30 Mart 2008 Pazar

CAN DOSTUM SAİM BUGAY

Soylu, onurlu, mert dostum Saim Bugay da sonunda 6 milyar insanı tüketim kamçısı altında koşturan, o yetmediği zaman milyonlarcasını bir saniyede öldürten bir avuç çılgının oluşturdukları cehenneme dayanamadı sonunda, yoruldu, ezildi, gitti.
Zaten yaşarken de karşılaştığı bütün çarpıklıklara, haksızlıklara ancak ağız dolu küfürle dayanabiliyordu; ama belli ki o küfürler öfkesini dindirmeye yetemedi, akrep gibi kendini sokmakta buldu çözümü.
Oysa ömrünün en verimli, en olgun dönemindeydi; daha ne ince, alaycı yapıtla bezeyebilirdi dünyamızı.
Özü sözü yapıtı bir sevgili dostum, haksızlığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe daha öğrenciyken başkaldırmış , bu yüzden genç yaşında tanışmıştı zindanla. Bu onurlu tutum ömür boyu sürdü; hep emeğin, emekçinin yanında yer aldı, üstelik yalnız sözle değil, hem kafasıyla hem bedeniyle.
Nevzat Metin, 2005’te, Bilim Sanat Galerisi yayınları arasında sevgili Cengiz Bektaş’la yaptıkları uzun, dolu söyleşiye dayanarak güzel bir kitabını basmıştı. Gelin şimdi oradan kimi bölümleri yeniden anımsayalım:
“CB- Bir çevreye oturtuyoruz yontuyu. O çevre yalnızca fiziksel değil, düşünsel bir çevre de. İstanbul’un bir yerine konan bir yontu elbette Paris’in filan alanına konan yontu değil. Bir yontuyu oraya da, buraya da koysan, başka başka yontular olarak algılanabilir.Bir toplumun içine bir yontu koyarken, toplumdan kopuk olamazsın gibi geliyor bana… İstesen de olamazsın.
SB- Tabii…
CB- İstesen de toplumdan kopamayacağına göre, “anlaşılmak” diye kesin bir zorunluluk var, senin başlarda söylediğin. Anlaşılmak istemiyorsan, git kapan, kendi kendine bir şeyler yap. Öyle nereye varılır? İnsan kendi kendisiyle hesaplaşabilir…Baan göre, sanatın bir boyutu da anlaşılmak, anlatmak…
SB- Çok çok haklısın. Bu konuda örnek de var, çok yakın bir örnek. Sanatçı denen birisiyle,bizim okulun profesörlerinden biri tartıştı. Uzun zaman konuşuldu. Kadın dedi ki:’Ben sanattan, resimden anlamam’. Kulağımızla duyduk televizyonlarda. ‘Ben resimden anlamam’ diyerek kadın özün diliyor aslında. Profesör dedi ki:’ Resim anlaşılmaz, hissedilir.’ Böyle bir şey yok. Anlaşılmaz denebilecek sanat müzik olabilir, ama müzik bile anlaşılır. Anlaşılması gerekir, şart! Öyle şey olur mu, neden anlaşılmasın? Bunlar aptalca şeyler. Enstellasyandon başladık, post dedik…Bunlar büyük aldatmaca. Bir zamanlar ‘sanat sanat içindir/ sanat toplum içindir’ diye bir tartışma vardı.Bu sözler ‘sanat sanat içindir’ lâfının bugünlere gelmiş, en bozuk hâli.”

CB- Tüm olayı yalnız biçim yaratmak gibi almak da yanlış…
SB- Çok yanlış. Yalnız biçim yaratmak yanlış…İlle de sadece yeni bir biçim yapacağım diye değil, düşünceyle anlaşacak, anlaşılacak biçim olmalı, onun çabası olmalı. Şimdi öyle lâflar var: ‘Ben kendim için yapıyorum!’ Hayır, ben kendim için yapmıyorum. Yani birilerine bir şey söyleyebilmek için, seçtiğim kavramı başkalarına aktarabilmek için yapıyorum. ‘Ben bunu şu biçimlerle yapıyorum’ diyebilmek için… Şiirse şiir, edebiyatsa edebiyat, müzikse müzik. Öyle olmalı ve yapılan iş anlaşılmalı.”

