2 Temmuz 2003 Çarşamba

ZEYNEP UZUNBAY

Biliyorsunuz,”büyük” saydığımız insan kardeşlerimiz aslında, evrende zaten varolup işleyen temel ilişkileri,bunların yasalarını sezip dile getirmekten başka bir şey yapmadılar.
Einstein’ın “görecelik”i bunların en temellerinden biri. Dolayısıyla, söyleyip yaptıklarımızın hepsi görece.
Yurdumuzda basılan bütün kitap ve dergilere ulaşamıyor; elime geçenlerin hepsini okuyamıyor; okuduklarımın hepsini beğenemiyorum; okuduğum ozanlar arasında, Zeynep Uzunbay bana en yakın geleni; onu yeterince içten, tutarlı buluyorum.
Sivas’ın “yakılan”larından; önce hemşirelik okumuş; yetinmemiş, Türkçe öğretmeni olmuş.Şimdiye dek iki kitabı basılmış: Sabahçı Su Kıyıları, Yaşamaşk.
Zor bulunsalar da en iyisi elbet bu kitapları edinip okumanız; ben Agora’da basılmış, henüz kitaba dönüşmemiş bir şiirini aktaracağım.

Yara Falı (18)
Sana kara büyü yapılmış
yapılıp yüreğine gömülmüş
“Kara kuzunun ağıldaki uykusunu uyu
Asmadaki(unutulmuş, farkedilmemiş
Görülmemiş)kara üzümün uykusunu.
Daldaki üvezim,kuzum, avazım
Bağrıma basıp kestiğim kara ekmek
Sarıl bana.bende uyu.Uyu.uyu.”

Sen onu köy sanmışsın;
Köyünün dört mevsimi,
şarkı söyleyen rüzgâr...
Sanmışsın ki ay sarılmış kayısıya
Yaprakların damarları titremiş.
Yağmur sanmışsın da ondan
Konuşmasam da olur demişsin;
sesi sormadan yağacak,
dümdüz edecek tarlamı.
Sanmışsın kuş olduk, ağaç olduk
Kanadımız yaprağımız birbirine titredi.

Sen onu ev sanmışsın;
Soyunmuşsun içinde
Su içmiş, doymuş, yıkanmışsın.
Kitap sanmışsın sen onu
Güzel kitapların yalnızlığı...
Sen onu yalnız sanmışsın da ondan
dururum demişsin, satırların arasında.

Sokağın sanmışsın sen onu;
“Çıldırmaz da n’apar bu sardunyalar” sokağı...
Kediymiş mırlamış, köpekmiş havlamışsın,
İçinden geçiyorum sanmışsın da ondan
Soru sormak hiç aklına gelmemiş.
Çardak altında çay sanmışsın
İç olmuşsun, içmişsin, için sevinmiş.
Korkuymuşsun sen, koyu gölgenmiş o
Ona saklamışsın en kaçak yüzünü.

Dilim varmaz söz ondan uzar:
Düşün en güzel yerinde ele vermiş seni,
(Hiç aklına gelir miydi kasımpatı
zaten soyulmuş bir yüreğe
benim falçata atacağım?)

Cumhuriyet, 2.7.2003

21 Mayıs 2003 Çarşamba

KĀZIM MİRŞAN YA DA EKİNSEL IRKÇILIK

Geçen yaz, Nilgün Şarman'ın uyarısıyla, 20 Temmuz akşamı, atv’de, Ceviz Kabuğu’nda tanımıştım Kâzım Mirşan’ı.
Türk Dilinin Kökeni’yle ilgili tartışma , 29 Haziran akşamı Halûk Tarcan’la başlamış, ertesi hafta sürmüş, ben ancak sonuncuya yetişebilmişim.
Ama o sonuncuda bile, karşısındaki okullu bilgiç’in (daha doğrusu okumuş bilgisizin) tüm çabalarına karşın, Sayın Mirşan’ın söylediklerinin önemini sezebilmiştim.
Şimdi elimizde, Ceviz Kabuğu yayınlarının bastığı o üç tartışmanın da metni var.
Halûk Tarcan’ın Kâzım Mirşan ’dan ödünç aldığı somut bilgilerle öne sürdüğü temel sav şu: Batılıların inatla, ısrarla öne sürdükleri, tersini kimseye söyletmedikleri sava göre, uygarlığın temeli olan yazı Mezopotamya’da, Sümerlerle başlamış; sonra bayrağı Yunanlılar almış.
Oysa, Tarcan, Ön-Türklerin tarihiyle ilgili çalışmalarının sonunda, yazıtlara dayanan belgeleriyle, Yunanlıların adının bile , Üst-Asya’dan gelmiş Ökerik adlı kavmin adının sıkışıp Grek ‘e dönüşmesiyle oluştuğunu savunuyor.
Mirşan, haklı olarak, yazı olmadan uygarlık olmaz, deyip, yeryüzünde resim ya da düşün yazısından abeceye ilk geçişin Orta Asya’da, Türklerde başladığını savunuyor; Türklerin başlıca beş bölgede: Issık Göl ve çevresinde, Sibirya’da Ulukent Havzası’nda,Ural Dağları’nın güneyinde, Şölgentaş Mağarası’nın dolayında, Doğu Anadolu’da, Erzurum yöresinde, son olarak da Güneybatı Fransa’da yaşadıklarını , üstelik yazılı kanatlarıyla, anıtlarla, kendisinin insanlık tarihinde ilk kez okuyup metne döktüğü belgelerle savunuyor.
İspanya’daki mağaralardan, İtalya’daki yazıtlardan, taşlardan tutun da, Mısır piramitlerine, çivi yazısına dek sayısız belgeden söz ediyor.
Öne sürülenlerin tersine, İtalya’ya Anadolu’dan göçmüş Etrüsklerin değil, Yunanlıların abeceye onlardan aldıklarını belgeleriyle, örnekleriyle kanıtlıyor. Ammaa! Türk halkının vergileriyle Amerika’da, Avrupa’da ya da buradaki yüksek okullarda okutulmuş, profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, hani şu kendimizi bildik bileli yinelenen ekinsel buyuruculuk (kültür emperyalizmi) altında yamyassı olduklarından, eğitim sandıkları bütün koşullanmalarını ırkçı, kıskanç, yasakçı Batı’ya borçlu olduklarından; ve daha da önemlisi, Mirşan’la Tarcan’’ın, haklı olarak sayısız yineledikleri gibi, yarım yamalak öğrendikleri, küçümsedikleri, utandıkları Anadolu Türkçesi’nin dışındaki öbür Türk dillerini, yazılarını bilmedikleri için, asıl kaynakları, belgeleri okuyamadıkları; yalancı Batı kaynaklarına tuksak kaldıkları için, söylenenlere sürekli karşı çıkıyor; bu iki sabırlı araştırmacıyla dalga geçiyor, inanacakları engellemeye çalışmışlar, çalışıyorlar.
Oysa Kâzım Mirşan, rastlantı ve gereklilik’in armağanıyla, Türkistan’ın İli Nehri üzerindeki Kulca kentinde dünyaya gelmiş; ilkokulu Çin’de okumuş; orta öğretime Türkiye’de başlamış, Almanya’da tamamlamış; orada başladığı mühendislik eğitimini Teknik Üniversite’de bitirmiş. Dolayısıyla Almanca, Rusça, Çince, İngilizce, okuyup anlayacak kadar Latince, Yunanca, İtalyanca’nın dışında, belli başlı bütün Türk dillerini biliyor.
Buna dayanarak, yeryüzündeki bütün abecelerin, Türk yazısından yola çıkarak türetildiğini öne sürüyor; Türkçe yazının Şölgentaş Mağarası’nda bulunan kaynaklarda, l6 000 yıl öncesine dek uzandığını; Erzurum’un Cunni Mağarası’nda bulunmuş olan, kendi gözüyle okuyup yazıya döktüğü yazıtlara göre, ünlü Mısır çivi yazısının bile, tam 7000 yıl önce, Anadolu’dan gitmiş olacağını savunuyor.
Üstünyetenek, olsa olsa, evrendeki ilişki ağını en az ipucuyla, hani şu can gözü adını verdiğimiz yetenekle sezip dile getirme olduğuna göre, o sıradışı varlığın, Mustafa Kemâl Atatürk’ün, elinin altında henüz Kâzım Mirşan yokken, şaşmaz biçimde saptadığı gibi Anadolu’da 7000 yıllık Türk varlığı da belgelenmiş oluyor.
Kitapta sayısız ayrıntısını bulacağınız bu kanıtlara ırkçı, sözün tam anlamıyla bağnaz, çıkarcı Batı’nın inanmasını boşuna beklemeyin.
Mirşan, Tarcan gibi sabırlı araştırmacılar aslında, Atatürk’ün ünlü: Türk, öğün, ÇALIŞ, güven öğüdüne sağlam bir temel kazandırmaya uğraşıyorlar; hem de somut belgelerle.
Irak Savaşı gözümüzü yeterince açmaya yetecek mi, hep birlikte göreceğiz, yaşayacağız.

