21 Ocak 2009 Çarşamba

İBRAHİM ZAMAN

Işıkla biçim yaratma sanatını, fotoğrafı sanırım kendimi, dünyamızı, evrenimizi algılamaya başladığım günden beri tutkuyla seviyorum; ister duruk olsun, isten devingen. Yalnız basılı olan örnekler arasındaysa, yine aynı güden bu yana bir ad sürekli gözüme çarpardı: İbrahim Zaman.
Derken, olasılık+gereklilik ikilisi, bir gün onu Ulusal Kanal’da konuk etmeme izin verdi; o gün bayıldığım fotoğrafları çeken insana daha çok bayıldım; söyleşi sırasında bir ara değindiğimiz, “zanaat mı önemli, sanat mı? ” sorusuna canlı yanıttı sevgili İbrahim: “hangi anlatım aracını kullanırsanız kullanın, önce onunla her gün daha ustaca oynamayı bilmiyorsanız, zanaattan sanata, kişisel anlatıma, yaratışa geçemezsiniz.”
Sevgili babası onu abisi gibi terzi yapmak istemiş, ama İbrahim bu zanaata hiç yakınlık duyamamış – iyi ki duyamamış elbet. İmdadına abisi yetişmiş, onu fotoğrafçı bir arkadaşının yanına çırak vermiş, ve büyük sevda daha kırmızı ışıklı karanlık odaya girdiği an başlamış. İlkin ustası gibi, hani şu “vesikalık” dediğimiz resimleri çekerek işe başlamış; ardından, boş zamanlarında, kırlarda bayırlarda dolaşırken, ışık oyunlarını şiirsel bir anlatımla yakalamaya girişmiş, ve kendisi gibi geçen yıl 50. Sanat yılını tamamlayan ortak dostumuz Gültekin Çizgen’in güzel deyişiyle, “tam gün çalışan fotoğraf sevdalısı” olup çıkmış.
Adını taşıyan siteye girerseniz, hem bu 50 yıldaki ürünlerini, hem kazandığı ödülleri, kitaplarını görürsünüz.
Ben albümleri arasından “Tarlalar”a yazdığı önsözden kısa bir alıntı yapayım, kendine, dünyaya, uğraşına nasıl baktığını özetlemek üzere:
“Binlerce yıl önce insanoğlu toprağı tanıdı. Sonra onu işledi. Tarıma elverişli araziler hâline getirdi.(…)Çocukluğumda tarlalarda oynar, içlerinde gezinir, ekilenleri tanımaya çalışırdım. Doğanın bağrında kendimi çok mutlu hissederdim. Bir yandan bu toprağı işleyen çilekeş Anadolu insanının inanılmaz şartlarda harcadığı çabayı, göğüslediği zorlukları görürdüm. Özellikle köylü kadınların daima başrolde, bazen çift sürmekte, bazen çapa yapmakta oldukların görür, onlar için içlenirdim. (Hâlâ öyleyim.) Oysa onlar yaşam biçimi kabul ettikleri bu uğraştan hiç şikayetçi görünmezlerdi. Şen şakrak işlerin sürdürürlerdi.
Kırsal alanda ovalara, bayırlara serpilmiş uçsuz bucaksız tarlalar arasında, parsel parsel ayrılmış arazilere herkesin ayrı zamanlarda ektiği ürünler nedeniyle meydana gelen renk cümbüşü beni daima derinden etkilemiştir. (…)
Araziye kuşbakışı bir göz attığınızda, usta ressamları ve grafikçileri kıskandıracak bir renk cümbüşü, lekeler ve grafik oluşumlar karşısında şaşkınlığınız gizleyemezsiniz. Mutlulukla seyre dalar gidersiniz. Toprak, Âşık Veysel’in ‘sadık’ yâridir. Yunus Emre de sarı çiğdeme sorar: “Anan baban var mıdır?/Ne sorarsın be Derviş? Anam yer,babam yağmur” yanıtını alır. (…) Ben ne Âşık Veysel gibi ozan, ne Yunus Emre gibi ermişim. Fakat ben de fotoğraf diliyle muradımı anlatabildiğimi sanıyorum.
Fotoğrafçı olarak yaşamım boyunca toprağa, tarlaya olan tutkumu; onun fotoğrafik yanlarını keşfedip görüntülemeye, ortaya koymaya çalıştım. Dolayısıyla bu görselliği sizlerle paylaşmaktan mutluyum.”
Yukarıda belirttiğim gibi, sevgili İbrahim Zaman, zanaatını kusursuz öğrendiği; her gün kendini aşmayı amaç edindiği için, ister tarlaları, ister dünyanın dört bir yanında insan kardeşlerini çeksin, onlara bitmez tükenmez, koşulsuz, içten bir sevgiyle bakmayı ve gördüğünü en şiirsel dille anlatmayı başarmış.
Doğrusu olasılık+gereklilik ikilisi onda da kusursuz buluşmuş, bize tadına doyulmaz bir armağan vermişler. Ömrün uzun olsun alçakgönüllü, ozan ruhlu, sevgi kaynağı güzel dostum!

