24 Aralık 2008 Çarşamba

GÜLTEKİN ÇİZGEN

Gültekin’i tam olarak ne zaman, hangi koşullarda tanıdığımı anımsayamıyorum şimdi; ama Nişantaşı’nda küçük bir ev, tanıdık yüzler geliyor gözümün önüne; ve cıvıl cıvıl konuşkan, şakacı, aslında çok iyi bilmese de araya durmadan Osmanlıca sözcükler ve deyimler katan bir delikanlı. Fotoğrafın ülkemizde henüz emeklediği yıllar.
Sonra, böyle yüz yüze can cana görüşmesi olmayan, ancak zaman zaman kimi film gösterimlerinde, sergilerde karşılaşmalar; ayak üstü sarılışmalar, küçük şakalaşmalar. Benim gibi zaman içinde saçları azalsa da, yaşama sevinci, iyimser ışığı hiç tükenmeyen Gültekin.
Alanım sözlü anlatım olsa da, görüntüye vurgun olduğumdan, bütün fotoğraf etkinliklerinde, sergilerinde, derlemelerinde karşıma çıkan sevinç, sevgi dolu Çizgen adı.
Ve bir de baktık ki, 50 yıl tamamlanmış.
Ulusal Kanal’daki tatlı söyleşide vurguladığı gibi, fotoğrafı en kolay, en kaçınılmaz yol gibi gözüken gazete haberciliğinde kullanmaya yanaşmadan, “tam zamanlı sanat fotoğrafçısı” olmayı seçiş; üstelik, alıcısını, izleyicisini de kendi çabalarıyla, emekleriyle yaratmaya çalışma. Bunun için elbette ilkin kendisini oluşturma, yoğurma, okuma, izleme, sergiden sergiye, müzeden müzeye. Ülkeden ülkeye, kitaptan kitaba koşma; ama bunları görev gibi değil, gerçek yaşama sevinciyle yapış.
Hani benim “yaşama sanatı” diye özetlediğim bileşim.
Bu sanatın çıraklığını bilinçli seçme; ardından ustası olma.
Bu meraklı, yorulmak bilmez, coşkulu yaşama sanatı çırak-ustası, 5 anakaranın, 72 ülkesini gezmiş; oralardan izlenimlerini “Afrika Günlüğü” ve “Dünyadan Sevgilerle.25 Ülke 25 Yorum” adlı kitaplarda toplamış.
Kendi tasarlayıp hazırladığı, yönettiği çok araçlı ses-görüntü gösterilerini 24 ülkeye armağan etmiş.
1967’de ilk fotoğraf albümü yayınlanmış: “Fotoğraflar”. Hemen ertesi yıl, çok güzel bir adlandırmayla fotoğrafça dediği dili insan kardeşlerine öğretmek, sevdirmek üzere “Fotoğraf Yazıları”.
1994’te yayınlanan “Fotoğraf ve Yaşam Yokuşunda ilk 50” de aralarında, 16 eğitim amaçlı çalışma, 13 albüm, resmi ve camı konu alan 12 katalog ve albüm, toplam 41 basılmış yayın.
50. yılını kutlamak üzere, Say yayınları, Taksim’de, Metro girişinde sergilenen fotoğraflarından seçmeleri çift başlı bir kitapta toplamış: Yaşamın İçindeyiz/İyi Günler İstanbul.
Daha önce adı bile her şeyi anlatan “Sanat Köprüsü Sırat Köprüsü” nü basmış olan Arkeoloji ve Sanat yayınları, “Gültekin Çizgen.50. Sanat Yılı Armağanı” adlı bir İncelemeler-Bakışlar- Anılar güldestesi basmış; yazar çizer fotoğrafçı sinemacı aklınıza ne gelirse, onu seven, sanat ve yaşam serüveninin değerini bilen bir kucak insan izlenimlerini dile getirmiş.
Kendisiyse, 50 yıllık sevdasından derlenmiş gülleri “LEKE” adıyla armağan etmiş gönüldeşlerine; albümün ilk basımı 1998.
Bakın ne diyor “Benim Lekelerim” bölümünde:
“Doğrudan fotoğrafın görevi, bir şey anlatmak, bir biçim içinde anlatmak, tekniğe yaslanmak ve son hesaplaşmada hakiki-sahi(ci) olmaktır. Anlatım bir hikâyedir, fıkradır. Biçim ise bir dildir ve biz anlatım biçim dilinden, ‘fotoğrafça’dan çözmleriz. Fotoğrafı, dünyayı yaşamıyla, doğasıyla yeniden yorumlayacak ve anlamlandıracak yepyeni bir biçim dünyası olarak görüyorum.
‘Leke’ bir biçim öğesidir. Fotoğraf üzerine bitmeyen tartışma ‘Öz’ ve ‘Biçim’ olgusudur. Bunlar birbirinden asla kopmayan yapışık ikizlerdir.Elli yıllık fotoğraf serüvenimde, anlatımcı yaklaşımın yanında, biçime de çok önem verdim. Biçimin yapısının fotoğrafı zenginleştirdiğine inandım.”
Doğrusu, ömrünün ve kişiliğinin ayrılmaz parçası kıldığı fotoğrafla, fotoğrafça yaşadı sevgili Gülkekin Çizgen; ne mutlu ona da, bize de!

Cumhuriyet, 24 Aralık 2008.

10 Aralık 2008 Çarşamba

“BÖL VE YUT”

Sevgili Bânû Avar’ın, geçen Mayıs’ta, kâğıt üzerinde sözleşmesi sürerken, izlencesinin son bölümünü kurgularken küt diye işten atılışını anımsıyorsunuzdur sanırım. Aslında bu, Türkiye’de bağımsızlığı, onurlu duruşu savunan her kişi ve kuruma yöneltilen toptan saldırısının bir parçasıydı; daha Ergenekon denen o inanılmaz hukuk ve insanlık ayıbı başladığı gün, küresel harakiri’ye baş koymuş sersemlerin yurdumuzdaki bütün karşıçıkanları susturmaya kararlı oldukları belliydi. Bânû Avar da onlar arasındaydı, çünkü en çok izlenen belgesellerden birini hazırlıyordu; öyle demokrasi, çok seslilik gibi cicili sözlere bakmayın elbet.
Avar, TRT’deki son dizisinin “13 Ülkede Batı Projeleri” başlığını taşıyan bölümünde kullandığı metinleri, Remzi Kitabevi’nin bastığı Böl ve Yut’ta toplamış. Kitabın üst başlığı da çok tanıdık: “Batı’nın politikaları bugün de aynı”. Bakın ne diyor kitabın önsözünde:
“2007’nin birinci döneminde gittiğim 13 ülkenin hâl-i pürmelâli bu kitapta derledim.
İngilizlerin ‘böl ve hükmet’ olarak özetlediği sömürge kuralını kitaba ad olarak seçmiştim. Ama bir ağabeyimin önerisiyle ‘Böl ve Yut’ olarak değiştirdim. Sınırlar Arasında programanın son yolculuk notlarını kapsayan bu kitapta, Ortadoğu’da İngiliz eliyle yaratılan İsrail devletini; Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Afrika ve Uzak Asya’da kopyalama çalışmalarından örnekler sunulmaktadır. Batı emperyalizminin dünyanın çeşitli coğrafyalarında yer alan birçok ülkede ‘Böl ve Yut’ şablonunu nasıl uyguladığını anlatmaya çalıştım. Bu şalon ilk kez Ortadoğu’da İsrail devleti yaratılarak uygulandı.
Kitapta, bu 13 ülkede, benzer metotlar uygulanarak hakların nasıl birbirine kırdırıldığını, komşu devletlerin arasına nasıl kamalar sokulduğunu ve ‘amaca ulaşmak için’ değişmez bir yöntemin, ‘işbirlikçiler’ vasıtasıyla nasıl sahnelendiğini okuyacaksınız.
Emyeryalizmin baskısına başkaldıranları, boyun eğenlerle kıyaslayacaksınız. Gözyaşı ve kana bulanmış ülkelerde iç ve dış ‘bedhahların’ marifetlerinden örnekler bulacaksınız… Ve her ülkede sahneye konulan oyunların şifresinin yüzyıllardır ne kadar benzer olduğuna bir kez daha şaşacaksınız…
Batı’nın ‘Böl ve Yut’ oyunu aslında zayıf temeller üzerinde duruyor. Halkın örgütlü birliği Batı’nın oyununu bozuyor.
O yüzden bunca cefa, işkence, yalan ve kan!
Ama her şeye rağmen tarih, sahnelenen oyunun uzun vadede işe yaramadığını birçok örnekle anlatıyor… Durum, direnen halkların yeni destansı örneklerine şahit olacağımızı müjdeliyor…”
Kapağına sevgili Bânû Avar’ın ışıl ışıl bakışlarını yansıtan bir resminin konduğu kitap, bütün gerçekçi, belgeli yapıtlar gibi, çok karanlık, karamsar sayfalar, bölümler içerse de, coşkulu devrimcilere özgü evrenin yapısında varolan etkiye tepki kuralını eksiksiz bilen bir insanın somut umutlarını da taşıyor, yansıtıyor her zamanki gibi
Gerçi, bu yıl ön sarsıntılarını yaşadığımız anamalcı çöküş, elindeki kandırma araçlarıyla, günde 24 saat, bütün boyalı kanal ve gazetelerle çekilenlerin, çekileceklerin doğru olmadığını yaymayı sürdürse; batışını gizlemek üzere eskiyen Solgun Yüz’ün yerine, kandırıcı Çukulatı’yı geçirse de, asıl hastalık yerli yerinde duruyor: insanların gerçek gereksinmelerini karşılayacak doğal ürünler üretmeden; onların yalan dolanla değil gerçek somut bilgilerle donatılmalarını; herkesin koşulsuz eşit parasız sağlık güvencesine kavuşturulmasını sağlamadan; başka bir deyişle, anamalcı düzensizlik ve kıyımın yerine küresel dayanışma, yardımlaşma, sevgiyi paylaşma düzenini geçirmeye; bunun içinde en azından son bir iki yüzyıldan beri yaptığımız gibi sorumsuz bir savurganlık içinde çılgınca yaşamak yerine, kemer sıkmaya, sorumlu ve ölçülü davranmaya bütün dünyaca yemin etmeden en küçük bir düzelme umudu yok, olamaz da!
İnsanlığın yarın nasıl yaşaması gerektiğine, 2009’da onurlu Devrim’inin 50. Yılı’nı kutlayacak Küba ya da birer ikişer onun inançlı yoluna giren Güney Amerika ülkeleri canlı örnektir. İş işten geçmeden kavrayabilirsek…


Cumhuriyet, 10 Aralık 2008.

5 Kasım 2008 Çarşamba

“NÂZIM’IN KÜBA YOLCULUĞU”

Çağrı Kınıkoğlu ile NHKM’deki arkadaşlarının “Havana Röportajı”ndan bu köşede söz etmiştim size; Çağrı, daha sonra, Kübalı sinemacılarla birlikte bu filmi genişletmeye girişmiş, çalışmanın son biçimini geçen Mayıs’ta, Ortaköy’deki Feriye sinemasında göstermişti; ama iletişim kopukluğundan gidip görememiştim.
Biliyorsunuz, 2009 yılı 1 Ocak’ında Küba, inanılmaz devriminin 50. yılını kutlayacak; José Marti Küba Dostluk Derneği, NHKM ile el ele, 22-26 Ekim arasında bir dostluk haftası düzenledi, ve elbet bunun Devrimin 50. Yıl kutlamalarına ayırdı.
22 Ekim’de hafta, NHKM’de açılan fotoğraf sergisiyle başladı; saat 18’deyse, Nâzım’ın Küba Yolculuğu gösterildi.
Belgeselin yeni biçimi, çok yerinde bir seçimle, Havana sokaklarında, omuzunda beyaz güvercinler, çatlak sesiyle, bu devrimin kendisinden öncekilere benzemeyeceğini haykıran, buna söz veren Fidel Castro ile başlıyor; ardından, dünya halklarının sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtulmalarına öncülük eden Kurtuluş Savaşı’mızdan, Mustafa Kemâl’den görüntüler.
Fidel’le arkadaşları ve dünya tarihinin yüz akı halkı, verdikleri sözü eksiksiz tuttular; 48 yıllık, insanlık tarihinin en korkunç, en amansız kuşatma-boğma uygulamasına karşın; dünyada toplumcu denemenin öncüsü SSCB’nin günün birinde gümbür gümbür çöküp onları dışsatımlarıınn %80’inden yoksun bırakmasına karşın; haftaya Küba’dan konuk olarak gelen gazeteci-televizyoncu Reinaldo Taladrid Herrero’nun anımsattığı gibi, bütün temel gereksinmelerden yoksun kalarak, günde 18 saat elektrik bulamadan, ancak bir kap yemek yiyerek yaşamalarına karşın, bütün insanlığa umut olacak biçimde 50 yıldır bir sevgi, yardımlaşma, barış simgesi olarak ayaktalar.
Sözcükler dergisinin geçen sayısını okuyabilmiş miydiniz bilmem? Orada Nihal Akbulut’un çevirisiyle, Nâzım’ın Küba gezisi sırasında bir küme ozanla yaptığı söyleşinin metni vardı; Çağrı’nın Kübalı arkadaşları, yine çok yerinde bir kararla, filme o görüşmenin yaşayan yazarlarını katmışlar; ayrıca bir sahnede, biri kara bir ak, iki yazar hanım konuşuyor; beyaz hanım, derisi ak olsa da, cins ayrımından ancak Devrim’le
kurtulduklarını; kara derili bacımızsa, cins ayrımına ek olarak ırk ayrımından da onları bu yeni düzenin kurtardığını anımsattılar.
Zaten şiirin bir yerinde şöyle diyor Büyük Usta: “Meğerse ne de çok ve hemencecik söylenecek sözleri varmış sosyalist devrim mimarlarının işçilere, köylülere, aydınlara!”
Evet, daha önceki iki büyük toplumculuk denemesinden sonra, polis ya da asker baskısına, toplama kamplarına, sürgünlere gerek kalmadan, sevgi, bilgi ve emeğe dayalı bir düzenin nasıl kurulup yaşatılabileceğini anlattı Küba’nın güzelim insanları hepimize.
Nitekim, filmin ardından yapılan, Küba’dan Ernesto Gomez Abascal, Teresita Trujillo Hernandez, Reinaldo Taladrid Herrero’nun, bizden TKP’si Genel Yazmanı Kemâl Okuyan’ın katıldıkları söyleşide, Venezüela Başkonsolusu José Bracho, hem ülkesi hem insanlık adına, son derece soylu, ölçülü, içten sözlerle Küba halkına ve Devrimi’ne olan borcumuzu dile getirdi,
Filmdeki en doğru, en çarpıcı sözlerden birini, KP Okulu yöneticisi bilge Raul Valdes Vivo etti: “Biliyorsunuz, Che Guevera Vietnam’a ve savaşına hayrandı; bir değil, iki,üç, daha çok Vietnam gerek dünyaya, derdi; şimdi bayrak Küba’nın elinde; bir, iki, üç,daha fazla (yeryüzündeki ulus sayısı kadar.B.O) Küba gerekli dünyamıza.”
Benim kesin inancım da bu; yaşamakta olduğumuz, üstelik daha başında bulunduğumuz küresel bunalım, aslında bir para bunalımı değil, tam anlamıyla bir dizge bunalımı: gerçek uygarlıkla barbarlık arasında kesin seçim yapma zamanı şimdi.
İnsan ömrü gibi güzelim mavi küremizin bütün olanakları sınırlı; eskisi gibi har vurup harman savurarak yaşayamayız ; Küba halkının kanıtladığı üzere, tutumlu, sorumlu, gözetici, paylaşıcı yaşama hemen bugün geçmeye razı olmamız gerekiyor.
Yoksa, ardımızdan öykümüzü yazacak varlık kalmayacak yeryüzünde!
Çağrı Kınıkoğlu’na da, Kübalı sinemacılara da, yürekten alkış! Umarım bir sinema bulup filmini gösterir de bu umut kaynağına koşarsınız.