Cumhuriyet, 21.5.2003

7 Mayıs 2003 Çarşamba

İDİL BİRET’İN YAKA PAÇA EMEKLİ EDİLİŞİ

Onlarca insanı öldüren mayfa babası havaalanına indiğinde törenle karşılanmış, ayağının altına kırmızı halı serilmişti.
İdil Biret’eyse, az daha, hemen orada acımasız bir tokat gibi açıklayacaklarmış yaka paça emekli edildiğini.
Güzeller güzeli, tertemiz, soylu sanatçım verdiği kısa demeçte: İyi ama, sanatçının emekliliği olmaz, Arthur Rubinstein, 96 yaşında sahneye çıkıp unutulmaz bir dinleti vermişti, demiş. Evet, öyleydi, ama o, şu demokrasi denen kandırmacanın yürürlükte olduğu, işlerin bu kadar keskinleşmediği dönemdi.
Aslında, gerek yurdumda, gerek dünyada, hâlâ eski kavramların, hukukun, adaletin, insan haklarının varolduğuna inanan, göz önündeki sayısız karşıt kanıta karşın, inatla, ısrarla inanmayı sürdürmek isteyenlerin uyanmaları gereken gün geldi çattı, geçti bile.
Bingöl’de, şimdi milletinin vekilliğine seçtiğimiz eski bir yüklenicinin – üstelik, geçmişte olduğu gibi, o işini de sürdürüyor olabilir, dolaylı ya da dolaysız – hiç sıkılmadan toplu gömütün başına gidebildiği bugün, birkaç saat sonra, hemen yakındaki bir ilde çekilmiş bir eğlencenin fotoğrafını gösterdi bu sabah gazetecim: en az gelmiş geçmiş ünlü siyasetçiler kadar acımasız bir soyguncu olan gazetenin sahibinin yönergesiyle basılmış resimde, birkaç bakan, sözümona toplumcu-demokrat bir belediye başkanı çalıp söyleyip oynuyorlar; eskiden masa üstünde kadın oynatırlardı, bu kez bir işadamını çıkarmışlar – oynatılan kızlar kadar çekici olmadıklarından, kimse adamı soymaya kalkmamış.
Yıkılan okulun yapımcısını hakkettiği biçimde sorguya çekip sıkıştıramayan halkın hedef olarak kendi içinden çıkmış halk çocuklarının oluşturduğu güvenlik güçlerine saldırdığı, araçlarını taşa tuttuğu, kırıp geçirdiği saatlarda, bu beyler, keyiften gevşemiş yüzlerle, oynayanın alnına dolar yapıştırıyormuş.
Ama kendimizi kandırmayı bırakalım: başka türlü olamaz, hiçbir zaman da olmadı. Eskiden gizliydi, şimdi göğüsler gere gere yapılıyor; kendilerini ilerici sananlar uyanmadıkça, azgınlaşarak sürecek.
Artık, zaten gerçek hukuka hiçbir zaman uydurulmamış, evrenin temel yasalarına göre biçimlendirilmemiş; hep bir sınıfın, bir kümenin, çok çok bir avuç insanın çıkarlarına göre düzenlenmiş biçimsel yasalara dayandırılmış bir oyunu kuralına göre oynamıyorlar diye yakınma zamanı bitti; kendi kabul ettiğin yasalara göre davran diye yalvarıp yakarmanın, dilencilik etmenin anlamı kalmadı.
Sokaklarda elini kolunu sallayarak, yumruk sıkarak, avaz avaz bağırarak yürümenin; ona buna çürük domates ya da yumurta atmanın en küçük yararı olmuyor.
Dünya halkları, kendi vergileriyle oluşturdukları silahlı güçlerini yeniden kendi temel, evrensel haklarını savunmaya razı edemedikleri; onların belirleyici gücüyle yeni, gerçek yasalar yazıp yürürlüğe koyamadıkça, her yerde bütün İdil Biret’ler yaka paça emekli edilecek; üç kuruşla yaşamaya çalışan yığınla emeklinin aylığından tutum paraları kesilecek; ilâçlarının daha ucuzlarıyla yetinmeleri dayatılacak; usunuza gelen gelmeyen bir sürü hokkabazlık bulunacaktır.
Gerçek türküseverler , sevgili Ruhi Su’nun unutulmaz yorumla Anadolu halkına anımsattığı bir şiir şöyle diyordu:
Nesini söyleyim cânım efendim?/Gayri düzen tutmaz telimiz bizim.
Sevgili insan kardeşlerim , o can, bam teline yeniden düzen verebilmeyi el birliğiyle başaramazsak, her gün, her olayda ağlayıp sızlamanın kimseye yararı olmayacak; silahlı savaş çeteleri hepimizi diledikleri gibi kandırıp soymayı sürdürecek.
Sevgili İdil’e de, senin emeğin, değerini bilenlerin gözünde, kulağında, sonsuza dek yaşayacak canım diyorum.

23 Nisan 2003 Çarşamba

“ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE?”

Fransız kanalı Klasik Müzik bir süredir bir dinletiyi yineliyor: Verdi’nin Requim’i seslendiriliyor.
Yorumcular arasında Pavarotti de var; ama bu kez öbür dinletilerindeki gibi senli benli, alımlı çalımlı değil; gözlüğünü taktı, efendi gibi yorumluyor. Sesini biliyorsunuz; adam gibi söyleyince, nefis.
Elbet orkestrayı biri yönetiyor; gelip sıçrayarak çıktı kürsüsüne: kafasında Yahudi takkesi.
Verdi katolik, kent Napoli, çalgıcılarla şarkıcıların büyük çoğunluğu katolik sanırım; belki protestanlar da vardır; ama müslüman olamaz aralarında. Bu sonuncularla takkeli yöneticinin tek ortak yanı, çüklerinin budanmış olması.
Yapıtı dinlerken adamın takkesi gözümün önünden gitmiyor, sürekli aklımı kurcalıyor: ya öbür inanç sahipleri de kendi özel simgeleriyle, giysileriyle gelseydiler, n’olacaktı?
Katolik Verdi bu yapıtı yalnız kendi inançdaşları için mi besteledi?
Naziler, sürüdeki kara koyunların kolay seçilebilmesi için, Musevilerin göğüslerine birer sarı yıldız diktirmişlerdi; o simge utanç vericiydi; peki şu takke ne: övünç kaynağı mı, alınan öcün - kimden? ne için?- belirteci mi?
Ayrıca, sürü kime göre? İsâ’nın sürüsündeki kara koyunlar mı saptanacak, Mûsa’nın sürüsündekiler mi, Muhammed’inkiler mi? Peki ama hepsinin küçük sürüleri Tanrı Baba’nın büyük sürüsünün zorla bölünmüş parçacıkları değil mi? Görüyor musunuz orkestra yöneticisinin en azından benim başıma açtığı sorunları!
Bir süredir, Henri Laborit’den ödünç aldığım bilgileri, kavramları yineliyorum:
Biz insanlar, sandığımız, savunduğumuz, bu uğurda sayısız savaş çıkardığımız gibi, bir ırkın, bir ulusun, bir dinin, bir yörenin öğesi, bireyi değiliz.
Evren adını verdiğimiz anabütün’ün sayısız altbütünü’nden yalnızca küçücük bir parçayız: üstümüzde biraz daha büyük olan dünya adlı altbütün var; o da kabaca iki kola ayrılmış: canlı varlıklar, bizim cansız sandıklarımız ; sandığımız diyorum, çünkü yakın zamanlarda atomun parçacıklarından protonun içini görüntülemişler: aralıksız olarak dört bir yana ışıklar saçılıyor, şimşekler çakıyor, dünyanın oluşum günlerindeki gibi.
Demek ki Yahudi, Katolik, Müslüman,Protestan; Türk, Fransız, İngiliz, Amerikalı diye bağımsız altbütün ‘ler yok; parçala ve yönet’i ilk kim akıl ettiyse, onun uydurup kafalarımıza soktuğu virüsler bunlar.
Bir zamanlar Şemsi Yastıman’ın yavşak ağzıyla söylediği bir türkü vardı:
Şeytan bunun neresinde?
Elindeki güzelim Anadolu çalgısına, saza dil uzatan softaya soruyordu bunu?
Benim de içimden adını anmaya da, belleyip aklımda tutmaya da gerek görmediğim şu şaşkın Yahudi’ye sorasım geliyor:
Tanrı bunun neresinde?
Eğer senin takkeye sıkıştıysa, biz ne yapacağız?
Senin güzelim bir yapıtın yorumuna bu takkeyle gelmeye hakkın varsa, Afgan kadınlarının zorla Burka’ya sokulmalarına kim, nasıl karşı çıkacak?
Yine Laborit: Biz, başkalarıyız, der.
Kişiliğim, özgürlüğüm sandığın saçmalıkları kafana ağlama duvarının dibinde zırlayıp Cumartesi günleri yaşamayı yasaklamaya çalışanlar sokmadı mı?
Dönek Malraux, 21. Yüzyıl’ın inanca dönüş çağı olacağını buyurmuş bir ara: ee, işimiz iş demektir!
Çekin kılıçları, füzeleri, doğraşalım!
Cumhuriyet, 23.4.2003