SB- Ben hep söylüyorum, bizim işimizde uygulama bakımından, usta-çırak ilişkisi olması gerekir. Usta-çırak ilişkisi olmadan, teorik birtakım düzenlerle eğitim olmaz, olmamalı…Usta-çırak ilişkisi yakın ilişki aslında. Bugün akademilerde yaşanan ilişkiler gibi değil. Bir hoca bir şeyler söyleyecek, sonra gelip böyle böyle, şöyle şöyle düzeltmeler yapacak, sonra kalkıp gidecek, olmaz…Çırak ustasını çalışırken görür, öyle öğrenir…”
Görüyorsunuz ya, Saimciğim, aslında yalnız kendi dalındaki acıyı, çıkmazı değil, bütün dünyadaki toplumsal, küresel çarpıklığı algılayıp dile getiriyordu; ee bu da taşınır yük değil elbet!
Canım güzel soylu onurlu dostum, sen çileden kurtuldun: ardında pırıl pırıl işler, alkışlanacak anılar bıraktın. Işığın kucağında yatacağına emenim.


Cumhuriyet, 30 Mart 2008.

26 Mart 2008 Çarşamba

TAYFUR SANLIMAN

Tayfur Sanlıman’ı, 1992’de Asmalımescit’te kendi işliğini açmasından sonra, sevgili İsmail Şimşek’in Cep Galerisi’nde tanıdım; önce sağlıklı yapısı, tok sesi, çelik gibi es sıkışı dikkatimi çekmiş olmalı. Sonra gerek Cep’te, gerek başka galerilerde açtığı sergilerde resimleriyle tanıştım; renk ve biçim dünyasındaki dürüst arayışları daha ilk görüşte beni etkiledi.
Derken dünya, İstanbul, Asmalımescit değişti, ne eski sergiler kaldı, ne Cep Galerisi; İsmailciğim galericiliği gevşetip lokantacılığa kaymak zorunda kaldı;Tayfur ortalıktan silindi; 2001’de evi barkı alıp Bozcaada’ya taşınmış meğer. Ama resmi bırakmamış elbet, ben duyamasam da, 2006’da, sanat yaşamanın 50. yılında AKM’de geniş bir özetleme sergisi açmış, oğlu Kerem Sanlıman’ın çok önemli desteğiyle, Işıl Döneray’ın kusursuz tasarımıyla bir de kitap yayınlamış. Bu güzel kitabı yolladı bana.
Oradan, 52 yıllık kesintisiz tutkulu resim sevdasının nasıl başladığını okuyalım birlikte:
“Dokuz yaşlarında bir çocuk, İstiklâl İlkokulu 2. sınıfta. O gün yüreğine bir heves düşüyor: resim yapmak. İçindeki ses:’deniz kenarında bir ev, evin önünde bir iskemle, iskelenin üzerinde bir ada balık tutacak’diyor. İzmir’i nereden biliyor? Haritalardan. Denizi manzaralardan tanıyor. Ee… geriye ne kaldı? Adam, oltası ve iskele. Onları da heves nasıl olsa başarır…
Adanalı çocuk bu çok çok önemli isteğin parasal desteğini sağlamak üzere, müşterisi ile meşgûl babasına saldırıyor (babası berber). Ne için harcanacağını söyledikten sonra 2 kuruş alıyor. Uçar gibi kırtasiyeci Evrendilek’e. Bir kutu 12’lik Nurkalem boya 1,5 kuruş; 25x35 resim kartonu 20 para. ’22 yıl sonra, Nurkalem’i üreten firmanın sahiplerinden M.Sait Demirbağ’ın kızı Nimet ile evlenecek.)