Cumhuriyet, 5 Kasım 2008

22 Ekim 2008 Çarşamba

DAĞLARCA

Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, 1955-60 arasında Fransız Dili ve Yazın bölümünde okurken gördüm ilk kez; Fen-Edebiyat Fakültesi’nin sağındaki yolda kitapevi vardı. İrfan Yalçın’la derslerden çıkışta uğrardık; kısa boylu, ciddi yüzlü bir insan otururdu bir köşede. Geleni gideni elbette çoktu. Biz daha öğrenci yazınseverler olduğumuz için, yanına gitmeyi göze alamamadık.
1964’ten sonra, sevgili Memet Fuat’ın De Yayınevi’ne gelip gitmeye, çeviriler yapmaya başlayınca, Büyük Usta’nın şiirlerini daha düzenli görüp okur oldum, hem Yeni Dergi’de, hem yıllık seçkilerde.
Yakından tanıyanlar, şiirini derinlemesine sevenler biliyor, ömür boyu bir tutarlılık, soyluluk anıtı olarak kaldı; göze çarpmak, ilgi çekmek, adından söz ettirmek için sözün gerçek anlamında değil parmağını, kılını bile oynatmadı, kimsenin oynatmasına da izin vermedi. Şimdi artık en sıradan, en rezil hokkabazlara bile yakıştırılan sanatçı nitelemesinin canlı, anıtsal örneğiydi. Ne mutlu ona da, canı kadar sevdiği Türk ulusuna da.
Kitaplığımızın raflarında Cem Yayınevi’nin bastığı toplu yapıtlarının 11 cildi var; bu, o inanılmaz üretken insanın kesintisiz akan şiir ırmağının o yıla kadarki dökümüdür elbet; ondan sonra sürekli üretti, yarattı. Şimdi gelin bu doyulmaz şiir pınarından birkaç tas içelim birlikte:
GECELEKLER
Görürdüm uçtuğunu / Geceleklerin/ Gagaları kıpkızıl
Biri ikisine değercesine / Yaşıyordum / Yüzbinini
Yatak odaları sımsıcak / Yıldız doğurduğu yuvalardır / Geceleklerin
Gecelekler / Tanrının son yaratığı / Tanrıdan sonra oluşan
Yaşı yoktur / Gözleri yıllanır hep / Geceleklerin
Soluğu yoktur / Yüreği dolar boşalır karanlıkla mavilikle / Geceleklerin
Peki kim gecelek / En yalnızı / Sevenlerin daha.
Bu şiiri, daktiloyla saman kâğıda yazmış, 1.8.1975’te bana imzalamış; şiir seçmek için kitabını açınca sekize katlanmış olarak içinde buldum; hangi koşullarda aldım bu eşsiz armağanı, çoktan unuttum; olsun, şu anda yeniden kavuştum ya.
GANALI’CIK
Ganalı’cık / Yağmurla giderdi okula / yağmurla gelirdi
Ganalık’cık / Yağmurla yarış ederdi / Giderken gelirken
Ganalı’cık / Yağmura türkü söylerdi uzun yolda
Dinlerdi yağmurun türküsünü
Birgün yağmadı yağmur / Gitmedi okula / Sordu annesi: Neden?
Ganalı’cık / Dedi, okul öyle uzak ki / Nasıl gideyim ben arkadaşsız?
KALKINAMAMAK
Kırk bin köy, yıllar yılı, yönelmiş Ankara’ya
İnanır inanamaz.
Allar içre gün ama, gökler yasından,
Allanır allanamaz.
Yaşar o, yaşamaz o, açlığa yoksulluğa,
Dayanır dayanamaz.
Gölgesi kavakların Kızılırmak’ta yavaş,
Yıkanır yıkanamaz.
Bir eldir Anadolu’m, batıya ta batıya,
Uzanır uzanamaz.
Dağ gelir gecesinden, kırk bin köy üzre akdağ,
Uyanır uyanamaz.
Sözün gerçek anlamında ardında bize dağlar kadar şiir bırakan bu soylu varlığa kimse Nobel Ödülü vermedi, başkentlerde ağırlamadı, yanında gözüküp saygınlığından pay kapmadı; olsun. Siz alın o güzelim kitaplarını, gittikçe batağa gömülen dünyamıza inat, içinizi yıkayın, şiirinin billûruyla özdeş kılın kendinizi.
bertanonaran@hotmail.com

Cumhuriyet, 22 Ekim 2008.

8 Ekim 2008 Çarşamba

“ELİPEPSİ VE DEHA”

Bu, sevgili Yılmaz Dikbaş’ın son kitabı; yine AsyaŞafak yayınevi bastı. Kitabı ona, öğretim üyesinden çok meddahı andıran birinin Epilepsi ve Orgazm adlı safsatası yazdırdı.
Gerçi örgensel boşalma (orgazm) ile sara arasında hiç değilse bedensel çırpınma benzerliği var, ama birincisinde insan hazların en büyüğünü duyup sınırsız bir erince ulaşıyor, ikincisiyse beyni de, bedeni de korkunç derece yıpratıp yoruyor; ama meddah amcamız kitabını aslında ülkemizde ve dünyada çok sayıda insanın acısını çektiği bu önemli rahatsızlığı aydınlatmak üzere değil, Dikbaş’ın da değindiği gibi, günün birinde arabasında kapalı kalan, camı balyozla kırılıp kurtarılan, gizemli biçimde hastaneye koşturulan bir siyasetçiyi yaralamak, yıpratmak için kaleme almış.
Sevgili Yılmaz Dikbaş, her zamanki sorumlu, titiz yaklaşımıyla konuyu en geniş en bilimsel açıdan eli alıp işlemiş; önce saranın tanımını, tarihçesini, sağaltım yöntemlerini; ardından, bu hastalıkla ilgilenmiş insanları; 3. Bölüm’de, sara ile ilgili olguları; 4. Bölüm’de, dünya yazınındaki sarayı ele almış büyük yazarları; 5. Bölüm’de sara ile cinsellik arasındaki ilişkiyi; 6. Bölüm’deyse saralı ünlüleri irdeliyor.
Dikbaş’ın bu değerli çalışmasında, bütün yapıtlarında olduğu gibi, konu bütün boyutları ve uzantılarıyla ele alınırken, birçok Batılı önyargıya değinilip işin dorusu vurgulanıyor; bunlardan biri, aslında yalnız tıbbı değil, bütün uygarlığı Eski Yunan ve Roma’dan başlatan ön ve sonyargı uyarınca, sarayı ilk kez Hipocrotes’in ele alıp tanımladığı; oysa İ.Ö. 2000 ‘lerde, Hintliler, Ayurveda adını verdikleri bilim ve ekin dalında sarayı tanımlamış, tanısı ve sağaltım konusunda ayrıntılı bilgiler aktarmışlar.Hipocrates’ten 200 yıl önce yaşamış bilge-hekim Atreya, bu rahatsızlıkla ilgili tanı ve sağaltım yöntemlerini dile getirmiş.
Dahası, Areya’dan da en az 1 000 yıl önce, Babilli hekimler sarayı incelemiş, “Babil Tabletleri” diye bilinen belgelere geçirmişler; bunların 40 tanesi Britanya Müzesi’nde sergilendiği halde, Batılı sömürgeci onlara ne bakmış, ne baktırmış, dünyanın talanını kolaylaştıran uygarlığın kökeniyle ilgili masalı yüzyıllardır bilerek sürdürmüş, sürdürüyor.
Aynı alçakça yaklaşım Ön-Türklerin ilk yazıyı,dolayısıyla uygarlığın temelini bulmuş olmalarının gözlerden ve bilinçlerden bilerek saklanmasında karşımıza çıkmıyor mu? Sevgili Kâzım Mirşan ile Halûk Tarcan paha biçilmez çalışmaları olmasa, insanların en sıradışılarından biri olan Mustafa Kemâl Atatürk’ün, henüz bu iki araştırmacının kanıtlarından yoksunken dile getirdiği olguları, bilgileri nasıl akıl edecek, bunlara nasıl inanacaktık?
Yılmaz Dikbaş¸ yukarıda değindiğim titizlik ve sorumluluk duygusuyla, siyasetçinin rahatsızlığı sırasında tutulan hekim tutanaklarını elde etmiş, onları kendi uzman arkadaşlarına göstermiş, Epilepsi ve Orgazm’da öne sürülen dedikoduların doğru olup olmadıklarını da araştırmış.
İnsana, beyne, sinir dizgesine meraklı bir dünya yurttaşı olarak, Dikbaş kadar ayrıntılı değilse bile, bu tatsız rahatsızlık konusunda ben de bazı şeyler okuyup öğrendim; buna göre sara, beynin bir ya da birkaç hücresinin kısa devre yapıp ‘elektrik fırtınası’na yol açmasıyla ortaya çıkıyor; sağaltımında da, görece yalın bir yöntem uygulanıyor: bu fırtınaya yol açan hücre ya da hücrelerin yeri saptanıyor, beyne ince bir elektrotla giriliyor, ucu 50 derecinin üstünde kızdırılıyor, hücre ya da hücreler yakılıyor; fırtına kesiliyor.
Bu, yüzyılımızdaki, hastalıklar aracılığıyla insanları soyup soğana çevirmeye yanaşmayan dürüst insanların yaklaşımı; oysa, bilineceği ya da kestirileceği üzere, saralı insan kardeşlerimize hemen bütün dünyada, içine şeytan ya da cin girmiş gibi bakıldı, bakılıyor; dolayısıyla hiç hak etmedikleri hâlde, aşağılanıyor, küçümseniyor, dışlanıyorlar.
Nitekim, Dikbaş’ın kitabı yayınlandıktan kısa bir süre sonra, bir okuru aramış; bu değerli yapıtın kendisini ne kadar sevindirdiğini, güçlendirdiği söylemiş; o güzelim insan kardeşimiz, az önce değindiğim çarpık yaklaşımdan ötürü, rahatsızlığını eşinden bile saklıyormuş; bereket sara nöbetleri gece geliyormuş.
Sözün kısası, hemen alıp okuyun, okutun Yılmaz Dikbaş’ın bu saygıdeğer yapıtını.


Cumhuriyet, 8 Ekim 2008.