9 Nisan 2003 Çarşamba

FRİDA

Boşuna dememişler: Parayı veren, düdüğü çalar.
Son zamanlarda gördüğüm insana yakışır filmlerin hepsinde oynayan ya da çeken filme para yatırmışsa, sonuç doyurucu, sevindiriciydi.
Frida da öyle; baş kadın oyuncu Salma Hayek yapıtın gerçekleşebilmesi için parasal katkıda bulunanlardan biri; onun için, yönetmen Julie’yle el ele, gönül gönüle, istedikleri filmi çekebilmişler.
Ressam Frida’nın yaşamını işitmiş ya da okumuşsunuzdur sanırım: yanardağ gibi fışkıran bir yaşama enerjisiyle doğmuş bu sıradışı varlık, talihsiz bir kaza sonucu ölmüyor ama, ömür boyu sürecek sakatlıklara kurban oluyor. Bunları aşmak, onlara teslim olmamak için verdiği savaş göz yaşartıcı, göğüs kabartıcı.Şimdi isterseniz yaşamını anlatan bir kitabı alabilir, ister filmi görmeye koşabilirsiniz; koşmaktan sözediyorum, çünkü soylu, dürüst bir yapıt olduğu; Amerikalıların bayıldığı terimle eğlendirmediği için, çok kısa sürede gösterimden kalkabilir - dilerim yazı basılana dek olmaz bu!
Filme konu olan kitap çok güzel, dürüst yazılmış; çekimöyküsü kusursuz; bu öykünün çekimi havalara uçurucu; çevre düzenlemesi, giysiler, oyuncular, müzik, kısacası her şey dört dörtlük. Salma’nın Frida’ya benzerliği, vurgunluğu, tutkusu tam gerçek sanatseverlerin gönüllerine göre.
Film, aslında, Frida’nın sıradışı yaşamının yanında, insanların, kadınla erkeğin en temel, en can alıcı sorununa değiniyor; daha doğrusu, çok dürüst, saygılı biçimde bu konuyu işliyor: sevgi.
Bildiğiniz, yaşadığınız gibi, iki cins arasındaki sevgi varlığımızın başlangıcı ve temeli; soyut hiç değil; hem tensel, hem düşünsel: Ama tensel olanı evrenden ödünç alsak, bütün öbür canlılarla paylaşsak da, insan denen memelinin bulunduğu evrim basamağında, işin düşünsel, başka bir deyişle öğretisel, eğitimsel yanı çok belirleyici.
Filmin bir sahnesinde , Frida’yla Diego, bağlılığı, evliliği, birbirini aldatmayı konuşuyorlar; kadınların, harakiri yapmak üzere benimsedikleri ataerkil kandırmaca uyarınca, Diego, bir “hekim arkadaşım da doğruladı – o da erkekti mutlaka! – benim cinsel olarak tek bir kadınla yetinmem olanaksız”diyor. Frida da, sâdık değilse bile, vefalı olmasını istiyor.
Ve Diego, başka bir kadınla sevişirken her yakalanışında, avaz avaz bağırıp bunun hiç önemli olmadığını, yalnız bir düzüşme olduğunu söylüyor.
Buradaki çarpıklık, ataerkil, sömürücü, yabancılaştırıcı öğreti dolayısıyla, daha işin başında, terimlerde, sözcüklerde.
Belgesellerde hiç hayvan kardeşlerimizi sevişirken gördünüz mü? nasıl soylular, yüzlerinde ve davranışlarında ne büyük bir incelik var!
İnsan olan insan düzüşmez, sevişir, sayışır; sevgi, saygıya dayanmıyorsa, sevişme, Diego’nunki gibi, ona benzeyen milyarlarca kadın ve erkeğinki gibi, en küçük bir doyum, mutluluk getirmez; durmadan yinelenmesi gerekir, boş bir çabayla.
Yine ataerkil düzensizliğin hepimizi zorladığı ömür boyu tekeşlilik doğaya, evrene aykırıdır belki; ama sayısız benzer terimle anlatmaya çalıştığımız aslında, benim erdemlerin başı, toplamı saydığım kavram, tutarlılık uyarınca, önce kendimize karşı dürüst ve tutarlı olmamız gerekir bütün ilişkilerde, ve elbet sevide.
Filmde Diego korkunç biçimde tutarsız, Frida’ysa gerçek bir tutarlılık anıtı; ve işin acıklı yanıtı, tutarsızlık birincisini bağışlayıp bağrına basmak, bütün kadınlar gibi, hep ona düşüyor! Kadınlara da, erkeklere de, hepimize ne kadar yazık!
Evet, insanın öbür memelilere oranla daha gelişmiş beyni, düşgücü ömür boyu değişik kişilere ilgi duyabiliyor, duyabilir; ama bırakın karşımızdakini, kendimizle tutarlı olabilmek için, aynı anda birkaç kişiyi sevip kucaklayamayız, hele bu eşimizin, sevgilimizin kardeşi hiç olamaz; dahası, onların gözü önünde, sarıldığımız dişinin çocuklarının gözü önünde olamaz, olmamalıdır!
Frida’nın yönetmeniyle baş oyuncusu hepimize çok güzel, soylu bir armağan hazırlamışlar! Ellerine, bilinçlerine sağlık!

