunun kurbanlarını canlandırmışlar yapıtlarında.
Bu tüketim toplumunun cicili bicili oyuncaklarına kanmamış,satılmamış,onurlu yorumcular arasında,doğal olarak,kaçınılmaz olarak,Aral Çifti de vardı elbet.
Sonra Cihat, yakın dönem çalışmalarını Galeri Antik’te sergiledi.
Aynı arayışın,aynı toplumsal acıyı yansıtmanın ürünleri.
Cihat burada,küreselleşme’yi yalnız egemenlerin egemenliklerini genişletme,koşulsuz,pazarlıksız hâle getirme niyetinin, hani şu G 8’ler denen sülük topluluğunun dışında kalan ülkelerde yarattığı yıkımın yersiz,yurtsuz,ekmeksiz bıraktığı yığınları canlandırmayı seçmiş;sözün gerçek anlamında birer çöp gibi kaldırılıp atılmış bu insancıklar,yediden yetmişe,tüketim toplumunun artıkları arasında,üzerinde bir lokma yemek bulmaya,ayakta kalmaya çalışıyorlar.
Cihat onlara,Çöp İnsanlar,Çöp İnsanları diyor.
Adlarına uygun renklere boyanmışlar,yüzleri gözleri seçilmiyor,birer karaltıya dönüşmüşler:Çöp’ün yüzü mü olur?
Çöp İnsanları’nın yoldaşlarıysa,elbet,bir deri bir kemik köpekler;1999’da yaptığı,bir yerleşim yerinin berisindeki yeşil tepede tek başına dolanan bir kuçu var:tam bir yalnızlık sonatı.
Oysa doğanın,gördüklerini kafasındakilerle kaynaştırıp yorumlama yeteneğiyle donattığı Cihat,önce Akademi’de aldığı,sonra Fransa’da pekiştirdiği sağlam eğitimle,bu acıklı görüntüleri mi saptamalıydı?
Dağları,tepeleri,ağaçları betimleyen kimi insansız,köpeksiz kırgörünümleri var; bunlarda kullandığı renkler,açıklarla koyulara yan yana,iç içe sıralayışı,Nâzım’ın Abidin Dino’dan istediği mutluluğun resmi’ni ne kadar kolay yapabileceğini kanıtlıyor.
Cihat Aral’ın yüzünü gördünüz mü hiç?Derin çizgileri,ona benzeyen onurlu,tutarlı,ilkeli insanların çektiklerini yansıtır:tüketim toplumunca dışlanma,çoğu kez alaya alınma,giderek ekmeğinden edilme.Aslında,o da,biz de,Bedrettin Cömert gibi sokak ortasında vurulmadığına şükredelim.
Cihat,olması gerekeni yerine getirmiş,sanat yorumculuğunun yanında,toplumsal kavgadan,savaşımdan hiç kopmamış.2002’de yaptığı,birbirlerine giysi uzatan iki kadını canlandıran ışıl ışıl resme Dayanışma adını vermiş.
Yolda karşılaşmış bir kadınla bir erkeği yansıtan,aydınlık renkli resimse,Sevi.
Gece Çöpçüleri’ne bakarken,yalnız koyuların arasına serpiştirilmiş açık lekelerin tadına varmıyor;şu anki bütün olumsuz belirtilere karşın,evrenin kesintisiz sürüp giden eytişimine ayak uydurup,onun gibi,bize benzeyen insan kardeşlerimiz gibi,Nâzım’ın unutulmaz dizelerindeki umudu paylaşıyorum:
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden,
Rahat,güzel günlere inanmak.
Nitekim,sabahın ilk ışıklarına karşı yürüttüğü iki Çöp İnsanı,bu inancı,umudu tazeliyor.
Sanırım bu Çöp İnsanları,günün birinde,onları çöp yığınlarına savuranları bile kurtaracak.
Ya da,hep birlikte,çöp yığınları arasında çırpına çırpına can vereceğiz!