10 Eylül 2008 Çarşamba

MAHMUT MAKAL’IN KİTAPLARI

Tarih öğretmeni Arzu Sarıyer’i bana, Nazilli basmalarını tarihin çöplüğüne gönderten, kendilerini de bizi de “küresel harakiri”ye sürükleyen can gözleri körelmiş Batılı sömürgecilerle yerli suçortakları tanıştırdı; basmalardan söz eden yazımdan sonra önce ileti yazdı, sonra telefonla aradı. Telefon görüşmelerimiz sırasında, yazları sevgili Makalllar ile komşu olduklarını söyledi; yetinmedi, ilk fırsatta beni Mahmut Makal’la görüştürdü. Sevgili Usta da, bu görüşmeden sonra, Literatür yayınevini bastığı altı kitabını göndertti:Bizim Köy, Yeraltında Bir Anadolu, Deli Memedin Türküsü, Memleketin Sahipleri, Hâyal ve Gerçek ve Bozkırdaki Kıvılcım: Enstitülüler.
Büyük boyutlu harflerle, özenli kapaklarla, tertemiz basılmış kitapları bize Genel Yayın Yönetmeni Kenan Kocatürk, Yayın Yönetmeni Işıl Özgüner hazırlamışlar; kapak tasarımı Mithat Çınar’ın.
Sevgili Makal, yazınseverlerin yakından tanıdıkları temiz dili, yalın anlatamıyla Anadolu’yu, köyümüzt köylümüzü, öncelikle de bırakılsaydılar hem yurdumuzu, hem bütün ezilip sömürülenleri, giderek sömürenlerin kendilerini bile kurtaracak Köy Enstitülerini işliyor. Bozkırdaki Kıvılcım.Enstitülüler’den önümüze gelen ilk sayfaya açalım isterseniz: M. Asaf Aktan’dan yola çıkarak kaleme alınmış “Ödülüm Yüzlerdeki Sevinçtir”in Tarımsal İşler bölümünde şunları anlatıyor:
“Bağımız, tarlalarımız ve bahçelerimiz vardı. Enstitü’ye bitişik iki yüz dekar yerimiz bunlar içindi. Önceleri çift sürmekte ve yük taşımada öküzler ve atlar kullanıyordu. Sonraki yıllarda bunların yerlerini traktör ve iki kamyon aldı.
Kümesimizde de iyi cins Leghorm ve Rhode Island kavuklarla hindiler besliyorduk.
Enstitü’den üç kilometre uzakta bir vadide Çomaklı adında bir çiftliğimiz vardı. Buranın çoğu yeri el değememiş topraktı. Önce buraya içinde kalınabilecek bir barınak yapıldı. Orman içinde beş yüz metre su yolu açılarak ve künk döşeyerek çiftliğe içme suyu getirdik. Tarlaları sulamak için cılız da olsa akan dereden yararlanacaktık. Sonraları her yeri sulayabilmek için bir su pompası alındı.(…)
Çiftlikte her türlü tahılı yetiştiriyorduk. Bunları hasat edince okulun ambarına koyuyorduk. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Birçok malda kıtlık vardı. Savaş nedeniyle Türkiye’nin çok ülkeyle ticareti kesilmişti. O nedenle birçok yiyeceğimizi kendi ürettiklerimizle destekliyorduk. Örneğin buğday, patates, soğan, karpuz, kavun, üzüm ve çeşitli meyveler bunlardandı. (…)
Enstitü’nün Çakmak bölümünde, Enstitü ile demiryolu arasındaki elli dekarlık yere meyvelik yapılmasına karar verilmiş. Enstitü’nün sınıfları çoğalınca bağcılık ve meyvecilik öğretmeni Reşat Küçükaydın Fransızca öğretmenliğine geçti. Onun bu derslerini Muharrem Tüzüner aldı.
Meyve çukurlarının yerlerinin saptanması yapılacaktı. Öğretmenimiz Muharrem Tüzüner beni, İsmail Nayır’ı, Fikret Can ve Muharrem Dinç’i yanına aldı, marangozhaneye gittik. Orada hazırlanmış kazıkları bir arabaya koyarak meyvelik yapılacak yere taşıdık. Öğretmenimiz madırga (taş kırıcı küçük balyoz) ve urganla geldi. Bizi yanına çağırdı: ‘Çocuklar, fidanların yerlerini saptamak için önce işaretleyeceğiz. Bunun için de bu urgandan yararlanacağız. Yapacağımız meyve dikim yöntemine Kenkons adını veriyoruz’ dedi. Sonra metreyle altı metrelik aralıklarla urganı ölçerek eşkenar bir üçgen meydana getirdi. Köşelerine birer kazık bağladı. Her bir köşesinden birimiz tutarak urgan üçgeni gererek tarlaya uygulaya uygulaya ilerliyorduk; köşelere gelen yerlere Muharrem Dinç birer kazık çakıyordu. Böylece bütün tarla kazıklarla işaretlenmişti. Bunlara hangi yönden bakılırsa bakılsın hep bir sırada görülüyordu. Böylece ekilecek fidanların, büyüdükçe her taraftan güneşi ve havayı bol bol alabileceklerini öğretmenimiz orada söylemişti.
O kış, bu işaretlediğimiz yerlere fidanların çukurlarını açtık. Çukurlardan çıkan üst toprakları çukurların doğusuna, alt toprakları da batısına koyduk. Mart gelince fidanlar dikildi. Fidanları dikerken daha önce teneke içinde taze gübrenin su ile karışımından yaptığımız bulamaca batırıp sonra toprağa dikiyorduk. Bundan sonra da üst toprağı alta, alt toprağı üste koyup fidanı sıkıştırıyorduk. Diktiğimiz kazığa 8 şeklinde bir iple bağlıyorduk. Böyle bağlama ile fidanlar, her yönden esen rüzgâra karşı direnç sağlayabilirler. Bunu da öğretmenimizden öğrenmiştik.
Bizler Enstitü’den ayrıldıktan birkaç yıl sonra, bu ağaçların verdiği meyvelerle Enstitü’nün meyve gereksiniminin karşılandığını öğrenmiştik.”
Şimdi başkanı Amerikalı Türk-Amerikan Eğitim Yarkurulu’nun neden ilk iş olarak bu okulları kapatma kararı aldığını daha iyi anlıyorsunuzdur sanırım. Hemen alın Mahmut Makal Usta’nın kitaplarını.

10 Temmuz 2008 Perşembe

“YÜREKLER KÖR”

Cumhuriyet okurları içinde Mustafa Yıldırım’ı tanımayan yoktur sanırım; ünlü Sivil Örümceğin Ağında incelemesini de, 58 Gün, Ulus Dağı’na Düşen Ateş, Azerbaycan’da Proje Demokratiya ve Meczup Yaratmak’ı da yazan oydu; ayrıca çeşitli Anadolu gazetelerine yolladığı yazılarla, televizyondaki konuşmalarıyla hep aynı hedefe yönelikti savaşımı: Anadolu’yu yeniden bağımsız, egemen kılmak.
Bu duyarlı, sorumlu dünya yurttaşı, incelemelerin, romanların, yazıların dindiremediği çığlığını şiirlere de dökmüş, Yürekler Kör adıyla yayımlamış. Gelin oradan aynı adı taşıyan şiiri paylaşalım; şiiri, Felluce’de, Afar’da, Cenin’de paramparça edilen çocuklara adamış:
“Döndürüp başını bakmıyorsa roman / susuyorsa şiir fotoğrafımı gördüğünde / soluğu masalarda kalıyorsa şarkıların / o kitapların her satırı bin yalan
Annem bombanın göçüğünde kaldı / babamı vurdular tarlada koşarken / duyun artık beni, kanıyor bedenim / o sırada siz eğlencedeydiniz
Geleceği kurmuyorsa elleriniz / nasıl çıkacaksınız ahlâksızlıktan / ne bekliyor sizi zalimlerin karanlığında / alçaklar dünyasına borçlu gülmektesiniz
Gün olur sizin de çocuğunuz ağlar / sorar belki kısıp gözlerini / nerede ve hangi keyiflerdeydiniz, der / Samir ezilip kalırken tankların altında / Asu yanarken napalmla cayır cayır
Ne olur bizi de yaz yaz roman / azıcık bizim için de ağla şiir / arada bir bizi söyleyin şarkıcılar / eşkıyadan kurtuluş yok tek başına
Eşkıya gidecek barış doğacak / bzi unutan şiirler ölecek / tüketim romanları yakılacak / ölürken biz kararacak vicdanınız / lekeleneceksiniz sonsuza dek / utanacaksınız… / utanacak
Daha başka ne söylesin ozan? Bir avuç dolar için, ona uzanan kişiye hiçbir zaman kalıcı bir doyum sağlayamayan bu sanal erk için dünyayı kana bulayanlar; insan türünden başlayıp canlı cansız bütün yeryüzü varlıklarının kökünü kazımaya girişenler ne bu çarpıcı dizelerle uyanır, ne başka söze uyarıya kulak asar.
Aslında sorun dönüp dolaşıp, bütün dünya yurttaşlarının temel eğitimden geçirilip kendi başlarına düşünebilen, karara varabilen, vardığı kararları ortak çabayla uygulamaya geçirebilen bireylerin kılınmasına dayanıyor. Gelmiş geçmiş bütün büyük devrimciler bunu amaçladı; yurdumuzda bu temel devrime, binlerce yıllık tarihimizde, bir tek kişi girişti biliyorsunuz: Mustafa Kemâl Atatürk. Ama hem onun, ondan daha çok bizim talihsizliğimiz, tasarladığını tam anlamıyla gerçekleştirmeye ömrü de yetmedi, yaşadığı sürede yanında yöresinde yeterli sayıda gerçek yardımcısı olamadı; en yakın arkadaşları bile, oluşumlarından, eğitimlerinden, dolayısıyla kafa yapılarından ötürü tutucuydular, karşıdevrimciydiler. Bu dediklerimin ayrıntılarını Metin Aydoğan’ın, Çetin Yetkin’in, Yılmaz Dikbaş’ın kitaplarında bütün ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz yeniden.
Buna karşılık, Küba’da Fidel Castro ve yakın çevresi, kişilik yapısı, eğitim, amaç ve yöntem birliği açısından birbirine çok uygunmuş; ayrıca Küba halkı, yüzlerce yıllık köleliğe, sömürgeciliğe karşın, kendisine önerilenleri kavramaya yatkınmış ki, 50 yılda binlerce yıllık ataerkil geleneği de, birkaç yüzyıllık anamalcı karartmayı da aşabildiler.
Şimdi bütün dünyanın önünde son can alıcı dönemeç var: insan denen memeliyi bencilliğin doruğuna çıkaran şu araba adlı oyuncak başta, alıştığı, alıştırıldığı bütün sorumsuz, savurgan tüketim araçlarından bundan sonraki ömrü boyunca vazgeçmeye gönüllü olarak karar verip uygulamak! Yoksa, hep yineliyorum, arkamızdan öykümüzü yazacak canlı kalmayacak yerkürede!
Not: Sevgili Atatürk,ölümüne yakın İsmet Paşa’ya:”Aman dikkat, yakın komşularımızla, Rusya, İran,İrak,Suriye ile ilişkileri satın aksatma; buna karşılık, Amerika ile, Avrupa ile hiçbir ikili anlaşmaya girme, ülkemiz büyük zarara uğrar”demiş; ama 1938’den beri,sivil-aseker bütün yetkililer buna hiç aldırmayıp yurdumuzu, bölgemizi şimdi acıklı duruma düşürdüler. Ne ekleyebilirim ki?



Cumhuriyet, Temmuz 2008

6 Haziran 2008 Cuma

“GÜLYÜZLÜM MERHABA”

Tanıyanlar anımsıyordur, bu güzel sesleniş sevgili Nejat Birdoğan’ındı; ne zaman karşılaşsak ya da telefon etsem, sımsıcak işte bu kucaklama karşılardı beni.
Derken, yoruldu, yıldızlara arasına döndü. Sağolsunlar, başta eşi Şûle Birdoğan, bütün sevenleri, Esat Korkmaz’ın kılavuzluğunda, can dostumuza bir anı kitabı hazırlamışlar:
Güzyüzlüm Merhaba. Kitabı, Alev yayınları basmış.
Ortak dostumuz Ali Balkız, “Alevilerin Galilesi” başlıklı yazısında bakın nasıl anlatıyor o bilge insanı:
“On beş yıl önce Ankara’da, Kardelen diye bir içkievi vardı. Behçet’ten, Atabaş’a, Telli’den Aziz Nesin’e, Çerkez’den Taşpınar’a, Duran Karaca’dan Savaş Yurttaş’a, Nehar Tüblek’ten Semih Balcıoğlu’na, Selda Bağcan’dan Nida Tüfekçi’ye Türkiyeli, kimi zaman Avrupalı yazar, şair, ressam, oyuncu, müzisyenlerin uğrak yeriydi. Hafif sigara dumanı altında şen kahkahalar arasında şiir okur, fıkra anlatır, edebiyat tartışır, akıllarına geldikçe içerlerdi.
11 Aralık 1992 Pazar günü Kardelen ayrıksı bir akşam yaşıyordu. Bir güzel adam gülen gözleriyle şiir okuyordu. Masadakiler can kulağı ile dinliyordu. Büyüdükçe büyüdü masa, genişledikçe genişledi.Herkes susmuştu. Bilmeyenler sordular.’Kim bu derya adam yahu?’ Bilenler yanıtladılar: ‘Âşık Cevri’. ‘Haa…öyle mi? Duymamıştık da.’ ‘Peki, Nejat Birdoğan adını da duymadınız mı?’ ‘Duymaz olur muyuz?... O bu mu?... Bu gece sabah olmaz…’
Gerçekten sabah olmadı. Ne gazel anlatıyordu.Sesi bir inip bir çıkıyor, yüzündeki kaslar bir gerilip bir rahatlıyordu. Gözleri hep gülüyor, elleri hep dokunuyor, coştukça coşuyordu. Masaya yeni eklenenlerle tanışmak için ayağa kalkıyor, ceketini ilikliyor, saygıyla selamlıyor, sevgiyle oturuyordu. Bu nezaketi ne İngiliz ne de Fransız centilmenlerinden almıştı. O Anadolu’da yetişmiş bir çelebiydi.”
Anadolu halkının Şaman geleneklerine bağlı kalmış, onları daha da geliştirmiş güzelim gerçekten uygar insanlarından biriydi Nejat Birdoğan; ben öteden beri düşünürüm, insanlık ataerkil-anamalcı düzensizlikten kurtulup kalıcı olarak uygarlaşmak istiyorsa, ışığı, Alevilerin getirdiği yerden öteye taşımak zorundadır.
Kitabın sonuna, sevgili Bir-Doğan’ın gömütüne işlenmiş bir deyişine almışlar: Tecelli Gününde.
Tecelli gününde, cem meydanında / Dönmem deyip pir eteğin tutan var. / Bin parça görünen Bir’in şanında / Dünya malın değer değmez satan var.
Ferhat dağı deldi Şirin elinden / Gerçeğe varılır pirin elinden / Gülistan içinde harın elinden / Değirmen kurup da dert öğüten var.
Kün emrini verip üryan eyleyen / Dönüp kendi kendin seyran eyleyen / Cemale cemali hayran eyleyen / Ak devede kendini yük tutan var.
Sadık olan bulur dost harabını/ Yeter ki doldursun gönül kabını / Vuslat mezesiyle şarabını / Hü çekip de yudum yudum yutan var.
Gökyüzünde bulut mudur, kuş mudur? / Bakın, dostun hatırcığı hoş mudur? /Sorar isen gönül evi boş mudur? /Cevri derler bir köşede yatan var.
Biliyorsunuz, Eflâtun’dan bu yana, yalnız düşünlerin ölümsüz olduğuna inanır insanlar; bugün de, insan kardeşlerinin iyiliğini, mutluluğunu, esenliğini isteyenler arasından bir Kübalı, Fidel Castro, belki uzayda dolaşan bilgelikten pay aldığı için, dünyamızı kasıp kavuran soygunculara, talancılara, yıkıcılara karşı, “ellerindeki silahlar ne denli gelişmiş, hünerli olursa olsun, düşünlerin onlardan çok daha önemli ve etkili olduğu konusundaki köklü inancımız sarsılmadan sürüyor” diyebilmektedir.
O yüzden, bütün inancımla, sevgimle Halk Âşığı Cevri’ye Ruhi Su sesiyle, Gülyüzlüm, Merhaba!