Gene uçar gibi doğru eve. 25x35’e biraz gökyüzü koy, gerideki ağaçları yeşile boya. Sağ alt köşeye evi kondur.Evin önüne iskele, iskeleye balık tutacak adamı yerleştir.Eline olta kamışını ver. Denizi maviye boya. Bu çabayı tasarladığın resme dönüştürebilmek için, ikide bir kırılan kalemleri aça aça tüket. Ama resmi bitir. Akşama baba gelecek, kim bilir ne kadar sevecek? Garanti bir aferin alırsın. Öyle sandınız değil mi?.. Hayır, hiç de öyle olmadı.
Berberlik yaparken konuşup şakıyan, ama evde ciddi Usta Cabbar, ‘Baba, bak!’ diyerek önüne koyduğum resme göz ucuyla baktıktan sonra, sanki birisi jurnal etmiş gibi önce boya kalemlerini sordu. Sonra görmek istedi. Sonra ne mi oldu? Orta şiddette, okşamayı andıran, ama içinde okşama olmayan bir tokat!...
Bulutlar, mavi gök, mavi deniz, yalı, iskele, balık tutan adam, hepsi soldu ve iki yıllık bir karanlığın içinde kayboldu…”
“İşte tam o yıllarda, 1944-45 olacak, Latif Ariş geldi.Yeni resim hocamız. Akademi’den taze mezun, dinamik, taş gibi. Mektepte hemen bir atölye kurdu. Başyardımcıları 75 Yusuf, 155 Tayfur. Modelden çalışmayı, natürmortu, peyzajı öğrendik. Resim sevdam yüzünden 3 yıllık Ortaokulu 5 yılda bitirdim.”
İlk ustası Latif Ariş’ten unutulmaz bir ders:
“Sanırım artık liseye geçmek üzereydim. Bir gün, beni teslim edilen bir işten ötürü 1 lira ile ödüllendirmek üzere gümüş parayı boya kutularının önüne koydu. Rengi hâlâ kulaklarımda duran sesiyle:’şu parayı al!’ dedi. Almak üzere elimi uzattığımda ekledi: ‘Bak oğlum! Sanma ki para her zaman böyle kolay ve bol kazanılır. Hele resim yapmaya devam edersen, hele benim mektebime gidersen, resim yapmayı sürdürürsen hiç kazanamazsın.Sana derim ki, bu sözlerimi sakın unutma! İleride baktın ki resme sevdalısın, parayı unut. Baktın ki paraya sevdalısın, o zaman da resmi unut!”
Resim sevdalısının oluşumu böyle; iki satır da resmi nasıl yaptığına ilişkin olsun:
“İlham hanımı beklemem. Resmin sonunu tasarlamam. Temel rengi hazırlar,onunla yola çıkarım.Tuvale ilk darbeyi vurduğum anda başaramama korkusu kaybolur. Eskizle çalışmadığım için,yolda önüme çıkan tüm serüvenleri irdeler, resim hangilerini istiyorsa onları titizlikle korur, ötekileri acımadan atarım. Bu, bir fırtınanın içinde, fırtına gibi bir çalışma sürecidir.Resim bitinceye kadar aralıksız sürer. Çalışmanın başında boyayı, fırçayı, tuval alanını, ne yapmam gerekiyorsa ona göre, ben yönetir, yönlendiririm.Kararlarımı uygularım.Fakat süresi belli olmayan bir zaman sonra, üzerinde çalıştığım renk ve leke âlemi başıma patron kesilir. Artık resmin emrine girmek zorunludur.Ne isterse onu yaparım.”
Keşke elimde olsaydı da bu tutkulu, inançlı renk ve leke kovalayıcının içten serüvenlerinden örnek gösterebilseydim size; neyse aklınızda bulunsun, herhangi bir galeride, bir açık arttırmada adını duyarsanız, koşun.