Cumhuriyet, 9.4.2003

FRİDA

Boşuna dememişler: Parayı veren, düdüğü çalar.
Son zamanlarda gördüğüm insana yakışır filmlerin hepsinde oynayan ya da çeken filme para yatırmışsa, sonuç doyurucu, sevindiriciydi.
Frida da öyle; baş kadın oyuncu Salma Hayek yapıtın gerçekleşebilmesi için parasal katkıda bulunanlardan biri; onun için, yönetmen Julie’yle el ele, gönül gönüle, istedikleri filmi çekebilmişler.
Ressam Frida’nın yaşamını işitmiş ya da okumuşsunuzdur sanırım: yanardağ gibi fışkıran bir yaşama enerjisiyle doğmuş bu sıradışı varlık, talihsiz bir kaza sonucu ölmüyor ama, ömür boyu sürecek sakatlıklara kurban oluyor. Bunları aşmak, onlara teslim olmamak için verdiği savaş göz yaşartıcı, göğüs kabartıcı.Şimdi isterseniz yaşamını anlatan bir kitabı alabilir, ister filmi görmeye koşabilirsiniz; koşmaktan sözediyorum, çünkü soylu, dürüst bir yapıt olduğu; Amerikalıların bayıldığı terimle eğlendirmediği için, çok kısa sürede gösterimden kalkabilir - dilerim yazı basılana dek olmaz bu!
Filme konu olan kitap çok güzel, dürüst yazılmış; çekimöyküsü kusursuz; bu öykünün çekimi havalara uçurucu; çevre düzenlemesi, giysiler, oyuncular, müzik, kısacası her şey dört dörtlük. Salma’nın Frida’ya benzerliği, vurgunluğu, tutkusu tam gerçek sanatseverlerin gönüllerine göre.
Film, aslında, Frida’nın sıradışı yaşamının yanında, insanların, kadınla erkeğin en temel, en can alıcı sorununa değiniyor; daha doğrusu, çok dürüst, saygılı biçimde bu konuyu işliyor: sevgi.
Bildiğiniz, yaşadığınız gibi, iki cins arasındaki sevgi varlığımızın başlangıcı ve temeli; soyut hiç değil; hem tensel, hem düşünsel: Ama tensel olanı evrenden ödünç alsak, bütün öbür canlılarla paylaşsak da, insan denen memelinin bulunduğu evrim basamağında, işin düşünsel, başka bir deyişle öğretisel, eğitimsel yanı çok belirleyici.
Filmin bir sahnesinde , Frida’yla Diego, bağlılığı, evliliği, birbirini aldatmayı konuşuyorlar; kadınların, harakiri yapmak üzere benimsedikleri ataerkil kandırmaca uyarınca, Diego, bir “hekim arkadaşım da doğruladı – o da erkekti mutlaka! – benim cinsel olarak tek bir kadınla yetinmem olanaksız”diyor. Frida da, sâdık değilse bile, vefalı olmasını istiyor.
Ve Diego, başka bir kadınla sevişirken her yakalanışında, avaz avaz bağırıp bunun hiç önemli olmadığını, yalnız bir düzüşme olduğunu söylüyor.
Buradaki çarpıklık, ataerkil, sömürücü, yabancılaştırıcı öğreti dolayısıyla, daha işin başında, terimlerde, sözcüklerde.
Belgesellerde hiç hayvan kardeşlerimizi sevişirken gördünüz mü? nasıl soylular, yüzlerinde ve davranışlarında ne büyük bir incelik var!
İnsan olan insan düzüşmez, sevişir, sayışır; sevgi, saygıya dayanmıyorsa, sevişme, Diego’nunki gibi, ona benzeyen milyarlarca kadın ve erkeğinki gibi, en küçük bir doyum, mutluluk getirmez; durmadan yinelenmesi gerekir, boş bir çabayla.
Yine ataerkil düzensizliğin hepimizi zorladığı ömür boyu tekeşlilik doğaya, evrene aykırıdır belki; ama sayısız benzer terimle anlatmaya çalıştığımız aslında, benim erdemlerin başı, toplamı saydığım kavram, tutarlılık uyarınca, önce kendimize karşı dürüst ve tutarlı olmamız gerekir bütün ilişkilerde, ve elbet sevide.
Filmde Diego korkunç biçimde tutarsız, Frida’ysa gerçek bir tutarlılık anıtı; ve işin acıklı yanıtı, tutarsızlık birincisini bağışlayıp bağrına basmak, bütün kadınlar gibi, hep ona düşüyor! Kadınlara da, erkeklere de, hepimize ne kadar yazık!
Evet, insanın öbür memelilere oranla daha gelişmiş beyni, düşgücü ömür boyu değişik kişilere ilgi duyabiliyor, duyabilir; ama bırakın karşımızdakini, kendimizle tutarlı olabilmek için, aynı anda birkaç kişiyi sevip kucaklayamayız, hele bu eşimizin, sevgilimizin kardeşi hiç olamaz; dahası, onların gözü önünde, sarıldığımız dişinin çocuklarının gözü önünde olamaz, olmamalıdır!
Frida’nın yönetmeniyle baş oyuncusu hepimize çok güzel, soylu bir armağan hazırlamışlar! Ellerine, bilinçlerine sağlık!

26 Mart 2003 Çarşamba

MERYL STREEP

Sinemasever olup da Meryl Streep’i tanımamak, dahası, vurgun olmamak elde mi? Doğa vergisi güzelliğine, duyarlılığına bir de sıkı bir eğitimi ekleme talihine ermiş bu sıradışı varlık, daha ilk filminde, Julia’da, dört büyük oyuncunun arasında, hem güzelliğiyle, hem ancak şöyle bir gösterilen duyarlılığıyla gözümüze çarpmıştı.
Sonra, Geyik Avcısı’nda, Fransız Teğmenin Kadını’nda, Sophie’nin Seçimi’nde, daha başka bir dizi güzel yapıtta bizi hiç düşkırıklığına uğratmadı; tersine, sevinçten havalara uçurdu yeteneğiyle.
Şimdi adını unuttuğum bir Avustralya filminde, oralı bir orta sınıf aile kadınını öyle inanılmaz oynuyordu ki, eli yüzü davranışları, o kadar iyi bilmesem de, Avustralya ağzı İngilizce’siyle gerçek bir mutluluk kaynağıydı.
Kırk yıllık İtalyan westerni kahramanı Clint Eastwood’un hem yönetip hem birlikte oynadığı filmde de öyle.
Günümüz sinemasının ağzımıza sürdüğü biberler yüzünden, onun karşıkonmaz çekimine karşın, ürke ürke gittik sanat yoldaşım Nilgün’le Tersyüz’e. Gitmez olaydık.
Nicolas Cage denen Amerikan tohumunun tek bir kopyasına dayanamazken, yönetmeyen, iki örnek çıkarmasın mı karşımıza!
Gerçek bir beyin- ağız sürgününün ardından, Meryl de düzeysizliğe ayakuydurdu, film rezillikler içinde sona erdi.
Buna karşılık, Virgina Woolf’un yaşamından yapıtlarından esinlenerek yazalıp çekilmiş Saatlar sanat adını verdiğimiz şeye eksiksiz yakışan bir yapıttı.
Michael Cunningham’ın filme bakınca Pulitzer Ödülü’nü bileğinin hakkıyla kazandığı anlaşılan romanından yola çıkılarak tasarlanmış çekimöyküsüne dayanıyor – ne yazık ki bu işi başaran insan kardeşimin adını belleyemedim, ama bu filme nasılsa bir daha gider, öğrenirim.
Virginia Woolf’’un Mrs Dalloway’i yazdığı ünlerde başlayıp, evlerinin yakınlarındaki akarsuda canına kıymasıyla sona erecek zaman kesitinde, üç ayrı evde, üç kadının yaşadıkları saatları anlatıyor filmi.
Üç ev, üç mutsuz kadın, üç ayrı dönem: yüzyılın başları, ortası, 2001.
Bu üç ayrı dönemdeki kadınları canlandırmak üzere seçilen oyuncuların berense, düşünsel, duygusal sıradışılıkları; zaten filmdeki rol dağımı kusursuz: hizmetçilerden çocuklara, erkeklere dek herkes yerli yerinde, son derece çağrışımlı; herkes işini insanı sanatın arıtıcılığıyla havalara uçurtacak kadar başarılı.
İkinci kadının yüzüstü bırakılmış, duyarlı –sonradan yazar, ozan olacak – oğlunu canladıran Ed Harris soluk kesici; Virginia’nın kocasını oynayan, adını yazmaya fırsat bulamadığım sıradışı insan da öyle.
Yönetmen Stephen Daldry işini , olması gerektiği gibi biliyor: bu filmi yatırılan paraları, emekleri boşa harcamamış Tersyüz’deki gibi.
Meryl’le Harris’i, Virginia’yla kocasını, Laura Brown’la kocasını, oğlunu, belki kanser tanısı konup bir daha hastaneden çıkamayacak çarpıcı kadın komşunu izlemek yeryüzünde tadılabilecek hazların en inceleriydi.
Hoyrat yetiştirilmiş, hoyrat bırakılmış, dolayısıyla kadınlarınkine denk bir yalnızlık içinde yaşayan erkeklerden – onları bu hâle ne yazık ki işte o yaralı bereli, sevgisiz, mutsuz kadınlar, anneler getirdi, getiriyor – umut kesen kadınların birbirlerine yönelişleri, tensel hazzı da, sevgiyi de birbirlerinde arayışlarını Cunningham da, Daldry de, başka bir deyişle, iki erkek, kusursuz sezip yansıtmışlar.
Kendinize şölen vermek üzere, umarım gösterimden kalkmadan bu acı, onurlu şiiri görüp tadarsınız.

