19 Haziran 2002 Çarşamba

MÜZİK ŞENLİĞİNDE İLK DİNLETİLER

Güzelim türkülerimize beni Ruhi Su’nun unutulmaz sesi,yorumu ulaştırmıştı;kaçınılmaz bir uzantıyla,Comparsita dışındaki Güney Amerika müziğine de,Hıfzı Topuz’un Paris’ten Ruhi Bey’e yolladığı Atahualpa Yupanqui’nin İyiyim,Özgürüm adlı plağıyla kavuştum 1970’lerde.
Plağı gönderirken Hıfzı Topuz’un da belirttiği gibi,Atahualpa Yupanqui,Ruhi Su’nun bizde yaptığını kendi ülkesinde gerçekleştirmiş sıradışı bir sanatçıydı:şarkılarının sözlerini kendisi yazıyor,sonra gitarla söylüyordu.
Aya İrini’de,Horacio Ferrer’in – ne yazık ki anlayamadığım – güzelim şiirlerini kendi sesinden dinlerken,ister istemez bantlarımdaki Yupanqui’yi anımsadım:aynı duyarlılık,aynı kederli,soylu ezgiler.
Gidon Kremer yönetimindeki Kremarata Musica ,Ferrer’in Maria de Buenos Aires adlı yapıtını,yaratılışından 30 yıl sonra,bizler için çalıp yorumladı.
Arte’deki bir belgeselde izlemiştim,Kremer,SSCB’nin gümbür gümbür çöküşünden sonra,doğanın verdiği üstünyeteneğe eklenmiş sağlam eğitimi çok şükür,Viyana’da kendi çabalarıyla oluşturduğu bir kurumda değerlendirebilmiş talihli insanlardan;Piazzola’ya,tangoya vurgunluğuysa gerçek bir tutku.Aslında bu,sanırım,Demokritos’un dile getirdiği ünlü olasılık-gereklilik ikilisinin kaçınılmaz sonucu:Gidon’un yolu ister istemez Astor’a çıkacakmış!
İyi ki de çıkmış;oluşan yapıtlar,yorumlar bana benzeyen insan kardeşleri için gerçek birer şölen.
Başta Ferrer’in şiirleri,Julia Zenko ile Zairo’nun şarkıları,bütün topluluk üyelerini,üstümüze yağdırılan parasal-siyasal pisliklerden arınarak tadabildim o iki saat boyunca.Yürekten teşekkürler!
İkinci dinleti,Ton Koopmann yönetimindeki Amsterdam Barok Orkestra ve Korosu’na ayrılmıştı.
Soprano Heinriette Feith,alto Robin Blaze,tenor Jörg Dürmüller,bas Klaus Mertens eşliğinde orkestra ve koro Heandel’in yapıtlarını yorumladı.
Gerek tek yorumcular,gerek koro,gerek orkestra işlerini adlarına yakışır biçimde ustaca yerini getirdi. Ancak,Aya İrini gibi dinleti yerlerinde,belki eskiden öncelikle sesli yorumlar için tasarlandığından,çembalo gibi narin çalgılar hiç işitilmiyor;biz en önde olmamıza karşın,çembalocunun oynayan başını,bedenini,parmaklarını gördük,ama tek bir notayı yakalayamadık.Neyse.
İstanbul Müzik Şenliği başlayalı 30 yıl olmuş.Dilerim,hepimizin çabasıyla,daha uzun yıllar yaşar.
Yaşım ilerledikçe,30 yıllık Şenlik izleyiciliğinin,elli yıllık müzikseverliğin biriktirdikleriyle,eskiden gözüme çarpmayan şeyleri görür oldum;bu uyanmada yalnız değilim,bütün dünya bana yardımcı.
Geçen gün Erol Manisalı değindi,Suudi Arabistan-Almanya karşılaşmasında,Alman oyuncu – 8-0 yendikleri takıma –gol atınca,haç çıkarmış.
İki yıldır bir çanakla evimize taşıdığımız iki Fransız müzik kanalını izliyorum; dinletilerin çoğu,Aya İrini gibi onarılmış eski kiliselerde,manastırlarda veriliyor:dört bir yan haç kaplı,pencerelerde İsâ-Meryem masallarını canlandıran imgeler;dinsel yanı ağır basan bir yapıtsa,alıcı sık sık bu imgelere,haçlara odaklanıyor.
Piazzola’nın,Ferrer’in öyküsünü yansıtan Tango Operita’sında bile,halk kızı Maria ile Meryem Ananı’nki iç içe.
21.Yüzyıl’a girmişiz,bunca buluş,bunca uygulayım,övünülen bunca gelişme- ama kime bütün bunlar? ayrımsız insanların hepsine mi?yoksa öbürlerini ayaktopuyla,televoleyle uyutan bir avuç çılgına mı?- hâlâ Meryem’in İsâ’ya Tanrı’dan, hem de kulağından gebe kaldığını söylüyor kantatlar,oratoryalar,mesler!
Bu masala,o yapıtları seslendirirken,dinlerken göründüğünüz kadar inanıyorsanız,insan hakkı,özgürlük,halk yönetimi,eşitlik gibi yalanları neden hâlâ sıralıyorsunuz?
Küçükken,Atatürk’çü öğretmenlerimden,okuduğum,öğrendiğim bütün değerlerin insanlığın ortak malı olduğunu dinleyip yürekten inanmıştım:oysa şimdi görüyorum ki,kimi bilgilerini ödünç aldığım varsıl ülkeler,yüzlerce,binlerce yıldır hepimize yalan söylemiş,söylemekteler.
“Olur mu,böyle olur mu,
Bu dünya size kalır mı?