8 Mayıs 2002 Çarşamba

NEŞ’E ERDOK

Cihat Burak,Simurg dizisinin kendisine ayrılan bölümünde:”resmin anası da,babası da karakalem çizimdir” diyordu.
Neş’e Erdok bunun en somut,coşturucu örneklerinden biridir.
Karşısanat Galerisi’ndeki odaları dolduran resimlerin hatırı sayılır bir bölümü karakalem çalışmalara ayrılmıştı.Ve işin en güzel yanı,kimi büyük,renkli resimlerin yanına karakalem çizim de konmuştu:böylece resimseverler,ilk taslakla bitmiş resim arasındaki ilişkiyi,evrimi kolayca görebiliyorlardı.
Neş’e ister Esma,Nesrin,Ali Kemâl gibi belli bir insanı,ister toplulukları betimlesin,hem resimlediği kişinin bireysel özelliklerini yalın ama çarpıcı çizgi ve renklerle yansıtmayı,hem de onlara imgeleminin zenginliklerini katmayı başarıyor.
Ustası,çoğu kez,artık aralarında yaşamadığı köy ya da gecekondu insanlarının anlatırdı;Neş’e,dolaysız çevresinden,her gün aralarında yaşadığı insanlardan seçiyor kişilerini.
Küresel soygundan ötürü,bir süredir sokaklarımızı,caddelerimizi süsleyen akordeoncu kızlarla oğlanlar önemli bir yer tutuyor bu kez gözlemleyip resimledikleri arasında.O güzelim varlıkların,kızlarla oğlanların yüzlerinde,gözlerinde,Neş’e’nin kendi soylu,onurlu kederi var hep.Onları betimlerken kullandığı renklerin uyumunu tadabilmeniz için sergiyi birkaç kez gezmiş ya da kataloğu edinip uzun uzun,ince ince bakmanız gerekir.
Kızıltoprak’taki Çiçekçi Kadın’da bir küme insan,küçükler büyükler,köpekler var;kişilerin,hayvanların yerleştirilişi.renkleri kusursuz;kusur ne demek? tam anlamıyla haz verici,coşturucu!
Bütün soylu insanlar gibi,kimseyi bulamazsa,kendini çiziyor;ya da üzerinde çalıştığı insanla birlikte kendini de koyuyor resmine; ressam ve modeli ya da modelleri adlı çalışmalar,benim öteden beri inandığım bir ilkeye uygun:sanatta dışardan eleştiri geçerli değildir,yapılması gereken özeleştiri’dir.
Neş’e bunu eksiksiz yerine getirmiş,getiriyor:kendine bakarken n küçük bir kayırma yok;aynı sevecen,ince alaylı,kederli bakış yürürlükte.Bu da insana başka bir haz veriyor doğrusu.
Aynı gerçekçi,ödünsüz,ama sevecen bakış yaşlı kadınları betimleyen resimlerinde de geçerli;yaşlanmanın,usul usul çöküşün bütün acılarını yakalayıp yansıtmış.
Adahan Oteli’ndeyse,sanırım,yaşadığı somut yerlerden yola çıkarak düşlerindeki yumuşak.masalsı dünyaya götürüyor bizi.
Sergiyi gezip çıkarken,Bilim-Sanat Galerisi’nin 1997’de bastığı kitabını armağan etti bana.
Burada da yine kendi resimleri,yakın dostlarının ya da okumalarının yarattığı izlenimlerin,sevip saydığı sanat-düşün insanlarının yansımaları var;Gölköy’de geçirdiği yaz dinlencelerinden unutulmaz görüntüler kalmış.Son sergisindeki akordeoncu kızlarla oğlanların yerini,kitapta,gece ya da gündüz karşıya geçerken bindiği gemilerdeki sıradan insanlarımızın görüntüleri almış.Gece Vapuru,İstasyonda Sabah gibi resimleri görmeniz,yine ince ince,uzun uzun incelemeniz gerekirdi.
Sanırım tren yolculuklarından birinin yol açtığı Ağbi Gayzte’deki çocuk,çevresindekiler,sözün gerçek anlamında sessiz,sözsüz bir çığlık!
Neş’e,doğrusu,bu kavramı ülkemize ve insanlığa armağan etmiş olan Büyük Usta Nâzım’a çok yakışır biçimde,resimle sürdürüyor “yurdumdan insan görünümleri”ni.
Yerli yerinde kullanılan bir yetenek,bir duyarlılık!
Ne mutlu önce Neş’e’ye,sonra bize!
Sırası gelmişken,kocaman bir alkış da Bilim-Sanat Galerisi’ni ve yayınlarını yaratıp yaşatan Leylâ-Nevzat Metin çiftine.
Ekrem Kahraman’ın AKM’deki sergisine gittiğimde,masanın üstüne bir baktım,gözüme inanamadım:bilmem kaç kitap duruyor önümde! Her biri bir yorumcuya ayrılmış,özenli,yetkin.Ne kadar önemli,nasıl değerli!
Yaşasın ömrümüzü renklendirenler!