Cumhuriyet, 26.3.2003

MERYL STREEP

Sinemasever olup da Meryl Streep’i tanımamak, dahası, vurgun olmamak elde mi? Doğa vergisi güzelliğine, duyarlılığına bir de sıkı bir eğitimi ekleme talihine ermiş bu sıradışı varlık, daha ilk filminde, Julia’da, dört büyük oyuncunun arasında, hem güzelliğiyle, hem ancak şöyle bir gösterilen duyarlılığıyla gözümüze çarpmıştı.
Sonra, Geyik Avcısı’nda, Fransız Teğmenin Kadını’nda, Sophie’nin Seçimi’nde, daha başka bir dizi güzel yapıtta bizi hiç düşkırıklığına uğratmadı; tersine, sevinçten havalara uçurdu yeteneğiyle.
Şimdi adını unuttuğum bir Avustralya filminde, oralı bir orta sınıf aile kadınını öyle inanılmaz oynuyordu ki, eli yüzü davranışları, o kadar iyi bilmesem de, Avustralya ağzı İngilizce’siyle gerçek bir mutluluk kaynağıydı.
Kırk yıllık İtalyan westerni kahramanı Clint Eastwood’un hem yönetip hem birlikte oynadığı filmde de öyle.
Günümüz sinemasının ağzımıza sürdüğü biberler yüzünden, onun karşıkonmaz çekimine karşın, ürke ürke gittik sanat yoldaşım Nilgün’le Tersyüz’e. Gitmez olaydık.
Nicolas Cage denen Amerikan tohumunun tek bir kopyasına dayanamazken, yönetmeyen, iki örnek çıkarmasın mı karşımıza!
Gerçek bir beyin- ağız sürgününün ardından, Meryl de düzeysizliğe ayakuydurdu, film rezillikler içinde sona erdi.
Buna karşılık, Virgina Woolf’un yaşamından yapıtlarından esinlenerek yazalıp çekilmiş Saatlar sanat adını verdiğimiz şeye eksiksiz yakışan bir yapıttı.
Michael Cunningham’ın filme bakınca Pulitzer Ödülü’nü bileğinin hakkıyla kazandığı anlaşılan romanından yola çıkılarak tasarlanmış çekimöyküsüne dayanıyor – ne yazık ki bu işi başaran insan kardeşimin adını belleyemedim, ama bu filme nasılsa bir daha gider, öğrenirim.
Virginia Woolf’’un Mrs Dalloway’i yazdığı ünlerde başlayıp, evlerinin yakınlarındaki akarsuda canına kıymasıyla sona erecek zaman kesitinde, üç ayrı evde, üç kadının yaşadıkları saatları anlatıyor filmi.
Üç ev, üç mutsuz kadın, üç ayrı dönem: yüzyılın başları, ortası, 2001.
Bu üç ayrı dönemdeki kadınları canlandırmak üzere seçilen oyuncuların berense, düşünsel, duygusal sıradışılıkları; zaten filmdeki rol dağımı kusursuz: hizmetçilerden çocuklara, erkeklere dek herkes yerli yerinde, son derece çağrışımlı; herkes işini insanı sanatın arıtıcılığıyla havalara uçurtacak kadar başarılı.
İkinci kadının yüzüstü bırakılmış, duyarlı –sonradan yazar, ozan olacak – oğlunu canladıran Ed Harris soluk kesici; Virginia’nın kocasını oynayan, adını yazmaya fırsat bulamadığım sıradışı insan da öyle.
Yönetmen Stephen Daldry işini , olması gerektiği gibi biliyor: bu filmi yatırılan paraları, emekleri boşa harcamamış Tersyüz’deki gibi.
Meryl’le Harris’i, Virginia’yla kocasını, Laura Brown’la kocasını, oğlunu, belki kanser tanısı konup bir daha hastaneden çıkamayacak çarpıcı kadın komşunu izlemek yeryüzünde tadılabilecek hazların en inceleriydi.
Hoyrat yetiştirilmiş, hoyrat bırakılmış, dolayısıyla kadınlarınkine denk bir yalnızlık içinde yaşayan erkeklerden – onları bu hâle ne yazık ki işte o yaralı bereli, sevgisiz, mutsuz kadınlar, anneler getirdi, getiriyor – umut kesen kadınların birbirlerine yönelişleri, tensel hazzı da, sevgiyi de birbirlerinde arayışlarını Cunningham da, Daldry de, başka bir deyişle, iki erkek, kusursuz sezip yansıtmışlar.
Kendinize şölen vermek üzere, umarım gösterimden kalkmadan bu acı, onurlu şiiri görüp tadarsınız.