Cumhuriyet, 19.6.2002

5 Haziran 2002 Çarşamba

MUZAFFER AKYOL

Leyla-Nevzat Metin’in Bilim-Sanat Galerisi,Dolmabahçe Ekin Merkezi’nde “Dünden Bugüne Muzaffer Akyol Resim Şöleni”düzenledi.
Bu yapıdaki sergilerden herhangi birini gezdiniz mi bilmem?uçsuz bucaksız gibi duran alan,taş duvarlar,aralardaki sütunlar sergilenen yapıtlara doğal bir derinlik katar.
En son,Erol Akyavaş’ı tatmıştım bu uzamda.
Bu kez,her yanına Muzaffer bezedi.
Leyla ile Nevzat’ın bastıkları güzelim kitapta,babasının Muzo’ya bir sorusu var:”uşağum,kaç resim yapacaksın da bu iş bitecek?”
Babasının ne iş yaptığını kitaptan öğrenemedim,ama tuttuğu işte ürettiği ya da ortaya koyduğu neyse,ömür boyu,kaç milyar kez yineledi acaba?
Burada insanın usuna hemen Nâzım’ın ünlü Bach şiiri geliyor: salkımlarda tanelerin tekrarı...
Zigana Dağı’nın eteklerinde doğan bu Karadeniz uşağı,kendi deyişiyle,evrendeki “gizilgüç”ün bağışladığı yetenek ve tutkuyla,daha küçük yaşta Güzellik Tanrıçası’nın yamağı olmuş.
Muzo’nun “gizilgüç” dediğine,yüzyıllar öncesinin gönül gözüyle bakma ustası atası Demokritos “rastlantı ve gereklilik” demişti;çağımızın bilimadamları,bizi doğaötesine savurur kaygısıyla, rastlantı’nın yerine olasılık’ı geçirdiler:evren ve içindeki her şey,sonsuz bir olasılık Okyanusu’nda yüzüyor.
Muzaffer,yaşamındaki olasılık-gereklilik akışını,Anadolu çocuklarının çoğuna düşmeyen bir talihle,şimdiye dek,kendisini hep sağlam bir limana ulaştıracak biçimde kullanmış doğrusu.
Küçük bir terslikle az kalsın atılacağı orta öğretime dönebilmiş;sonra, resim yorumcusu olabilmesine en uygun işe,öğretmenliğe girerken de yıldızı parlakmış.
Hele,bir kerecik tanınan bir olanakla,Güzel Sanatlar Akademisi’ne girebilmesi,tam anlamıyla Büyük Piyango!
Ancak,sayısız insana çıkar büyük piyango;sorun, nasıl kullanacağında:Muzaffer onu dört dörtlük kullanmış.
Bedri Rahmi gibi bir söz ve renk ustasına düşmesi de bu ikramiyenin bir parçası;kıvrak Karadeniz anlağı,orada da işine yaramış;kendi deyişiyle değişik çiçeklerden bal özü almak üzere,okulu bitirene dek,değişik ustaların işliklerinde sürdürmüş oluşumunu.
Gizilgücü yardım ediyor ya,bence, en önemli dönemeçlerden biri,Beyza Gönensay-Kemâl Tanındı çiftiyle tanışması olmuş:gönlüne göre bir galeriye,şimdi artık soyu tükenen,gerçekten sanatsever iki insana kavuşmuş.
Kusursuz basılmış kitabına beş saygıdeğer insan katkıda bulunmuş.
Kitabın 350. sayfasında,Mustafa Kemâl’in Kurtuluş Savaşı kahramanlarına vereceği ödülü almaya dedesinin yerine babasıyla İstanbul’a gidişlerini anlatıyor;Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemâl’in elinden ödülü alışlarını,Hâlide Edip’le aynı masada oturuşlarının öyküsünü okursanız, resimlerindeki gibi,düşle gerçeği iç içe geçirişinin gizini yakalarsınız sanırım.
Bugüne dek okuduğum e güzel,en eksiksiz şiiri tanımı Mallarmé’ninkidir: şiir,zar atmaktır.”
Demek ki,ister sözle,ister sesle,ister renkle,ister bedensel devinimle,ister sözsüzoyunla yazılsın, şiirde boş yok;bir-bir de bir sonuç,altı-altı da.
Muzaffer’in renkle ya da sözle şiiri arayışı da buna ayak uydurmuş,uyduruyor elbet.
Esrikliği’nin içten olduğuna kuşku yok.
Daha yaşı genç;ama yeryüzünü dolduran milyarlarca insan arasında ayrıcalıklı,talihli kişilerden biri olduğu açık:düşlerine yakın bir ömür sürebilmiş.
Bu sergiyle bu kitap kuşkusuz hakettiği ödüller.
Ona ve sanatseverlere bu Şölen’i tattıran Leyla-Nevzat Metin çiftine teşekkürler.

Cumhuriyet, 5.6.2002