Cumhuriyet, Haziran 2008

28 Mayıs 2008 Çarşamba

“SARI SICAK BİR PENCERE”

“kayınların arasında/ sarı sıcak bir pencere” demişti büyük ozan Nâzım Hikmet; 46 yıllık amansız Amerikan ambargosundan sonra bu dizeleri şöyle düzeltmek gerekiyor Küba’yı anarken: “mayınların arasında/ sarı sıcak bir pencere”.
O sarı sıcak pencere”ye bakmaya iki sevdalı Türk gitmiş bizim gibi: gazeteci Cüneyt Göksu ile fotoğrafçı Serpil Yıldız; 2003 Eylül’ü ile 2005 Nisan-Mayıs’ında birer ay kalmışlar. Ve Küba halkını, yaşamını yakından tanıyabilmek için, bizim gibi otellerde değil, özel casa’larda (evlerde) kalmışlar; genellikle kamu araçlarıyla, birçok yeri dolaşmışlar. Bu yüzden tanıklıkları daha dolaysız, daha sıcak.
Yine Nâzım Usta, Havana Röportajı adlı şiirinin biri yerinde: “Meğerse ne çok ve hemencecik söylenecek sözleri varmış/ genç sosyalist devrim mimarlarının/ işçilere, köylülere, aydınlara…” der; bizim gibi, Cüneyt Göksu ile Serpil Yıldız da o genç devrim mimarlarının 1492’den beri amansızca acımasızca sömürülmüş ezilmiş horlanmış bu güzelim halkın toplumsal yapısının tepeden tırnağa nasıl değiştirildiğini; başlangıçta ABD ile karşılıklı saygıya dayalı hakça ilişkiler kurmak isteyen, bunun için o ülkeye giden Fidel Castro’nun, özellikle halkının esenliği için kaçınılmaz saydığı toprakların köylülere dağıtılmasından sonra (üstelik bu dağıtılan topraklar arasında küçük de olsa bir toprak ağası sayılabilecek babasının da toprakları vardır) kaçınılmaz zorunluluktan ötürü adım adım Sovyetler’e yaklaşmasını; hele ünlü Sovyet füzeleri bunalımının ardından aradaki işbirliği ve yardımlaşmanın artışını; buradan alınan güçle ülkede okumaz yazmaz insan bırakılmayışını; bütün yurttaşların sağlık güvencesine kavuşturulmasını; devlet başkanından sokakları temizleyen adsız sansız insana dek herkese aynı saygı ve özenin gösterilişini; Küba’nın Ankara Büyükelçisi sayın Ernesto Gomez Abascal’ın da bir söyleşide üstüne basa basa vurguladığı gibi, askerler de içinde hiç kimseye en küçük bir ayrıcalık tanınmazken, ana karnından başlayarak bütün çocuklara nasıl inanılmaz bir ayrıcalık tanıdıklarını gözleriyle görüp saptamışlar.
Bütün dünyanın başlıca sorunu olan doğumdan hemen sonra ya da küçük yaşta çocuk ölümlerinin Küba’da hemen hemen sıfırlanışını; ortalama ömrün ABD’yle yarışırcasına 76’nın üzerine çıkışını; işsizlik diye bir kavramın bulunmayışını sevinçle, övgüyle yineliyorlar kitaplarında; ve hele 89’da Berlin Duvarı’nın, 91’de de SSCB’nin yıkılmasından sonra dışsatımın %85’ini bir gecede yitiren Fidel’in, BM’de, hani şu uygar (?) geçinen bütün ulusların temsilcilerinin karşısında, tam 4 saat konuşarak “bugün ABD’nin Küba’ya ve halkına uyguladığı, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek bütün Kübalıları toptan yok etmeyi amaçlayan bu ambargo aslında tam bir SESSİZ ATOM BOMBASI’dır dediği zor dönemde topraklarını Devrim’den önceki yıllardaki gibi karasabanla sürmek zorunda kalışlarını; yakıt ve taşıt yokluğundan kamyonlara ya da derme çatma otobüslere sözün gerçek anlamında balık istifi gibi doluşup bir yerden öbürüne gidişlerini görmemiş olsalar bile, evlerinde yaşadıkları Kübalılardan dinlemişlerdir sanırım.
Onlar ilk gezilerini ancak 2003’ün Eylül’ünde yapabilmişler; oysa o yıl, 91’de başlayan insanlık-akıldışı direnmenin meyvesini verdiği; dolayısıyla Fidel’in ünlü Devrim Alanı’nda, 1 Mayıs kutlamaları sarısında, her zamanki gibi gözünün önünde toplanmış bir iki milyonluk kabalığa övünçle, sevinçle şunu haykırdı yıldı: “Düşüncelerin, dünyanın en gelişmiş, en karmaşık silahlarından çok daha etkili olduğu konusundaki köklü inancımız sarsılmadan sürmektedir. Öyleyse, Kesin Utkuya Dek Hep İleri!”
Bu dediği o kadar doğru ki, şu anda, 81 yaşında, yüzlerce öldürme girişiminden kurtulmuş, ama halkının, giderek dünya halklarının esenliği sağlığı mutluluğu uğrunda geçirdiği uygusuz gecelerin, sayısız gerilimin kaçınılmaz sonucu hastalığının yarattığı bedensel emeklilik döneminde düşünsel etkinliği bir an kesilmedi; tahıldan araba yakıtı yapmaktan bütün dünyayı bekleyen açlık, savaş, kıyım tehlikelerine değinen uyarıcı yazıları birbiri ardından boygösteriyor ABD’ye ve bütün öbür karartıcı anamalcı haber kaynaklarına inat kurdukları Latin Amerika Basın sitesinde.
Yaşama umudunuzu tazelemek, düşüncelerin her şeye karşın bütün silahları yeneceğine duyduğunuz inancı pekiştirmek istiyorsanız, hemen alın Beyaz Vizyon yayınlarının bastığı Sarı Sıcak Bir Pencere’yi!

Cumhuriyet, 28 Mayıs 2008

14 Mayıs 2008 Çarşamba

“KÜÇÜK ARI KOVANI”

Kübalı küçük arıları bize, José Marti Küba Dostluk Derneği’de, Ulvi İçil tanıtmıştı; Esra Karaköse ile birlikte hazırlayıp çevirdikleri Küba Çocuk Tiyatrosu Kumpanyası, La Colmenita adlı kitabını armağan ederek. Katıbı Yazılım Yayınevi basmış,
Kitabı karıştırınca gördüm ki, daha başka birçok şey gibi, Kübalı çocukları binlerce yıllık ataerkil, birkaç yüzyıllık anamalcı öğütümden kurtarmak üzere tiyatro sanatından yararlanmayı düşünen, bunun için ilk oyunları yazan Küba’nın büyük önderi, ozanı, düşünürü, savaşçı José Marti imiş.
Sonra Sevil, Nilgün, ben, soylu, onurlu Küba halkının 6.5 milyarlık anamalcı, yarı-anamalcı dünya karşısında 50 yıldır toplumcu, dayanışmacı, eşitlikçi toplumsal düzeni yaşatmaya, ayakta tutmaya çalışma denemesini üçüncü kez tatmak, içimize sindirmek üzere Havana’ya uçtuk 21-29 Nisan tarihleri arasında. Gerek kılavuzumuz Suzet Baycu’nun, gerek Küba’da önümüze düşen Aristides Perez Perez’in açıklamaları eşliğinde, bu kez gezmediğimiz yerleri gezdik, bilmediğimiz ayrıntıları öğrendik.
Aristides’in söyledikleri arasında şu çok önemliydi:durmadan bize anamalcı dünyanın saldırısı karşısında çökecek, dağılacak, toplumcu düzenden vazgeçecek misiniz diye soruluyor; oysa 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, bir gecede, dış satımın %85’ini yitirmiş; yaşayabilmek için ister istemez anamalcı para babalarına seslenmek zorunda kalmıştık; ancak, onlardan parasal yatırım yardımı alırken, düzenimizden, ülkümüzden, aktöremizden en küçük bir ödün vermedik; bundan sonra da vermeyeceğiz. Örneğin ben Devrim’den sonra doğdu, kuruluş yıllarını görmedim elbet; ama Devrim’i ve öyküsünü okulumda öğrendim, bütün varlığımla benimsedim, şimdi ben de kendi çocuklarıma bunu olduğu gibi aktaracağım.
Uyanık masal gibi yaşadığımız bir haftadan sonra, döndük. Dönüşümüzde, gerçekten sıra dışı bir armağan bekliyordu bizi: Küçük Arı Kovanı, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun çağrılısı olarak yurdumuza gelmişti; 27 Nisan’da Nâzım Hikmet’in şiirlerini okumuş, 29 Nisan’da Andersen’den Masalları , 30’undaysa Kül Kedisi’ni ikişer kez oynamışlar. 3 Mayıs Cumartesi günü sevgili Ferhan Şensoy’un Ses Tiyatrosu’nda, yine Kül Kedisi ile Andersen’den Masalları sunacaklardı; biz ancak ikinci oyuna yetiştik. Keşke orada olsaydınız da, kızlı oğlanlı bu güzel çocukların sözün gerçek anlamında sıra dışı gösterisini izleseydiniz bizimle birlikte! Bizim Köy Enstitüleri’ndeki anlayışla iğdiş edilmedin, doğal yeteneklerini geliştirmeye bırakılan bu olağanüstü varlıkların nasıl kişilikli, yaratıcı, sevinçli olduklarını gözlerinizle görebilseydiniz! Çünkü Anadolu topraklarında doğmuş bizler,1938 Nisan’ından beri içine kapatıldığımız Amerikan zindanında, memelinin evrenin bağışladığı dirimsel gücü doya doya kullanmayı çoktannnn unuttuk.
Ertesi gün, bu kez Kadıköy’deki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’de yeniden kucakladık güzelim Küçük Arıları; yetiştiğimiz ilk etkinlikleri, nasıl yetişip çalıştıklarını gösteren eğitim çalışmasıydı. Sıra dışı yönetmen-eğitmenleri Carlos Alberto Crameta Malberti’nin yönetiminde, oynayacakları alanı, üzerinde durdukları toprağı, kendi bedenlerini, öbür oyuncu arkadaşlarını beş duyularıyla tanıyıp bellemeyi canlı olarak gösterdiler bize; sözün gerçek anlamında bir yaşama şöleniydi.
Sonra, en tepedeki salona çıktık; burada Türkiye çağrılınca hepimize vermek üzere tasarladıkları, ve yalnızca bir hafta çalışmaya fırsat bulabildikleri Nâzım Hikmet şiirlerinden seçmeleri okudular, daha doğrusu canlandırdılar. O kadar ki, içlerinden biri, dilini anlayamasak da, alabildiğine duyarak, inançla bu şiirlerden birini okurken, oyuncu kızlardan biri, gözümüzün önünde, hiç çekinmeden, saklamaya çalışmadan, şıpır şıpır gözyaşı döktü.
Onları izlerken, dinlerken, dopdolu bağrıma basarken, ben de ağlıyordum: ama benimki, yalnız Nâzım’ın duyarlı dizelerine değildi, kendime, kendimize, bütün insanlığaydı: önce ataerkil zorbalık, ardından anamalcı kıyıcılık altında, hepimizin yaşamı boşa gitmişti, gidiyordu. Oysa, sevgili Atamızın ışığıyla açılmış Köy Enstitüleri yaşasaydı; onlardaki eğitim-üretim bütün topluma yayılsaydı, şimdi tıpkı Küba halkı gibi, sözün gerçek anlamında soylu, onurlu, bağımsız, yaşama sevinci dolu varlıklar olacaktık!
Son olarak, bu unutulmaz Küçük Arılar’la birlikte, daha önce Film Şenliği’nde gördüğümüz Viva Cuba filmini izledik; Carlos Alberto’nun eşi, ses aygıtları uzmanı Janet Rodriguez del Sol ile daha ana karnında yeteneklerini doya doya yaşamasına olanak yaratılmış kızları Maria Carla Gremata Rodriguez hemen yanıma oturdular: ve inanılmaz, Maria’nun minicik parmakları avucumda.
Bize bu paha biçilmez armağanı hazırlayan, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne, Küba Dostluk Derneği’ne, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne ve o sihirli Küçük Arıları evlerinde kucaklayanlara yürekten binlerce teşekkür!