12 Mart 2003 Çarşamba

POLANSKİ’DEN GAVRAS’A ALAMAYACAĞI DERS

Rastlantı bu yana, Gavras’ın Amin’inin hemen ardından Polanski’nin Piyanist’i gösterime girdi.
Çıkış noktaları aynı: 2.Dünya Savaşı, Naziler, ettikleri.
Üstelik ikisi de yaşanmış anılara dayalı; ilkinde iyi niyetli, can gözünü, çağdışı, insanlıkdışı kavramlar, ulus, çıkar, onur uğruna bile bile kapatmış bir kimyacı vardı; buradaysa,ezilmek, yok edilmek, aşağılanmak üzere seçilmişlerden, Yahudilerden biri, hem de bir piyano yorumcusu.
Kalabalık bir aile, Polonya’da, Varşova’da yaşıyor; baba da kemancı.
Sıradan Buyurganlık’ın adım adım ortaya çıkışı, zaten bütün bireylerin kişilik yapılarında uyumakta olan bütün çirkinliklerin rahatça, göğüsleri gere gere uygulamaya sokuluşu.
Cerrahlıkla yola çıkıp evrenin, dünyanın, insanın, canlı cansız bütün varlıkların yapılarını, düzeneklerini, işleyişlerini inceleyip anlamaya, sonra elbet anlatmaya geçmiş olan Henri Laborit, bizde de gösterilmiş olan, adını ve yüzünü gördüyseniz bile unutmuş olacağınız Alain Resnais’yle çevirdikleri ortak film Amerika’daki Amcam (Uzak Akrabam) filminde, beyaz deney fareleriyle insanların nasıl birbirlerine benzer yapılara sahip olduklarını, nasıl benzer davranışlarda bulunduklarını gösteriyordu.
Aç susuz ve yalnız bırakılan fareye , düdük ve ışıklı uyarıların ardından, kafesinin yan bölmesinde bunlar veriliyor; belleyip koşullandıktan sonra, ışık-düdük-yiyecek oyunu sürerken, ikinci bölmenin altına akım veriliyor; böylece üçlüye ceza ekleniyor. Farecik çağrıya birkaç kez düştükten sonra, belliyor, artık koşmamaya başlıyor; yaşama küsüp kafesinin ortasına çöküyor; ruh çöküntüsü içinde tüyleri soluyor, dökülüyor, miğdesinde yaralar açılıyor, iş uzarsa kansere yakalanıyor.
Derken kafesin kapısı açılıp içeri ikinci fareyi bırakıyorlar; ortada bezgin bekleyen yeni gelenin tepesine çullanıyor: yiyecek içecek vermeyen, ayaklarının altına elektrik veren bu besbelli.
Sıradan Buyurganlığın, Zorbalığın bundan daha iyi, daha dolaysız anlatımı olamaz.
Polanski’nin yetenekli olduğuna kuşku yok; Çin Mahallesi’ni, Tess’i gördüyseniz, bizim gibi unutamamışsınızdır.
Ama sinema dünyasında yetenekli olmak yetmiyor elbet; filmin parasını başkası verdiğinden, çekilecek öyküyü de çoğu kez o seçiyor.Gavras’ın ucuz , uyutucu masalında da böyle olmuştur sanırım.
Polanski’nin ilk kozu, filme para yatıran üç kişiden biri olması; öbür kişilerden biriyse , Fransız sinema sanatının ünlü adı Alain Sarde.
Dolayısıyla, yaşanmış, yalanı dolanı olmayan bir öyküden, piyano yorumcusunun öyküsünden yola çıkıyorlar.
Güzelim Varşova’da, güzelim insanların yaşamının adım adım cehenneme çevrilişi; umutsuzluğun ağır ağır çöküşü; daha dün kapınızın hemen yanındaki dairede, evde yaşayanların, uzaklardan gönderilmiş sıradan saldırganların çağrılarına seve seve ayak uydurup ikinci elden işkencecilere dönüşmeleri; ancak olanaksızın, umutsuzun göbeğinde, dirim çekirdeğinde varolmayı sürdüren temel güdünün,sevi’nin bu tarlada bile kök salıp yeşermeye çalışması.
Kısacası, Polanski, sanatın ayrıntıda olduğunu çok iyi biliyor; bilmek bir şey değil, bilen çok vardır belki, sanırım Costa Gavras da biliyor: ama Roman insanın içini yeniden insanlık onuruyla, bilinçli olma sevinciyle doldururken, Costa göz göre göre yalan söylemenin azabını çektiriyor.
Fillin sonlarında, inanılması güç olayların ardından, artık çöküşe geçmiş Almanların hem ayaklanan Polonyalılarla, hem yaklaşan Ruslarla çarpıştıkları günlerde, tank ateşiyle delik deşik edilen evlerden birinde, günlerdir aç susuz kalmış piyano yorumcusunun çakı gibi bir Alman subayıyla karşılaşması var; bizimki elindeki kutuyu açmaya uğraşırken, öbürü ondan, beklenmedik gibi gözüken, ama aslında çarpıtılmasak hepimizin içinde yatan temel dürtüyle, bir şey çalmasını istiyor: ve katille – zorla katil yapılmışla – kurban, müziğin yüceliğinde buluşuyorlar.
Müziksever Nazi, kaçınılmaz mantık gereği, Polonyalı Yahudi’yi besleyip kurtardıktan, paltosunu da bıraktıktan sonra, bir Rus toplama yerinde can veriyor.
Evet, asıl hastalık, belli ki, anavatanın, ana sevgisinin yerine, ANAMAL’a tapınmayı geçirmekle başlamış, bu yüzden sürüyor.
Azıcık yeteneği bulunan yazarların, öğretim üyelerinin, televizyon yorumcularının, artık önce kendi canları için, anamalcıların kıçını yalamayı bırakıp Polanski kadar dürüst konuşmaya dönmeleri gerekiyor.

Cumhuriyet, 12.3.2003

26 Şubat 2003 Çarşamba

COSTA GAVRAS’IN UCUZ MASALI

Sinematek yaşarken bir film gösterilmişti:Sıradan Faşizm. Filmi, Rusya’ya saldırdıktan sonra sonunda yenik düşen Alman subay ve erleri kendileri çekmişler; geçtikleri yerlerde insanlara neler ettiklerini belgelemişler- dönünce eşleriyle birlikte izleyip otuzbir çekeceklerdi besbelli -, bunları Ruslar birleştirip film yapmışlardı.
Elbet çor çarpıcı, yürek paralayıcıydı; ama çok da öğreticiydi: herkes, hepimiz zorba, buyurgan olabilirdik, daha doğrusu şu anda öyleydik.
Bu belgeselin ikinci yarısı, Sibirya’daki sürgün yerlerinde, toplama kamplarında yaşananlar ne yazık ki çekilip gösterilmedi; onların çarpık, tek yanlı anlatımı Hıristiyan yobazı Soljenitsin’e düştü. Asıl suçlu ve sorumlu Batılı sömürgecilerin ağızlarının suyu aksın diye.
Ama Hitler’in yurttaşı baka bir Avusturya’lı, Wilhelm Reich, daha 1930’larda, olup biteni de, olacakları da göstermişti Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’nda.
Yalnız o gün de, bugün de, sevi yetenekleri daha ana karnında, baba tohumunda bile bile köreltilmiş can gözü kapalı varlıklar ne o kitabı okuyabilirdi, ne uygulayabilirdi; bugün de hala aynı derecede iğdiş hepsi.
Costa Gavras da okuyamamış, kazara eline geçtiyse bile, hiç anlayamamış, anlayamayacaklardan biri besbelli.
İşe en ucuz yerinden girişmiş; nasılsa on bin yıllık ataerkil zorbalık akışı içinde en kolay , onaylanmış, izin belgeli bir hedef var, alır silahı oraya ateş edersin; hem yürekler paralanır, hem cepler.
Film Schindler’in Dizelgesi’nin ya da Primo Levi’nin unutulmaz, unutulmaması gereken yaşamöyküsünün tırnağı bile olamıyor.
Çünkü temel alınan kitap doğruyu söylememiş: efendim, sözümona dürüst, hem de aykırı (protestan) da olsa Tanrı’ya inanan bir kimyacı, bütün öbür gözünü seve seve kapatmış yurttaşları gibi, zararlı böcekleri (!) yokedecek ilaç üretiminin başında; tifoyla tifüsle savaştığına yürekten inanıyor.
Ancak talihsizliğe bakın, günün birinde tifo tifüs mikroplarının değil, başka böceklerin, Yahudilerin, Çingenelerin,kısacası Ari olmayan herkesin zehirlenmesine, hızına alamayıp sabun yapılmasına yaradığını öğreniyor.

Bizim iyiniyetli ama çaresiz kimyacı, sağa koşuyor, sola koşuyor, sonunda Papa’nın Almanya’daki temsilcisine gidiyor, bir SS subayı olarak bilip gördüklerini anlatmaya kalkıyor, adam bu kaçığı hemen kovduruyor.
Ancak, bütün canlar çıkmadan umut kesilmez: küçük görevlilerden biri anlattıklarını işitiyor, inanıyor, düşürdüğü kartını alıp evine geliyor, el ele veriyorlar.
Ah, ah! bütün bunları anlı şanlı Papa Hazretleri bir bilse, n’apar o Hitler’i!
Filmin büyükçe bir bölümü bir yandan İtalyan çömezin, öte yandan insansever kimyacının çırpınmalarıyla geçiyor. Yaşasın!filmi bitirip üne ve paracıklara kavuşma zamanı yaklaştı.

Ne yapılır? Olsa olsa temiz yüzlü çömezi harcarsın! Kitabın yazarıyla Costa da öyle yapıyorlar. Çömez, göğsüne bir Yahudi yıldızı dikip kendini toplama kampı trenine bindirtiyor.
Ama filmi burada bitiremezsiniz; hadi bakalım kimyacı iş başına: Himler’in yerine izin belgesi imzalayıp taa toplama kampına geliyor, çömezi kurtaracak; ama al sana bir gözyaşı daha! Çömez gönüllü ölüme gidiyor. Yıldızlı kara cübbesi öbür giysilerin arasından bulunup gösteriliyor; tıpkı kapıları kapalı gidip boşluğunu göstermek üzere açık dönen trenler gibi.
Neyse, uzatmayayım!
Hitler, hâlâ onurla basılıp satılan ünlü başyapıtı Kavgam’da yapacaklarını en ince ayrıntılarıyla anlatmıştı; Papa’nın da, ABD’nin de, Sovyetler Birliği’nin de, kısacası herkesin de her şeyden haberi vardı: tıpkı şimdi İrak saldırısı öncesindeki gibi; ama herkes, kargaşada bize de pay düşer diye hesaplıyor.
Burada asıl terslik, kullanmayı sürdürdüğümüz kavram ve terimlerde.
Bilimin son buluşlarına göre, matematik ve güdümbilim (sibernetik) den ödünçalınan bir kavramdan kimsenin haberi yok, olmaması için de bütün önlemler alınıyor.
10 000 yıldır alıştırıldığımız soyut kavramların yerini bütün aldı; ana bütün evrenin kendisi; doğal olarak sayısız altbütün var: gökadalar, yıldızlar, gezegenler, onların arasında dünya, dünyanın üzerinde de iki temel altbütün: canlılar, cansızlar.