7 Ocak 2009 Çarşamba

PERA’DA BERCHT

Anamalcı barbarlığın, onun şu an yeryüzündeki simgesi ABD’nin ve şımarık yavrusu İsrail’in istedikleri an kentleri, ülkeleri bomba yağmuruna tutabildikleri; çoluk çocuk genç yaşlı demeden binlerce, milyonlarca kişiyi paramparça edebildikleri bir yerde sanata, sanatçıya yer olmaz, olamaz aslında. Ama bütün canlar çıkmadan pes edilmiyor şükür, herkes bulunduğu köşede yiğitçe direniyor.
Nesrin Kazankaya ve Pera Tiyatrosu da bunlardan biri; günde 24 saat bütün araçlarla beyinleri yıkanan, boşaltılan; en sıradan yaşama olanakları hızla ellerinden alınan yığınlara sanat aracılığıyla iyiyi, doğruyu, güzeli anımsatmaya çabalıyor. Bunu yaparken de haklı olarak eski, günü geçmeyen büyük ustalara sesleniyor. Bu yılki oyunu Brecht’in yapıtlarından bölümlerle ve yazarın “Faşizm Üzerine Yazılar”ından Nesrin Kazankaya tarfından uyarlanmı.Çevirilerini Yücel Erten’in yaptığı oyunlar şunlar: Şvayk 2.Dünya Savaşında, Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı ve Üç Kuruşluk Opera.
Levent Öktem, Başak Meşe, Erdinç Anaz, Volkan Aktan, Zeynep Özden İlker Yiğen, Linda Çandır öykülerdeki değişik kişileri büyük bir inançla, coşkuyla canlandırmak üzere koşup terliyorlar. Hele Levent Öktem, bunca yıllık deneyimiyle, bütün yapıyı sırtında taşıyor.
Ezgi Kasapoğlu, Ozan Bayraşa, İzi Eli, Zafer Atalay, Hasan Dağlar, Zafer Oğuz ve Bekir Önal’dan oluşan küçük küme de müziği üstlenmiş.
Topluluğun inancı, sevdası, Vecdi Sayar’la el ele verip aslında olmayan şeyi, sahneyi yaratmış, bezemiş; en sıradan donanımlarla bizi alıp öykünün geçtiği çeşitli yerlere uçuruyorlar.
Sevda masalının giysileri her zamanki gibi Nilüfer Moayeri’den.
Dramaturjiyi Şafak Eruyar, dansları Erdinç Anaz, ışığı Yüksel Aymaz, şarkıların topluluk tarafından söylenmesini de Ezgi Kasapoğlu üstlenmiş.
Sevgili Nesrin Kazankaya, bu kez oyuncu olarak yer almadığı bu çalışmada her zamanki gibi titiz bir ön hazırlık yapmış; dönemin kısa tarihçesini özetlemiş; program kitapçığının sonuna Maksim Gorki’den, Wilhelm Reich’tan alıntılar koymuş. İlgilenenler bilir, insanlık tarihinde zorba buyurganlığın (faşizmin) kökenini görüp çözümlemesini en iyi yapanların başında gelir Wilhelm Reich. Onun bilimsel gözlemlerine göre, ana karnından başlayarak dirimsel enerjisini sevme-sevişme/ çalışıp üretme/ ve bunları doğru yapabilmek için sürekli gerçek bilgiler edinme işlevlerinde tüketemeyen insanlar doğru, sağlıklı yaşama yolundan sapıyor, önce kendilerine, sonra türdaşlarına da, yeryüzündeki bütün varlıklara da işkence eder duruma geliyorlar.
Brecht Usta, bütün şarkılarda unutulmayacak dersler vermiş insan kardeşlerine; bakın ne diyor Artoro Ui son şarkısnda:
Bu kirli, bu kanlı tarihi yasanlar / Hırsızlar, katiller ve kalpazanlar / Bu kirli bu kanlı tarihi yazanlar / Hırsızlar, katiller, kalpazanlar.
Aramızdan çıktı bu kanlı kasap / Onu biz besledik bu nasıl hesap?
Aç gözünü dostum / Bu böyle gitmez / Görmeyi öğren / Yalnız bakmak yetmez.
Evet, görmek; gördükten sonra yapılması gerekeni yapmayı göze almak gerekiyor elbet. Ancak, bunun için, tıpkı kullandığımız bilgisayarlar gibi, beyinlerimize önce doğru izlencelerin yüklenmiş olması gerekli.
Bu hesapla, hemen hemen olanaksız gibi gözüküyor insanlığın bu çıkmazdan sıyrılabilmesi; oysa gerek evrenin kendisi, gerek çok küçük bir benzeri olan insan beyni olanaksız gözükeni başarmış hep. En yakın, en umut verici örneği, 500 yıllık amansız sömürüden sonra, öncü Küba’nın ardına düşüp birer birer uyanan, anamalcı akılsızlığa-düzensizliğe son vermeye yemin eder Güney Amerika halkları.
İnsanlık tarihinin benzersiz yıldızı Mustafa Kemâl Atatürk’ün kalıtına sahip çıkıp Güney Amerikalı kardeşlerimize katılacağımız günü beklerken, hemen koşun Pera’daki oyuna.


Cumhuriyet, 7 Ocak 2009.