30 Nisan 2008 Çarşamba

“BU ÖZGÜR BİR DÜNYADIR”

Bu, İstanbul Film Şenliği’de seçtiğimiz üç filmden birinin adı; Ken Loach çekmiş; Loach, günümüz dünyasında insanı gerçekten şaşırtmayı sürdüren ender bir avuç insandan biri: küçük Küba’nın dışında hemen bütün dünya anamalcı zorbalığa teslim olmuş, çıldırmış, o bu ortamda hâlâ dürüst, tutarlı, sorumlu. Olacak şey mi?
Film Polonya’da başlıyor, Ange diye çağrılan Angela, oraya yeni köle pazarına gelmiş, her uğraştan her yaştan eski emekçi yeni köleler arasından, üstelik avuç dolusu haracını vererek İngiltere’ye hanımların beylerin ayak işlerini yapmaya gönderilmek için çırpınan talihsizleri ayıklıyor.
Başka bir sahnede onu, kalabalık bir barda görüyoruz; seçilenler arasından şakacı bir oğlanla konuşurken, az ilerideki masada oturan hoyratlar sesleniyor, ister istemez gidiyor, hart diye poposu avuçlanıyor; çığlığı basıp avuçlayanın suratına içkiyi fırlatınca köle devşiriciliğinden oluveriyor.
Sonra Rose adlı arkadaşıyla kafa kaya verip kendisi köle pazarlayıcı olmaya girişiyor; o arada, 25 yaşında emekli olup elinde bira bardağı televizyonun karşısına çakılmış eşi hiç ilgilenmediğinden, biricik oğlu okulda uyumsuzluk yapmaya başlıyor, anasına yosma diyen başka bir oğlanın çenesini kırıyor; dolayısıyla oğluyla da ilgilenmesi gerek. 30 yıldır aynı işte çalışmakla suçladığı babasıyla anasının uyarılarını dinlemek şöyle dursun, sinirleniyor.
Köle pazarlama işini kuruyor; başında en azından belgesi pasaportu olanları bulup işverenlere götürüyor; ama işverenler de İMF’nin, Dünya Bankası’nın, serbest piyasanın sillesini çoktan yemiş; kimse zamanında ödeme yapmıyor; kabak bunların başına patlıyor. Rose yâni Gül uyanık, epey para biriktirmiş; keşke bunları ağlayıp sızlayan aç yuvasız işçilerimize biraz dağıtsaydık dese de, çoktan şeytanlaşmış meleğin, Ange’nin gözü çoktan kararmış: oğlunu da alıp rahat yaşama kaçmaya kalkışıyor, oyunun kaçınılmaz cilvesi, hem de kar maskesi takmış güvenlik güçlerince dövülüyor, parası alınıyor, dilsiz kalması karşılığında oğlu geri gönderiliyor.
O arada, en büyük köle pazarlayıcı gerçek bir mafya çetesinin pasaportsuz işçi getirtip sunduğunu, bu yasadışı iş yüzünden hapis ya da para cezası değil, yalnızca bir uyarı (?) aldığını öğreniyor; Rose’u razı edip kendisi de bu işe girişiyor. Ve anamalcı düzensizliğin kaçınılmaz kısırdöngüsü, dün iş bulmalarına aracılık ettiği İranlı ailenin güzelim kızlarının sığındığı derme çatma karavanları kendi kölelerini yerleştirmek üzere boşalttırmak üzere güvenlik güçlerine haber veriyor; bu, biraz daha insan kalmış Rose’un koptuğu an.
Sonra mı ne oluyor? Ange’yi, Ukrayna havaalanında görüyoruz, pasaportsuz köle toplamaya gelmiş! Sakın burada: “Aa, şu Ange’ye ve İngiltere’ye bak, nasıl da çürümüşler!”deme tuzağına düşmeyin, çünkü ÇÜRÜME KÜRESEL!
Ve çarpıcı rastlantı, sevgili Bânû Avar, TRT’de kanallar arasında koşturulan sıra dışı belgeseli Sınırlar Arasında’nın bu haftaki bölümü Gül Devriminin Ardından Tiflis’te, bir köprünün altındaki “amele pazarı’nı getiriyor gözümün önüne: beş yıl önce, Sovyetler Birliği içinde yer alan Gürcistan’ın daha çok Sovyet Savunma sanayisine donanım, yedek parça falan üreten fabrikalarında çalışan her yaştan insan orada, bütün dünyada son can alıcı simit olarak sarılınmış yapı işlerinde karın tokluğuna çalışabilmek için gün boyu, kimi zaman günlerce, karın yağmurun altında bekleşiyor.
Belgeselin bir sahnesinde, Amerikan büyükelçiliğinde, kafalarına kutsal mı kutsal küçük Yahudi takkelerini oturtmuş ABD Musevileri, danışmanlar, askerler, siyasetçiler, Gürcistan’a ve hedef ülke Rusya’yı çevreleyen bütün uluslara nasıl demokrasi ve özgürlük getireceklerini konuşuyorlar. Aslında yol da çoktan belli: bütün dünyadaki eski diktatörlerin, silah ve uyuşturucu üretici ve satıcılarının, büyük banka sahiplerinin, kralların kraliçelerin Atlas Okyanusu’nun bir köşesindeki eski Hollanda sömürgesi küçücük adadaki bir hesapta toplanmış paralarını yönetip yeryüzündeki tüm kirli işlerin çevrilmesinde, ulusal çıkarları gözetmeye kalkan yönetimlerin düşürülüp yerine koşulsuz Amerikan, Batı, anamalcılık uşaklarını getirmekle görevli Soros Efendi saçıveriyor dolarları, iş tamam!
Ken Loach’un bu gülle filmini korkarım kimse alıp sinemalarda göstermez; o zaman siz de dvd’sini bulup izleyin lütfen, hepimizi doğruca cehenneme götüren şu bencil, kör tüketim harakirisinden kurtulmaya yardım etmek istiyorsanız!
bertanonaran@hotmail.com


30 Nisan 2008,Cumhuriyet

11 Nisan 2008 Cuma

KÜRESEL HARAKİRİ

Cumhuriyet’te, iç sayfalarda küçük bir haber çıktı önce: 12 Güney Amerika ülkesi, Brezilya’nın öncülüğünde, Latin Amerika Ülkeleri Birliği kurmuşlar. Bu ülkeler arasında Küba halkının ve Fidel Castro’nun yakın dostu, destekçisi Venezüella da vardı. Habere göre, iki konuda, askersel ve tutumbilimsel (iktisadi) alanlarda birlik üyeleri arasında henüz görüş birliği sağlanamamış. İnsanın usuna hemen, iyi ama, bu can alıcı ya da verici iki asal konuda görüş birliğine varılamamışsa, bu nasıl Birlik sorusu geliyor.
Soruunun yanıtı, çok geçmeden yine Cumhuriyet’te, Fidel Castro Ruz’un “İki Aça Kurt ve Kırmızı Başlıklı Kız” yazısında verildi: 15 Mayıs’ta, Lima’da başlayan AB ve Latin Amerika-Karayipler Doruğu’nun açılış töreninde, konuşmaların önemli bir bölümü İngilizce, Almanca ve öbür Avrupa dillerinde yapılmış; toplantıya katılan Güney Amerikalı ülkelerin hemen hepsinde anadil İspanyolca ya da Portekizce olduğu halde, konuşmalar bu dillere çevrilmemiş.
Daha kuruluş aşamasındaki Latin Amerika Ulusları Birliği’nin içinde bulunduğu AB, Batı, ya da anamalcı sömürücü hayranlığına bakın! Zaten Birlik’te Küba’nın bulunmayışı yeterli bir gösterge. Nitekim, Birlik’e öncülük ettiği söylenen Brezilya, bugün, sözün gerçek anlamında harakiri yaparak, ABD ile hani şu tarım ürünlerinden yakıt yapma girişimine ilk ve hevesle katılan ülke; oysa Fidel, yine Granma’da belli aralıklarla yayınladığı uyarı yazılarında, tahıldan yakıt üretiminin önce Güney Amerika halklarını, sonra bütün yoksul, gelişememiş ülke halklarını düpedüz açlıktan öldüreceğini haykırmıştı. Demek ki 500 yıllık sömürü insanların, en azından şu anda dünya halklarının başında bulunan yöneticilerin beyinlerini eritmiş, yoğurmuş, üç kuruşluk günlük kazanç uğruna seve seve kendi canına da, halkının canına da kıyacak duruma getirmiş.
Oysa, 9 yıl önce Rio’da yapılan toplantıda, Fidel, bambaşka önerilerde bulunmuş:
1- Latin Amerika ve Karayip ülkelerinin dış borçları silinsin;
2- Üçüncü Dünya ülkelerinde, her yıl, askeri harcamaların %10’u yatırıma ayrılsın;
3- Gelişmiş ülkeler, tarım ürünlerindeki yarışı dengelemek üzere, kendi çiftçilerine verdikleri parasal yardımları kessinler;
4- Gelişmiş ülkeler, toplam ulusal gelirlerinin %0.7’sini Latin Amerika ve Karayiplerle yapılan anlaşmaları ayırsınlar.
Kolayca kestirebileceğiniz gibi, bu öneriler uzayda yitip gitmiş. Oysa, en az 500 yıldır Güney Amerika ülkelerini de, bütün dünyayı da amansızca, acımasızca sömürenlerin, soyup soğana çevirenlerin, halklarını gözünü kırpmadan kıyımdan geçirenlerin, dillerinden düşmeyen hani şu Fransız Devrimi’nin temel kavramlarından utanmayı bir yana bırakın, düpedüz kendi canlarını kurtarmak üzere bu önerileri ciddiye almaları, Fidel’in alçakgönüllüce saptadığı ölçülerin çok üstüne çıkmaya razı olmaları gerekirdi. Çünkü tehlikede olan şu güzelim mavi gezegendir, üstündeki kırılgan ölümlünün, insanın varlığıdır. Kör bir bencillikle 24 saat dünyanın bütün dillerinde yerküreyi dolandırdıkları yalanlara bir an ara verip düşünebilseler, asıl önemli olan bilimin, dirimbilimin (biyolojinin) temel doğrusunu, amipten insana dek bütün varlıkların birbirine bağlı ve bağımlı olduğunu anımsayabilseler, bin bir oyunla bütün dünyaya uygulattıkları şeyin KÜRESEL HARAKİRİ olduğunu kolayca görebilir, belki kendi canlarını da kurtarabilirlerdi.
Varili 200 dolara hızla fırlamakta olan petrolü torunlarının torunlarını borca sokarak alıp arabalarına kurulan bencilliğin doruğundaki milyarlar, cehennemde yanmaktan ölesiye korkar biliyorsunuz; oysa cehennem bindikleri arabadır; bu cehennem oyuncağı uygarlık dedikleri gerçek barbarlığın da, güzelim mavi gezegenin de sonunu getirecek

Bakalım iş işten geçmeden uyanmaya, canımızı, gezegenimizi korumaya vaktimiz olacak mı?