Almanya’nın ya da bilmem kimin çıkarları yok: canlıların, dahası, öbür yarıya sımsıkı bağlı olduklarına göre, cansızların çıkarları var; ya da öyle olması gerek!
Bu pencereden bakınca, Gavras’ın filmi de, bütün öbürleri gibi, korkunç bir sömürgeci masalı.
Oysa, şu ya da ulus için değil, canlılarının barındıkları altbütün için, belki dünya denen altbütün için, artık örneğin Erol Manisalı, Arslan Başer Kafaoğlu, Doğu Perinçek gibi,
artık Kral’ın çıplak olduğunu söylemekle yetinmeme, Bütün Kral ya da kralcıkların azılı birer katil olduklarını bıkıp usanmadan yineleme zamanı!
Dilerim pişman olmaya vaktimiz kalır!

21 Ocak 2003 Salı

İLGİ ADALAN

İlgi’yi sanki, kendimi bildim bileli tanıyorum: hep yakışıklı, hep, ama hep güleryüzlü.
Oysa, Akademi’ye film izlemeye gittiğim, dolayısıyla örneğin Utku Varlık’ı, Mehmet Güleryüz’ü,Alaaddin Aksoy’u canlı olarak da tanıyıp arkadaşlık etmeye başladığımda, aralarında onun anısı, görüntüsü yok. Meğer, güzelim ana babasının inanılmaz bir sezgiyle seçtikleri ada uygun olarak o daha işin başında, resim eğitiminin yanına, yığınla ilgi’yi katmaya çoktan başlamış: Akademi Tiyatrosu’nda oynuyor.
Doğrusu, bu döneminden en küçük bir iz,anı yok belleğimde: çünkü film gösterilerinin dışında, bir de oyunlara gidecek ne zamanım var, ne de bunun için özel bir dürtü.
Gerçi güzel sanatların bütün türlerine ben de onun gibi küçük yaştan vurgunum; tiyatroya gitmeye de başlamışım; nitekim, Akademi Tiyatrosu’da, hatta belki Cep Tiyatrosu’nda değil, Arena Tiyatrosu’nda yollarımız çakışıyor
Arena Tiyatrosu’ndan belleğimde,ağzımda unutulmaz tatlar var; tiyatro eğitimimin temel taşlarından biri, belki birincisi bu yuva.
Ee, boşuna dememiş Demokritos: evrendeki her şey rastlantı(olasılık) ve gerekliliğin ürünüdür diye.
İlgi de benim gibi Atatürk’ün, cumhuriyetin, devrimlerinin değerini bilen, tadını çıkaran, onlara sahip çıkan bir felsefe öğretmeninin oğlu; dolayısıyla, 40’lı yılların gözde uğraşları mühendisliğe, hekimliğe değil de, sanata yönelmesine engel çıkarılmak şöyle dursun, yürekten destek buluyor.
Kusursuz, yakışıklı bir bedenle, tutacağı yola uygun zihinsel yeteneklerle doğmuş olmaya bu toplumsal talih de ekleniyor.
Yalnız tiyatroya değil, bütün sanat etkinliklerine vurgun ya; ellili yıllarda yurdumuzda, belki Halkevleri geleneğinin uzantısı olarak, yazınsal toplantı düzenleme çok yaygın, büyük ilgi görüyor. Adı üstünde, İlgi, bu etkinliğin dışında kalır mı, kalabilir mi? Dinçer Erimez’le birlikte güzel şiir okuma ödülü var.
İlgi’nin, ne mutlu ki bitip tükenmeyen yaşama enerjisi, coşkusu, tek bir etkinlikle, tek bir kurumla yetinebilir mi? Cep Tiyatrosu’nun yanına Talebe Federasyonu tiyatrosu da ekleniyor hemen; orada Tuncel Kurtiz’le, Şemsi İnkaya ‘yla tanışıp el ele veriyor; bu el eleliğin içinde, doğal ve kaçınılmaz olarak, hem de yine o günkü parasal konumlarına uygun, otobüsle buradan kalkıp Londra’da oyun oynamaya gidişleri var; aman Tanrım! Benim öteden beri her şeyin temeli saydığım YAŞAMA SANATI’nın ta kendisi, canlı örneği!
Daha öğrenciyken cep harçlığını, belki geçimini bile gelip geçici işlerle sağlamaya alıştığından, Akademi’yi bitirince, o yıllarda herkesi bekleyen yolu izlemeyi, orta öğretime öğretmen olmayı usundan bile geçirmez; bitip tükenmeyen ilgisiyle, zaten arada Eczacıbaşı’nın açtığı kısa süren seramik derslerine gitmişti; dönemin ilk seramik üretimliklerinden birine, Gorbon’a girer.
Ardından askerlik, Mersin’de Astsubay Hazırlama Okulu’nda resim öğretmenliği; Alev Ermiş’ in babası, asker kalmayı seçmiş ressam Kani Ermiş’le tanışma: olasılık gereklilik kozasını örmeyi sürdürüyor.
Nitekim, resim öğretmeni olmak istemese de, Fatih Koleji’nde tam beş yıl bu görevi üstlenmek zorunda kalıyor: yaşamı böylesine dolu dolu seven için o da kimbilir ne zengin bir deneyim olmuştur!
50’li, 60’lı yıllarda, şimdi ancak Kadıköy’deki küçücük yerine sığınmak zorunda kalan Baylan’ın Beyoğlu’nda geniş, derin bir yeri vardı; İstanbul’da sanatın bütün alanlarında etkinlikte bulunanlar ya da sanatseverler, Beyoğlu’daki öbür ünlü kahve ve pastaneler gibi, oraya sığınır , toplaşır, yaşardı. Benim çıraklığım da orada geçti, ama ne Arena Tiyatrosu’ndan, ne de Baylan’dan belirgin çizgilerle anımsıyorum İlgi’yi; demek ki ilgilerim henüz başka yerlere yönelikmiş.
Tiyatro sevdası bitiyor derken, kalıcı olarak seramiğe yöneliyor; yaşamın her alanına ilgi ve merak temel ilkesi olduğundan, toprağı pişirip boyamakta, biçimler tasarlamakta, doğal olarak, başka yorumcuların pek denemediği aramalara yöneliyor ve çarpıcı sonuçlar elde ediyor. İlk eşiyle Ümraniye’de bir seramik işliği açıp çalışmaya girişiyor; ancak artık demiryolları çöplüğe atılıp çok para getirecek araba yollarının yapımına geçilmiştir: işlik kazınıp atılıyor.
Neyse ki Eczacıbaşı Seramik var; Erdinç Bakla ve Güngör Güner’le yeni bir yolculuk, yeni bir serüven başlıyor.
Şöyle diyor oradaki çalışması konusunda: Eczacıbaşı’nı ben seçtim, ama endüstriyel tasarıma kendi çizgimi ve biçim anlayışımı getirerek çalıştım. Eczacıbaşı işletmesine girerek, ustalarla çalıştım. Endüstriyel malzemeyi kendi çizgim içinde geliştirmeye uğraştım. Bir bakıma Dada, ama tam o da değil...
Bu yaşama serüvenine, onun kadar çok yönlü bir sanatsever olarak, Arena yarı bilinçsiz, onu çevresinden ayırmadan katılışımdan sonra, sergilerde, başka sanatsal etkinliklerde, hem birey hem yorumcu olarak ayrımına vararak katıldığım yıllara geldik.
Hangi tekil ya da ortak sergisine gitsem, hangi sergi açılışında karşılaşsak, hangi etkinlikte buluşsak, yakışıklılığına eklenen deneyim çizgileriyle, aklarıyla, sevgi içinde olgunlaşmasına tanık oldum canım dostumun.
Doğrusu, Demokritos’un onu yoluma çıkarması, ömrüme katması besbelli ki kaçınılmazmış; ah! ne iyi böyle oldu!
Sevgili Nevzat Metin, önce eşiyle kendine, sonra bize verdiği armağanların arasına İlgi Adalan kitabını da kattı.
Yapıtın sözel yanını Ümit Gezgin; çizimsel tasarımıyla uygulayımsal yönetimini Adalet Bilgin üstlenmiş; fotoğrafları Erdal Aksoy’la Necdet Kaygın çekmiş; İngilizce’ye Suzan Mıhladız çevirmiş.
Keşke bu yazılar görüntülü de olabilseydi ve İlgiciğimin o soylu yaratılarından birinin imgesini şuraya koyabilseydim.
Seninle yoldaş olabilmek ne mutluluk canım!