Cumhuriyet, 26 Mart 2008

12 Mart 2008 Çarşamba

SİVAS 93

Genco Erkal, sonunda gerekeni yapmış, oyununu kendisi yazmış,çok da iyi etmiş:; çünkü ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar, sömürgeci Avrupa'nın yazarlarının çoğundan da, yerli yazarlık heveslilerinden de ne ona hayır vardı, ne bize.
Adından anlaşılacağı üzere, 1993 Temmuz’unda Sivas’ta oynanan ve 33 değerli cana patlayan kanlı ayaklanma ele alınıyor oyunda; Genco, ulaşabildiği bütün belgeleri, kayıtları, tanıklıkları kullanarak yazmış oyunu; dolayısıyla, 2 Temmuz 1993’te yaşananlar, görüntülü belgeler kayıtlar eşliğinde yeniden karşımıza geliyor.
Pir Sultan Anma Şenlikleri’ni bahane eden karşıdevrimciler, gözümüzün önünde, canlı kayıtlarla, saat saat, adım adım ayaklandılar, güvenlik güçlerinin suskun çekimser onayıyla kenti ele geçirdiler, valiyi de Cumhuriyetimizi koruması gereken orduyu da etkisiz hale getirip Aziz Nesin’i, dahası kendi bilge ozanları Pir Sultan Abdal’ın yontusunu bahane ederek 'kelle isterük' diye avaz avaz haykırdılar iki gün; ve sonunda yine hem polisin hem askerlerin gözü önünde, Madımak Oteli’ni kundakladılar, 33 güzelim insanın diri diri boğdular, yaktılar.
Oyunda, dönemin bütün sorumluları, cumhurbaşkanı, başbakan, yardımcısı, genelkurmay başkanı, kendi ağızlarından, bu kanlı kalkışmayı nasıl besleyip desteklediklerini, cana kıyanları nasıl koruduklarını, bunun için 50-60 yıldır yapageldikleri gibi, nasıl lâf ebelikleriyle herkesi uyuttuklarını bir kez daha gözümüze soktular; soktular ama can gözlerimiz kapalı olduğu için, cam gözümüzle bunu görmemiz o gün olanaksızdı, bugün de öyle.
Oyunun bir yerinde, savcı görevini gereği gibi yapsaydı, eldeki kanıtları tanıkları ciddi olarak inceleseydi, suçlular sorumlular bulunur, böylece örneğin Susurluk’un ve benzerlerinin önü alınırdı, deniyor.
Tepeden tırnağa yanlış ve yanıltıcı: çünkü Susurluk falan anılırken yanında hep derin devlet diye bir kavramdan söz ediliyor; bütün çirkin işleri bu derin devlet döndürüyor. Oysa devletin sığı derini yok; Atatürk gibi bağımsızlığına canını adayanların devleti var, ya da 1938 10 Kasım saat 9.05’ten beri, ABD’ye, sonra ortaya süreceği AB’ye köleliği, uşaklığı seve seve benimseyip uygulayanların devleti var.
Türkler, bütün insanlık tarihi boyunca yaptıkları gibi, Orta Asya’dan ya da Anadolu’dan yola çıkıp Avrupa kapılarına dayanalı beri, Batılının en büyük düşmanı biziz; dolayısıyla yüzlerce yıldır bütün tasarılar, bütün çabalar bizi Avrupa’dan, Anadolu’dan söküp atmaya, oturduğumuz son verimli topraklara yer altı yerüstü zenginlikleriyle el koymaya yöneliktir. Bu derin amacın dışında bir örgüt, tuzak yok Türk ulusunun da, bütün öbür sömürülenlerin de başında.
Bunun en son kanıtlarından birini geçen akşam Kanaltürk’te sevgili Ünal Erdoğan verdi: Batılı sömürgen, yerli sülüklerle el ele vererek, şu ana dek Türk halkının kanıyla teriyle diktiği temel direklerin %75’ini silahsız ele geçirmiş hedef %100 elbet. Bunun en etkili araçlarından biri enerji, elektrik. Şimdi, hepimizin vergileriyle canlarıyla oluşturulmuş hazır kurulu ağı tek kuruş ödemeden kapatıp elektrik üretim ve dağıtım pastasını paylaşmak üzereler; bu pasta tam 30 trilyon dolar!
Gözümüzün önünde sallanan bin bir renkli bez parçaları bu korkunç, eşi benzeri görülmemiş büyük soygunu gizleme, bizi cambaza baktırma amacını güdüyor.
Ülkemizin bu alandaki en büyük yeteneklerinden Genco Erkal¸ doğrusu birey, yurttaş olarak kendisine düşeni kusursuz yerine getirdi; o acı olayı anımsatarak hepimize okkalı birer şamar indirdi. Asker sivil, Cumhuriyetimizi korumak yaşatmak isteyen herkesin suratına indi bu tokat! Uyanırsak ne âlâ! Yoksa ne ülke kalacak., ne de sorun!
Bu çarpıcı oyunun müziği Fazıl Say’ın; giysi Özlem Kaya’nın; kullanılan görüntüler, Nurdan Arca’nın; Meral Çetinkaya, Yiğit Tuncay, Nilgün Karababa, Murat Tüzün, Çağatay Mıdıkhan, Saliha Şirvan Akan oyuna can verenler.
Hepsine yürekten alkış!