9 Nisan 2008 Çarşamba

AHMET MÜMTAZ TAYLAN’IN “CALİGULA”SI

Üç ay önce Ahmet Mümtaz Taylan’dan haberim bile yoktu; oysa o en sevdiğim sanat dallarında birinde 20 yıldır emek veriyormuş. Neyse, Demokritos bu eksikliği gidermek üzere çalışmaya koyuldu, üç ay önce bir sabah aradı, geldi; Albert Camus’nün Caligula’sını Eskişehir’de sahneye koyacağını, bunu şöyle şöyle yapmayı tasarladığını anlattı; söyledikleri benim düşündüklerime uygundu. Sonra çalışmaya gitti, bir süre sonra, elinde oyunun kitapçığı ve duvar duyurusuyla geldi, ikisi de çok güzel tasarlanmış, basılmıştı. Oyun 15 Mart’ta izleyicisiyle buluştu; biz gidemedik. Ama 2 Nisan’da bunu da gerçekleştirdik.
Sanırım Ahmet Mümtaz da benim kadar merak ediyordu anlattıklarının ne kadarını sahnede yapabildiğini söylememi; doğrusu, oyundan sonra birlikte gittiğimiz arkadaşım Nilgün Şarman’ın dediği gibi, şimdiye dek sahnede ya da perdede gördüğümüz Caligula’ların en iyisiydi. Ahmet Mümtaz Taylan, kendi deyişiyle, oyunu doğru okumuş ve daha önemlisi,en doğru biçimde tasarlayıp sahneye koymuş.
Oyunun yazıldığı günlerde de, günümüz Türkiye’sinde ya da dünyada en can yakıcı sorunu, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişki; insanlar tarihin başlangıç dönemlerinde bütün güç ve erki kadına yakıştırdıkları dönemde işler çok daha kolay ve yumuşaktı sanırım; ama ne zaman ki erkek döllemedeki güç ve işlevini sezip kadını, ona bağlı olarak bütün dünyayı adım adım kendi egemenliğine (?) sokmaya girişti, her şeyin tadı kaçtı; hele buna bir de anamalcı talanın zorbalığı eklenince, dünya, yaşam cehenneme döndü; hâlâ çok acıklı ve kanlı biçimde orada.
Ahmet Mümtaz, doğru okuyup canlandırma’sında, geçmişle günümüzü kaynaştırmış; imparator da, senatörler de oyunun akışı içinde günümüze geliyorlar usul usul, dünün seçkinleri bugünün küresel mafyasına dönüşüyorlar, ve dillerden düşmeyen halkerkinin(demokrasinin) yerini göz göre göre içeri tıktığımız Doğu Perinçek’in yerinde adlandırmasıyla çeteerki (mafyokrasi) alıyor.
Oyunu izleyeceğimiz tiyatro-dinleti salonuna geldiğimizde gözümüze inanamadık: öteden beri başarılarını uzaktan işittiğimiz Yılmaz Büyükerşen, halktan toplanan vergilerin yağmalanmayıp yine halka döndürüldüğü zaman neler yapabileceğini somut olarak gözler önüne sermişti: bu dinleti-tiyatro yapısının şu anda İstanbul ya da Ankara’da bile benzeri yoktur; olanlar da biliyorsunuz yıkılma tehlikesi içinde.
Olasılık+gereklilik ikilisi yıllar önce, Eskişehir Büyükşehir Tiyatroları sanat yönetmeni sevgili Ergin Orbey’in Ahmet Mümtaz Taylan’dan, Bilgesu Erenus’un Misafir’ini sahneye koymasını istemesiyle işlemeye başlamış; şimdiki Sanat Yönetmeni vekili Sinan Demirer yeni bir oyun isteyince, Ahmet Mümtaz da, yukarıda değindiğim nedenlerle Caligula’yı seçmiş.
Oyunda görev alan Basri Albayrak, Nagihan Orhan, Sinan Demirer, Mert Kırlak, Sermet Yeşil, S.Berkay Akın, Murat Danacı, İsmail Dündar, Zafer Ergül, Ali Eyidoğan, Hakkı Kuş, Serhat Onbul, Yalçın Özen, Ercüment Yılmaz, Savran Perk, Özcan Akgöz, Hıdır Akaya, Ferit Demirbay, Yunus Derli, Ersin Umut Güler, Çetin Karabul, Şükrü Kaya, Özcan Yürük salonu dolduranların alkışlarını dolu dolu hak edecek güzellikte oynadılar.
Tayfun Çebi’nin yalın bezemi son derece işlevseldi; giysileri tasarlayan Funda Çebi , tarihin iki dönemini de başarıyla sahneye taşımıştı; Ersen Tunççekiç’ın ışıklandırması da yerli yerindeydi. Tolga Çebi’nin tasarladığı müzikler-efektler oyunun gücünü ve etkisini doruğa çıkaracak nitelikteydi. Oyunun beyaz kağıttan sahneye taşınmasında Ahmet Mümtaz Taylan’a yardım eden Şirin Aktemur Toprak ile Şafak Özen’in, yönetmen yardımcılığında Basri Albayrak ile E.Savran Perk’in emekleri hiç boşa gitmemişti.
Çok yerinde bir seçimle, İstanbul Uluslararası Tiyatro Şenliği, bu başarılı oyuna 28 Mayıs’ta AKM’de bir gün ayırmış; gerçek tiyatro severler şimdiden alsınlar biletlerini.
Önce Yılmaz Büyükerşen’i, Eskişehir’e kazandırdığı, kazandırmakta olduğu her şey için; Eskişehir Büyükşehir Tiyatroları’nda çalışan sevdalı gençleri, ve bu çarpıcı oyunu onlarla birlikte bize armağan eden Ahmet Mümtaz Taylan’ı yürekten kutluyor, alkışlıyorum.
bertanonaran@hotmail.com

9 Nisan 2008

30 Mart 2008 Pazar

CAN DOSTUM SAİM BUGAY

Soylu, onurlu, mert dostum Saim Bugay da sonunda 6 milyar insanı tüketim kamçısı altında koşturan, o yetmediği zaman milyonlarcasını bir saniyede öldürten bir avuç çılgının oluşturdukları cehenneme dayanamadı sonunda, yoruldu, ezildi, gitti.
Zaten yaşarken de karşılaştığı bütün çarpıklıklara, haksızlıklara ancak ağız dolu küfürle dayanabiliyordu; ama belli ki o küfürler öfkesini dindirmeye yetemedi, akrep gibi kendini sokmakta buldu çözümü.
Oysa ömrünün en verimli, en olgun dönemindeydi; daha ne ince, alaycı yapıtla bezeyebilirdi dünyamızı.
Özü sözü yapıtı bir sevgili dostum, haksızlığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe daha öğrenciyken başkaldırmış , bu yüzden genç yaşında tanışmıştı zindanla. Bu onurlu tutum ömür boyu sürdü; hep emeğin, emekçinin yanında yer aldı, üstelik yalnız sözle değil, hem kafasıyla hem bedeniyle.
Nevzat Metin, 2005’te, Bilim Sanat Galerisi yayınları arasında sevgili Cengiz Bektaş’la yaptıkları uzun, dolu söyleşiye dayanarak güzel bir kitabını basmıştı. Gelin şimdi oradan kimi bölümleri yeniden anımsayalım:
“CB- Bir çevreye oturtuyoruz yontuyu. O çevre yalnızca fiziksel değil, düşünsel bir çevre de. İstanbul’un bir yerine konan bir yontu elbette Paris’in filan alanına konan yontu değil. Bir yontuyu oraya da, buraya da koysan, başka başka yontular olarak algılanabilir.Bir toplumun içine bir yontu koyarken, toplumdan kopuk olamazsın gibi geliyor bana… İstesen de olamazsın.
SB- Tabii…
CB- İstesen de toplumdan kopamayacağına göre, “anlaşılmak” diye kesin bir zorunluluk var, senin başlarda söylediğin. Anlaşılmak istemiyorsan, git kapan, kendi kendine bir şeyler yap. Öyle nereye varılır? İnsan kendi kendisiyle hesaplaşabilir…Baan göre, sanatın bir boyutu da anlaşılmak, anlatmak…
SB- Çok çok haklısın. Bu konuda örnek de var, çok yakın bir örnek. Sanatçı denen birisiyle,bizim okulun profesörlerinden biri tartıştı. Uzun zaman konuşuldu. Kadın dedi ki:’Ben sanattan, resimden anlamam’. Kulağımızla duyduk televizyonlarda. ‘Ben resimden anlamam’ diyerek kadın özün diliyor aslında. Profesör dedi ki:’ Resim anlaşılmaz, hissedilir.’ Böyle bir şey yok. Anlaşılmaz denebilecek sanat müzik olabilir, ama müzik bile anlaşılır. Anlaşılması gerekir, şart! Öyle şey olur mu, neden anlaşılmasın? Bunlar aptalca şeyler. Enstellasyandon başladık, post dedik…Bunlar büyük aldatmaca. Bir zamanlar ‘sanat sanat içindir/ sanat toplum içindir’ diye bir tartışma vardı.Bu sözler ‘sanat sanat içindir’ lâfının bugünlere gelmiş, en bozuk hâli.”

CB- Tüm olayı yalnız biçim yaratmak gibi almak da yanlış…
SB- Çok yanlış. Yalnız biçim yaratmak yanlış…İlle de sadece yeni bir biçim yapacağım diye değil, düşünceyle anlaşacak, anlaşılacak biçim olmalı, onun çabası olmalı. Şimdi öyle lâflar var: ‘Ben kendim için yapıyorum!’ Hayır, ben kendim için yapmıyorum. Yani birilerine bir şey söyleyebilmek için, seçtiğim kavramı başkalarına aktarabilmek için yapıyorum. ‘Ben bunu şu biçimlerle yapıyorum’ diyebilmek için… Şiirse şiir, edebiyatsa edebiyat, müzikse müzik. Öyle olmalı ve yapılan iş anlaşılmalı.”

SB- Ben hep söylüyorum, bizim işimizde uygulama bakımından, usta-çırak ilişkisi olması gerekir. Usta-çırak ilişkisi olmadan, teorik birtakım düzenlerle eğitim olmaz, olmamalı…Usta-çırak ilişkisi yakın ilişki aslında. Bugün akademilerde yaşanan ilişkiler gibi değil. Bir hoca bir şeyler söyleyecek, sonra gelip böyle böyle, şöyle şöyle düzeltmeler yapacak, sonra kalkıp gidecek, olmaz…Çırak ustasını çalışırken görür, öyle öğrenir…”
Görüyorsunuz ya, Saimciğim, aslında yalnız kendi dalındaki acıyı, çıkmazı değil, bütün dünyadaki toplumsal, küresel çarpıklığı algılayıp dile getiriyordu; ee bu da taşınır yük değil elbet!
Canım güzel soylu onurlu dostum, sen çileden kurtuldun: ardında pırıl pırıl işler, alkışlanacak anılar bıraktın. Işığın kucağında yatacağına emenim.


Cumhuriyet, 30 Mart 2008.

26 Mart 2008 Çarşamba

TAYFUR SANLIMAN

Tayfur Sanlıman’ı, 1992’de Asmalımescit’te kendi işliğini açmasından sonra, sevgili İsmail Şimşek’in Cep Galerisi’nde tanıdım; önce sağlıklı yapısı, tok sesi, çelik gibi es sıkışı dikkatimi çekmiş olmalı. Sonra gerek Cep’te, gerek başka galerilerde açtığı sergilerde resimleriyle tanıştım; renk ve biçim dünyasındaki dürüst arayışları daha ilk görüşte beni etkiledi.
Derken dünya, İstanbul, Asmalımescit değişti, ne eski sergiler kaldı, ne Cep Galerisi; İsmailciğim galericiliği gevşetip lokantacılığa kaymak zorunda kaldı;Tayfur ortalıktan silindi; 2001’de evi barkı alıp Bozcaada’ya taşınmış meğer. Ama resmi bırakmamış elbet, ben duyamasam da, 2006’da, sanat yaşamanın 50. yılında AKM’de geniş bir özetleme sergisi açmış, oğlu Kerem Sanlıman’ın çok önemli desteğiyle, Işıl Döneray’ın kusursuz tasarımıyla bir de kitap yayınlamış. Bu güzel kitabı yolladı bana.
Oradan, 52 yıllık kesintisiz tutkulu resim sevdasının nasıl başladığını okuyalım birlikte:
“Dokuz yaşlarında bir çocuk, İstiklâl İlkokulu 2. sınıfta. O gün yüreğine bir heves düşüyor: resim yapmak. İçindeki ses:’deniz kenarında bir ev, evin önünde bir iskemle, iskelenin üzerinde bir ada balık tutacak’diyor. İzmir’i nereden biliyor? Haritalardan. Denizi manzaralardan tanıyor. Ee… geriye ne kaldı? Adam, oltası ve iskele. Onları da heves nasıl olsa başarır…
Adanalı çocuk bu çok çok önemli isteğin parasal desteğini sağlamak üzere, müşterisi ile meşgûl babasına saldırıyor (babası berber). Ne için harcanacağını söyledikten sonra 2 kuruş alıyor. Uçar gibi kırtasiyeci Evrendilek’e. Bir kutu 12’lik Nurkalem boya 1,5 kuruş; 25x35 resim kartonu 20 para. ’22 yıl sonra, Nurkalem’i üreten firmanın sahiplerinden M.Sait Demirbağ’ın kızı Nimet ile evlenecek.)
Gene uçar gibi doğru eve. 25x35’e biraz gökyüzü koy, gerideki ağaçları yeşile boya. Sağ alt köşeye evi kondur.Evin önüne iskele, iskeleye balık tutacak adamı yerleştir.Eline olta kamışını ver. Denizi maviye boya. Bu çabayı tasarladığın resme dönüştürebilmek için, ikide bir kırılan kalemleri aça aça tüket. Ama resmi bitir. Akşama baba gelecek, kim bilir ne kadar sevecek? Garanti bir aferin alırsın. Öyle sandınız değil mi?.. Hayır, hiç de öyle olmadı.
Berberlik yaparken konuşup şakıyan, ama evde ciddi Usta Cabbar, ‘Baba, bak!’ diyerek önüne koyduğum resme göz ucuyla baktıktan sonra, sanki birisi jurnal etmiş gibi önce boya kalemlerini sordu. Sonra görmek istedi. Sonra ne mi oldu? Orta şiddette, okşamayı andıran, ama içinde okşama olmayan bir tokat!...
Bulutlar, mavi gök, mavi deniz, yalı, iskele, balık tutan adam, hepsi soldu ve iki yıllık bir karanlığın içinde kayboldu…”
“İşte tam o yıllarda, 1944-45 olacak, Latif Ariş geldi.Yeni resim hocamız. Akademi’den taze mezun, dinamik, taş gibi. Mektepte hemen bir atölye kurdu. Başyardımcıları 75 Yusuf, 155 Tayfur. Modelden çalışmayı, natürmortu, peyzajı öğrendik. Resim sevdam yüzünden 3 yıllık Ortaokulu 5 yılda bitirdim.”
İlk ustası Latif Ariş’ten unutulmaz bir ders:
“Sanırım artık liseye geçmek üzereydim. Bir gün, beni teslim edilen bir işten ötürü 1 lira ile ödüllendirmek üzere gümüş parayı boya kutularının önüne koydu. Rengi hâlâ kulaklarımda duran sesiyle:’şu parayı al!’ dedi. Almak üzere elimi uzattığımda ekledi: ‘Bak oğlum! Sanma ki para her zaman böyle kolay ve bol kazanılır. Hele resim yapmaya devam edersen, hele benim mektebime gidersen, resim yapmayı sürdürürsen hiç kazanamazsın.Sana derim ki, bu sözlerimi sakın unutma! İleride baktın ki resme sevdalısın, parayı unut. Baktın ki paraya sevdalısın, o zaman da resmi unut!”
Resim sevdalısının oluşumu böyle; iki satır da resmi nasıl yaptığına ilişkin olsun:
“İlham hanımı beklemem. Resmin sonunu tasarlamam. Temel rengi hazırlar,onunla yola çıkarım.Tuvale ilk darbeyi vurduğum anda başaramama korkusu kaybolur. Eskizle çalışmadığım için,yolda önüme çıkan tüm serüvenleri irdeler, resim hangilerini istiyorsa onları titizlikle korur, ötekileri acımadan atarım. Bu, bir fırtınanın içinde, fırtına gibi bir çalışma sürecidir.Resim bitinceye kadar aralıksız sürer. Çalışmanın başında boyayı, fırçayı, tuval alanını, ne yapmam gerekiyorsa ona göre, ben yönetir, yönlendiririm.Kararlarımı uygularım.Fakat süresi belli olmayan bir zaman sonra, üzerinde çalıştığım renk ve leke âlemi başıma patron kesilir. Artık resmin emrine girmek zorunludur.Ne isterse onu yaparım.”
Keşke elimde olsaydı da bu tutkulu, inançlı renk ve leke kovalayıcının içten serüvenlerinden örnek gösterebilseydim size; neyse aklınızda bulunsun, herhangi bir galeride, bir açık arttırmada adını duyarsanız, koşun.