14 Ocak 2003 Salı

BEJART’IN “FINDIKKIRAN”I

Baleseverler içinde Bejart’ı bilmeyen yoktur sanırım.
Fransız kanalı Mezzo iki hafta önce yine büyük bir armağan verdi, benzersiz Usta’nın iki yapıtını birden yayınladı.
İlki, Çaykovski’nin müziklerine dayanarak Marius Petitpas’nın tasarladığı ünlü Fındıkkıran’dı.
Bilirsiniz ister tanınmış bir yazınsal yapıtı sinemaya uyarlamaya kalkın, ister böyle ünlü bir baleyi yeniden tasarlayıp sahneye koymaya kalkın, ikinci yorumcunun en az birincisi kadar yetenekli olması gerekiyor; yoksa, sonuç tam bir düşkırıklığı, giderek sinir bozma oluyor.
Visconti’nin bu konuda akla gelebilecek en doyurucu örnekleri vermiş bir üstünyetenekti.
Bejart’ın balesi de en yetkin örneklerden biri olmuş.
Yaratıcı kafa, gerek müziğin, gerek öykünün ana çizgilerini saklamış, ama ayrıntıya kendi renklerini eklemiş.
Meğer Marius de Maurice gibi Marsilya’lıymış; Bejart, kendi bireysel öyküsünü Fındıkkıran aracılığıyla Marius’ünküne katmış.
Marsilyalı bir düşünürle, baledeki betimlemesiyle, melek gibi bir annenin çocuğu, daha küçük yaşta tiyatroya, canlandırmaya vurgun; bir sahne kuruyor, düşsel kişilere,kendisi oynayarak, serüvenler yaşatıyor.
İlk okuyup etkilendikleri arasında Goethe’nin Faust’undaki Mefisto var: tasarlayıp canlandırdığı Fındıkkıran’da, en yetenekli dansçılarından Gil Roman hem Marius, hem Mefisto.
Değişim, iç içe geçirme elbet bununla sınırlı kalmıyor; anımsayacaksınız, asıl balede öykü küçük bir kızın, prensesin üzerine kuruludur; buradaysa, küçük kız bir oğlana, Bejart’ı simgeleyen Bim’e dönüşmüş.
Bim, Maurice gibi dansçı, bale sanatçısı olmak istiyor; hocası, kılavuzu Marius-Maurice.
Noel gecesi kendisine getirilen armağan, fındık kıracağı, asıl balede sonradan yakışıklı bir erkek olacak bir yontu; buradaysa bir kadın, hem de çıplak bir yontu: Maurice’in güzeller güzeli annesinin ta kendisi.
Kucakta getirilen küçük yontu, az sonra, sahnenin bütününün kaplayan bir yontuya dönüşüyor; başta oğlu, bütün insanları kucaklamaya hazır kollarını açmış bekliyor; Bim birkaç kez yontunun kucağına tırmanıp yanağına ulaşmak öpmek istiyor, aşağı yuvarlanıyor.
Derken yontu olduğu yerde dönüyor, arkası açıp, içi ışıklı, çiçekli; oradan sülün gibi bir balerin çıkıyor – annesi – gelip Bim’i kucaklıyor, bir süre dansedip sonra kol kola ışıklı, çiçekli karna dönüyorlar: herkese vaat edilen CENNET bu besbelli: anamızın sıcacık karnı.
Arada tasarlanıp uygulanan klasikle çağdaş karışımı danslar her zamanki gibi soluk kesici.
Yola çıktığı örnekten tek bir dansı aslına uygun giysilerle, devinimlerle saklamış Bejart: başdansçı kızla oğlanın ikilisi. Ama ona da kendi damgasını vurmadan edememiş: özgün dansta dansçılar birer yontu gibi dururken, burada sevişen iki insan gibi birbirlerine bakıyor, gülümsüyorlar. Yaratıcılık ayrıntıda .
Bu tadına doyulmaz yapıtı, neyse ki, gerçek sanatseverler için, TRT iki bölüm halinde vermiş.
Bu şölenin ardından, l973 yılında,Milano’ya uzandık; Maurice o zaman 46 yaşında, Belçika’da yaşayıp çalışıyor.
Daha önce tanışıp yapıtlarına bayıldığı Pierre Boulez’in Ustasız Çekiç adlı yapıtını sahneye koyacak; yapıtı altı çalgı, bir şarkıcı seslendiriyor; onlar balede, altı erkek bir kız oluyorlar.
Dansçıların her biri ayrı bir ulustan;erkek dansçılardan biri vurguluyor, Bejart her dansçının kişiliğine dikkat eder, onu bastırmaya değil, tam tersine kendisinin bile o güne dek bilmediği yanlarıyla ortaya çıkarmaya çalışır.
Bu söz, benim Bejart yapıtlarına neden doyamadığımı çok yalın anlatıyor.
Belgeseli BBC çekmiş, yapıtın hazırlık dönemindeki çalışmalar görüntülenmiş, arada kazalar, terslikler,her yeni duruma çok kısa sürede uymalar.
Ölçülü,iyice tartılmış, yoğun şiirsel konuşmalarından birinde şu unutulmaz lafı etti:
İnsanoğlu, bütün etkinliklerinde, iletişimin ardında koşar; insanlarla, kendi kendisiyle, yapıtla, dahası göremediğimiz, ama varolduklarına kuşku bulunmayan acunsal güçlerle iletişim kurmaya çalışır; dolayısıyla, her yeni yapıt, bütün bu alanlarda bize yeni iletişimler kazandırır.
Görsel şölenler sözlerle anlatılamaz, biliyorsunuz: ben de size Ustasız Çekiç’i anlatamam.
Daha önce de bir kez yazmıştım, keşke şimdiki anlatım olanaklarıyla, keşke gazeteler görüntülü olsaydı ya da ben bunları bir televizyonda antatırken size bu yapıttan bölümler gösterebilseydim.
Adını saptayamadığım, daha l6 yaşındaki bir yedek dansçı kızın, baş balerinin kaza geçirmesinden sonra inanılmaz kadar kısa bir sürede onun yerini alışını, korkular içinde hazırlanmasını, kimbilir ne heyecanlar içinde ilk gece dans etmesini, salon alkışlarla inlerken, sevgili ustasınca kucaklanıp yanağının okşanmasını, duyduğu, inanamadığı cennet mutluluğunu gösterebilseydim.
O arada küçük, ama son derece önemli bir ayrıntı: Petitpas, Bejart ve Roland Petit’nin üçünün de Marsilya’lı oluşları; ve Maurice’in Londra’ya Marius’ün yaşayan son öğrencilerinden birinin yanında dansetmeye başlamazdan önce, dansa Petit’nin topluluğunda balaması.
Benim için, şu anda, çağdaş bale sanatının en yüce iki yorumcusu da, olasılık-gereklilik sonucu Akdeniz’li, Marsilya’lı.
Umarım ömürleri uzun, çok uzun olur.