Cumhuriyet, 26 Mart 2008

12 Mart 2008 Çarşamba

SİVAS 93

Genco Erkal, sonunda gerekeni yapmış, oyununu kendisi yazmış,çok da iyi etmiş:; çünkü ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar, sömürgeci Avrupa'nın yazarlarının çoğundan da, yerli yazarlık heveslilerinden de ne ona hayır vardı, ne bize.
Adından anlaşılacağı üzere, 1993 Temmuz’unda Sivas’ta oynanan ve 33 değerli cana patlayan kanlı ayaklanma ele alınıyor oyunda; Genco, ulaşabildiği bütün belgeleri, kayıtları, tanıklıkları kullanarak yazmış oyunu; dolayısıyla, 2 Temmuz 1993’te yaşananlar, görüntülü belgeler kayıtlar eşliğinde yeniden karşımıza geliyor.
Pir Sultan Anma Şenlikleri’ni bahane eden karşıdevrimciler, gözümüzün önünde, canlı kayıtlarla, saat saat, adım adım ayaklandılar, güvenlik güçlerinin suskun çekimser onayıyla kenti ele geçirdiler, valiyi de Cumhuriyetimizi koruması gereken orduyu da etkisiz hale getirip Aziz Nesin’i, dahası kendi bilge ozanları Pir Sultan Abdal’ın yontusunu bahane ederek 'kelle isterük' diye avaz avaz haykırdılar iki gün; ve sonunda yine hem polisin hem askerlerin gözü önünde, Madımak Oteli’ni kundakladılar, 33 güzelim insanın diri diri boğdular, yaktılar.
Oyunda, dönemin bütün sorumluları, cumhurbaşkanı, başbakan, yardımcısı, genelkurmay başkanı, kendi ağızlarından, bu kanlı kalkışmayı nasıl besleyip desteklediklerini, cana kıyanları nasıl koruduklarını, bunun için 50-60 yıldır yapageldikleri gibi, nasıl lâf ebelikleriyle herkesi uyuttuklarını bir kez daha gözümüze soktular; soktular ama can gözlerimiz kapalı olduğu için, cam gözümüzle bunu görmemiz o gün olanaksızdı, bugün de öyle.
Oyunun bir yerinde, savcı görevini gereği gibi yapsaydı, eldeki kanıtları tanıkları ciddi olarak inceleseydi, suçlular sorumlular bulunur, böylece örneğin Susurluk’un ve benzerlerinin önü alınırdı, deniyor.
Tepeden tırnağa yanlış ve yanıltıcı: çünkü Susurluk falan anılırken yanında hep derin devlet diye bir kavramdan söz ediliyor; bütün çirkin işleri bu derin devlet döndürüyor. Oysa devletin sığı derini yok; Atatürk gibi bağımsızlığına canını adayanların devleti var, ya da 1938 10 Kasım saat 9.05’ten beri, ABD’ye, sonra ortaya süreceği AB’ye köleliği, uşaklığı seve seve benimseyip uygulayanların devleti var.
Türkler, bütün insanlık tarihi boyunca yaptıkları gibi, Orta Asya’dan ya da Anadolu’dan yola çıkıp Avrupa kapılarına dayanalı beri, Batılının en büyük düşmanı biziz; dolayısıyla yüzlerce yıldır bütün tasarılar, bütün çabalar bizi Avrupa’dan, Anadolu’dan söküp atmaya, oturduğumuz son verimli topraklara yer altı yerüstü zenginlikleriyle el koymaya yöneliktir. Bu derin amacın dışında bir örgüt, tuzak yok Türk ulusunun da, bütün öbür sömürülenlerin de başında.
Bunun en son kanıtlarından birini geçen akşam Kanaltürk’te sevgili Ünal Erdoğan verdi: Batılı sömürgen, yerli sülüklerle el ele vererek, şu ana dek Türk halkının kanıyla teriyle diktiği temel direklerin %75’ini silahsız ele geçirmiş hedef %100 elbet. Bunun en etkili araçlarından biri enerji, elektrik. Şimdi, hepimizin vergileriyle canlarıyla oluşturulmuş hazır kurulu ağı tek kuruş ödemeden kapatıp elektrik üretim ve dağıtım pastasını paylaşmak üzereler; bu pasta tam 30 trilyon dolar!
Gözümüzün önünde sallanan bin bir renkli bez parçaları bu korkunç, eşi benzeri görülmemiş büyük soygunu gizleme, bizi cambaza baktırma amacını güdüyor.
Ülkemizin bu alandaki en büyük yeteneklerinden Genco Erkal¸ doğrusu birey, yurttaş olarak kendisine düşeni kusursuz yerine getirdi; o acı olayı anımsatarak hepimize okkalı birer şamar indirdi. Asker sivil, Cumhuriyetimizi korumak yaşatmak isteyen herkesin suratına indi bu tokat! Uyanırsak ne âlâ! Yoksa ne ülke kalacak., ne de sorun!
Bu çarpıcı oyunun müziği Fazıl Say’ın; giysi Özlem Kaya’nın; kullanılan görüntüler, Nurdan Arca’nın; Meral Çetinkaya, Yiğit Tuncay, Nilgün Karababa, Murat Tüzün, Çağatay Mıdıkhan, Saliha Şirvan Akan oyuna can verenler.
Hepsine yürekten alkış!

27 Şubat 2008 Çarşamba

FİDEL CASTRO RUZ

İspanyolca bilenler anlıyor, Fidel’in soyadı Luz ( Işık) değil, ama 50 yıldır o ve güzelim halkı insanlık için gerçek bir ışık, okyanus ortasında yanıp sönen bir deniz feneri.
İnsan kardeşlerine en gerçek, en yararlı öğüdü, adında ermiş bulunan bir yazar. Exupéry vermişti: “özlediğin insanı önce kendinde oluşturmaya başla!”
Fidel ( bu da bağlı, sadık,sözünün eri demek), sonradan kendisine, halkına, giderek bütün Güney Amerika’ya baş kılavuzlardan biri yapacağı;” Sakın unutmayın, dünyanın bütün şanı ve şerefi bir mısır tanesini zor doldurur” diyen José Marti gibi, İspanyol asıllı, başka bir deyişle sömürgeci bir ulusun türevi. Ama burada sevgili Mustafa Kemâl’in büyüklüğü bir kez daha kanıtlanıyor: kökenin, doğduğu ulus, aile o kadar belirleyici değil yazgında; kalıtımla getirdiğin yeteneklere eğitimin bilincini eklersen, ilk adımda anlık sömürücü kazancının ne kadar geçici olduğunu görürsün; önemli olanın şu mavi gezegenin evrenin armağan ettiği dengeleriyle olabildiğince uzun süre böyle kalmasını sağlamak olduğunu anlarsın; o zaman ezenlerden sömürenlerden sıyrılıp ezilenlerin, emekçilerin, dünyayı koruyanların yanına geçer, bu uğurda canını da verirsin. Ve bu aşamada: NUMUTLU TÜRKÜM/KÜBALIYIM DİYENE, sancağın olur.
Bu aşama diyorum, çünkü burada da kalamazsın, bir sonraki bilinç evresine de ulaşman gerekir: sonsuz dirimsel enerji okyanusunda varlıklar kabaca ikiye ayrılmış; canlılar cansızlar. Sen canlıların bir üyesisin; dolayısıyla, ırk, ulus, oymak hiç önemli değildir; canlılardan yola çıkarak aslında başka bir tartım ve biçimde canlı olan cansızları da içine alan genel korumanın gönüllü neferi olmalısın; çünkü evrenin sonsuz yaşamı içinde sınırlı kalan varlığın bu neferliğe bağlıdır.
Fidel ve güzelim halkı, 500 yıllık sömürüden talandan sonra, bunu kusursuz görmüş ve seçimini yapmış; örneğin Sovyetler Birliği’nin uygulamaya çalıştığı, Batı ile, özellikle ABD ile yarışı temel alan devlet anamalcılığı’nı hiç sokmamış yurduna; hiçbir ülkeyi zorla toplumcu yapmaya kalkmamış. Onun yerine, gerektiğinde örneğin Angola’ya, daha başka yerlere bağımsızlık savaşında yardımcı olmak üzere, Amerikan askerleri gibi paralı değil, gönüllü birlikler göndenmiş; ama asıl önemlisi, insan kardeşlerini karanlıktan, hastalıktan kurtarmak üzere öğretmen, hekim birlikleri göndermiş, göndermeyi sürdürüyor dünyanın dört bir yanına. Estela Bravo’nun Fidel’ini ya da Rebeca Chavez’in Fidel’li Anlar’ını görebilmişseniz, dünyanın bütün ülkelerinde halkların onu nasıl coşkuyla alkışlayıp bağırlarına bastıklarına tanık olmuşsunuzdur.
Biliyorsunuz, ataerkil zorbalığın uzantısı anamalcı düzensizliğin temeli öncelikle kadınlarla çocukların köleliğidir; sevgili Fidel, 20 Yüzyılın en büyük düşünürlerinden Wilhelm Reich’ı okudu mu bilmem, ama uyguladığı tam onun istediğidir: önce kadını, anayı eldeki bütün olanaklarla güvence, güvenlik altına almış; sonra çocukları. Kendi deyişiyle, 1959’dan beri, hem dinsel hem siyasal masallardan arıtılmış bilimsel eğitimle 4 sağlam kuşak yetiştirmiş, yetiştirmeyi sürdürüyor. İkide bir soruyorlardı, “Peki, ya Fidel’den sonra?”; geçen iki yıl, %99’u anamalcılığın pençesinde inleyen dünyaya karşın, o 12 milyon insan taş gibi, çelik gibi yerinde. Üstelik ABD’nin oyunu bozuldu, ters tepki, Güney Amerika ülkeleri 30 yıl yüzüne bile bakmadıkları Küba’nın ardından insanca, adaletli düzene geçme savaşındalar, başta yiğit Hugo Chavez. Keşke Rusya ile Çin bu evrime dolu dolu katılıyor olsaydılar, insanlara boşu boşuna zaman, kan yitirtiyorlar.
Ama Fidel, “kadınların okutmayan ulus, erkeklerini düşünsel-duygusal yalnızlık cezasına çarptırır” diyen Atamız gibi, toplumun temel direği kadının önüne açmış; o kadar ki, bugün üniversite sınavlarında kızların önlenemez başarısını dizginlemek. Kızları %60’lı sınırlandırmak zorunda kalmışlar; bırakılsa, hepsini kazanacaklar.
Nitekim, bakanların dışında herkesin gönüllü çalıştığı Ulusal Meclis’te kadın temsilci oranı % 46.
Ve en can alıcı nokta, Küba’da, yokluk yoksunluk içinde, kesin ve tam eşitlik var, hem de güvenlik gücü zorlamasıyla değil, gönüllü: Fidel, karşılanan temel gereksinmelerin dışında, ayda 30 dolar harçlık alıyor, emekli bir hekim de 15.
Küba Anayası’sının Türkçe basımın tanıtmaya gelen Küba Büyükelçisi sevgili Ernesto Gomez Abascal, “Küba’da, askerler de içinde, kimseye AYRICALIK tanınmaz”, dedi geçen gün. Ardından ekledi: “ Ben burada elçiyim, yurdum savaşa girerse, albayım.”
Sevgili insan kardeşlerim, sömürgeci yalanlarına kanıp böyle tavşan gibi üreyemez; çılgınca dünyanızı ve kendinizi tüketemezsiniz; tek yol, Küba halkı gibi tutumlu, sorumlu, sevgi dolu, sevinçli yaşamaya geçmenizdir; yoksa arkamızdan öykümüzü yazacak canlı kalmayacak yeryüzünde!
bertanonaran@hotmail.com


Cumhuriyet. 27 Şubat 2008

13 Şubat 2008 Çarşamba

OSMAN PAMUKOĞLU

Türk okurlarıyla izleyicilerinin çoğu gibi, Sevil’le ben de Osman Pamukoğlu’nu ilk kitabı Unutulanların Dışında Yeni Bir Şey Yok. ile tanıdık Okuduk, sarsıldık, dostlarımıza aktardık Ardından bu kitapla ilgili olarak Ceviz Kabuğu’nu merakla izledik. Sonra zaman ve olaylar geçti üstümüzden. Derken Skytürk’te Serdar Akinan sıradışı bir iş başardı, Osman Pamukoğlu’nun Hakkâri Dağ ve Komanda Tugayı Komutanı iken giriştiği harekâtları anlatan “Kan Uykusu”nu çekip yayınladı. Bu program, kitaplarının yarattığı etkiyi iyice arttırdı elbet.
Ardından, ender de olsa kimi kanallarda söyleşileri yayınlanmaya başladı; gerçi bu söyleşilerde Sayın Pamukoğlu ile konuşanların çoğu, konuğun ve konunun önemini unutup kendilerini öne çıkarma hastalığından arınamasa da, konuşulanlar son derece çarpıcı ve önemliydi kuşkusuz.
Osman Pamukoğlu, daha ilk kitabının önsözünde: “Bugüne kadar tüm savaşlarda sadece ve sadece anneler kaybetmiştir. Başka hiç kimseye bir şey olmamıştır. Hiçbir sonuç, annenin mezara kadar devam edecek olan yüreğindeki ateşe derman olamaz. Acı çekmeyen ve çekenlerden haberi olmayan acıları dindirmenin yollarını aramaz, arasa da doğru şeklini bulamaz” diyordu.
Bu doğru saptamanın nedeni ne olabilir dersiniz? Neden savaşıyor insan denen memeli? Neden türdeşlerinin milyonlarcasını gözünü kırpmadan öldürebiliyor? Bunu da bir bilge Fransız çok yalın biçimde açıklamış:
“İnsanoğlunun bütün dillerde kullandığı iki temel edimden SAHİP OLMAK aslında yalnız bileşik zaman oluşturmaya yarar, çünkü canınız da içinde, hiçbir şeye SAHİP OLAMAZSINIZ; canlı varlık olarak size kalan VAROLMAK, YAŞAMAKTIR!”
Yumuşacık anaerkil düzenden ataerkil düzene geçeli, hele insanlar arasındaki eşitsizliği doruğa çıkaracak anamalcı düzensizliği yürürlüğe koyalı beri, insan adındaki memeli eşine sarılacak, yerine bırakacağı mutlu yavrular yetiştirecek, şu güzelim mavi gezegenin canlı cansız bütün varlıklarla birlikte tadını çıkaracak yerde, SAHİP=EGEMEN OLMA saplantısına kapıldı, bütün çılgınlık ve hızıyla sürüyor bu salgın.
Osman Pamukoğlu, bu amansız hastalığın uzantısı olarak, en az 500 yıldır tüm dünyanın başına bela kesilen, Anadolu’ya özellikle göz diken; daha başka insanların yanında, iki değerli araştırmacımızın, Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan’ın belgeleriyle kanıtladıkları olguyu, yeryüzünde yazı ve uygarlığın kökeninde Türklerin bulunduğunu unutup, unutturmaya çalışan Avrupalı ve Amerikalı sömürgeci saldırganların son 25 yıldır bağrımıza sapladıkları PKK hançerini bütün ayrıntılarıyla gözler önüne seren bir büyük yurtsever ve aydın.
30-40 000 Türk’ün, bilmem ne kadar Kürt’ün ölümüne neden olan ve yıllardır süren bu kirli savaşın nasıl sona erdirileceğini çok iyi biliyor; kuraldışı savaşın Mustafa Kemâl, Mao, Fidel Castro tarafından ustaca uygulanışını yakından tanıyor, dolayısıyla çözüm için öyle 300-500 000’lik değil, en çok 20 000 kişilik iyi eğitilmiş, kalıcı olarak bu savaşı yürütecek güce gereksinme olduğunu belirtiyor .
İliğimizi kemiğimizi emen, oluk oluk kan ve para akıtan bu savaşın son aşamasında, biliyorsunuz, sözümona üçlü çözüm evresindeyiz: ABD, Barzani-Talabani yönetimi ve Türkiye PKK’nın işini bitirecekler.

Osman Pamukloğlu, ülke koşullarını, bölgeyi, savaşın tüm ayrıntılarını açıkça görüp değerlendiren tutarlı, sorumlu bir yurtsever olarak şunu vurguluyor, : “PKK’nın barındığı dağlar, çok sıradışı bir oluşuma sahip; mağaralar, geçitler, vadiler öyle bir yapı oluşturmuş ki, böylesi dünyada en çok 10 yerde varsa, birisi burası. Dolayısıyla, bu bölgede mağaraların dışında bir bina, kamp, ev, baraka, depo yok; siz ABD’den milyonlarca dolara aldığınız bombalarla ancak dağları, taşları döversiniz. O yüzden, kendi halkınızı kandıran bu gösterişten vazgeçin, gerekeni yapıp işi bitirin.

Ama bu da öyle göz açıp kapayıncaya dek olmaz, olamaz; çünkü o mağaralara ve çevredeki vadilere 50 000 kişilik orduyla girseniz, içlerinde saklanan 5 000 PKK’lının ancak 2 500’ünü bulup yok edebilirsiniz.”
Aslında biliyorsunuz akıl için yol bir’dir; nitekim, geçende Kanaltürk’te bu kez bir sivil, bir tutumbilim(iktisat) uzmanı, Selim Somçağ sordu can alıcı ya da verici soruyu:
“Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi, sömürgeci Batı’nın bu amansız acımasız saldırısı karşısında , yurdumuzu ve Cumhuriyetimizi savunması gereken ulusal güçlerin, özellikle de TSK’nin suskunluğu güç toplamayı amaçlayan bir bekleyiş mi, yoksa tam bir teslim oluş mu?”

Osman Pamukoğlu bu yazgısal soruya yanıt arayıp , çok değerli önerilerde bulunan gerçek yurt-insanseverlerden biri ; hemen edinin ve okuyun tüm kitaplarını.




Cumhuriyet, 13 Şubat 2008.

16 Ocak 2008 Çarşamba

SADETTİN ÇULAN

Goethe’nin şu sözünü sık anarım, yazılarımı okuyanlar bilir:
“Nedir en zor şey? Görmek gözünün önündekini!”
Bu, başkalarından önce, benim için geçerlidir elbet; kanıt ortada: yıllardır sevgili dostum Mehmet Kıyat’ın Doku Galerisi’ndeki sergileri Nilgün’le benim gibi erken gelen Ali Candaş’ın, İsmail Avcı’nın, karı koca Ali Demir’lerin yanında uzun boylu, sağlam yapılı, efendi mi efendi insanın adını nice sonra öğrenebildim: Sadettin Çulan. Oysa, hadi Ankara’dakilere gidemezdim elbet, ama Doku’nun İstanbul şubesinde taa 1998’e açmış ilk sergisini.
Sağolsun, Resimlerim adını verdiği kitabını göndermiş; hem resimlere baktım, hem yaşamöyküsünü okudum sevgili dostumun.
Benim gibi o da Rumeli çocuğu; anası babası Romanya’dan göçmüşler yurdumuza; 1919’da doğmuş, üçü kız ikisi erkek beş çocuğun en büyüğü olarak. Küçük yaşta belirmiş resim sevdası; ama orta hâlli çok çocuklu bir ailede yaşadığı için, babası, daha sağlam bir baltaya sap olsun diye besbelli, o dönemde Akademi’nin orta bölümü olsa da, liseyi bitirmesini istemiş; o da bitirmiş. Feyhaman Duran ile yardımcısı Ali Çelebi’nin işliğine girmiş, sağlam bir resim eğitimi almış. Kitaptaki karakalem resimlerinde bu açıkça görülüyor.
1945’te, Beyoğlu’nda Necati Başarır’la yürürlerken, önlerinde büyük usta İbrahim Çallı’yı görmüş, hızlanıp yetişmişler. Bir ara denk düşürüp:”Hocam, resimle karnımızı doyurabiliriz miyiz?” diye sormuşlar. Ustanın yanıtı çok açık, kısa:
“Vaçgeçin bu sevdadan! Resim satıp para kazanmak için, 60 yaşında mütekait Çallı İbraam olmanız gerekir!”
Nitekim, yaşamın akışı, sevgili Sadettin Çulan’ı askerlikten sonra, o dönemin köklü kuruluşlarından Şeker Fabrikaları’na sürüklemiş; Eskişehir’de iş bulabilmiş. Şeker Fabrikaları’nın eski genel müdürlerinden Kâzım Taşkent, Orta Anadolu Florası adında bir çalışma istemiş, Çulan onda görev almış. 1947-57 arasında Eskişehir’de, 57-63 arasında da Ankara’da çalışmış.
Eskişehir’deki yaşam o yıllarda epey dingin elbet, iş dışı hemen hiçbir etkinlik yok; Sadettin Bey¸ bu çoraklığı aşmak üzere, arkadaşı Aziz Tanrısever’le sanatsal etkinliklerin yürütüleceği bir yer açma önerisini fabrika yöneticisine götürmüş, o da onaylamış, Şeker Spor Kulübü’nün ekin kolu olarak açılmasını istemiş, bir dernek kurup işe koyulmuş, Eskişehir Konser ve Tiyatro Derneği’yle işbirliği yaparak, 1956 yılında, Mithak Fenmen, Belkıs Aran, Fethi Kopuz ve Enver Kakıcı’dan oluşan Dörtlü’yü, piyano yorumcusu Magdi Rufer’i, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nı getirmişler.
Onlar yolu açınca, birkaç genç ressam günün birinde gelip bir sergi düzenlemek istediklerini duyurmuş; sevgili Çulan kendi salonlarını verme yetkisinden yoksun olduğundan, 150 liraya kentte başka bir yeri 15 günlüğüne kiralamışlar; ve Türk Ressamlar Derneği’ne başvurmuşlar; başında sevgili dostumuz Mahmut Cûda varmış bereket, herkese açık, yardımsever. Kendi yapıtlarının yanında, Zeki Kocamemi, Ali Çelebi, Nihat Akyanuk gibi ünlülerin resimlerinden oluşan sergiyi Semine Celâsun gözetiminde Eskişehir’e göndermişler; ve düşünün, o günün koşullarında bile, 10 resim satılmış!
Alçakgönüllü, çalışkan, direngen dostum, Ankara’da çalıştığı dönemde, kendisini görmeye gelen ve şu ünlü sözü: “Men sabere zafer” (sabreden, zafere ulaşır)’ı yansıtan süslü yazıyı alır Şefik Bursalı’dan. Şeker Fabrikaları’ndaki dönemi kapatır, o güne dek yaptığı yağlıboya ve karakalem resimlerle 5 Ekin 1974’te, Ankara Alman Kültür Derneği’nde ilk sergisini açar.
Daldığım uykudan uyanıp katıldığım son Doku sergisi, 20 Şubat-12 Mart 2003’teydi; sonra, uzun süre yok oldu sevgili dostum, meğer sağlığı bozulmuş. Sonra Resimlerim geldi postayla.
Kendi olanaklarıyla Toplumsal Dönüşüm Yayınları’nda bastırdığı bu küçük bibloyu görebilirseniz, özü-sözü bir, tutarlı, sağlam bir kişiliğin yalansız dolansız güzellik arayışlarına ortak olursunuz.



Cumhuriyet, 16 Ocak 2008

2 Ocak 2008 Çarşamba

Dr. ALİ RIZA BİLGİNER’den “CİLO VE SATLAR”

8 Ağustos 2007’de bu köşede, sevgili Halûk Tarcan’ın verdiği bilgilere dayanarak hazırlanmış, Doğu Anadolu Kimin? başlıklı bir yazı okumuştunuz; azgın aşağılık Batılılar, başta ABD ile İngiltere, topraklarımızda., bölgemizde yaşayan çeşitli halkları kandırıp kışkırtıp savaş alanlarına sürüyor; birbiri ardından Ermeniler, Kürtler Anadolu’nun şurası burası benimdir diyorlar ya, canım dostum Tarcan, üstelik kolay kolay silinmeyen, yakılamayan belgelere, kaya resimlerine dayanarak Ön-Türklerin, öyle Batı uşağı sözde bilim adamlarımızın kafamıza çakmaya çalıştıkları gibi 1071’de değil, İÖ 13 000’lerde gelip yaşadıklarını, yazı öğeleri (harf) da içeren kaya resimlerini bıraktıklarını, belgeliyordu.
Bu tür belgeler kanıtlar sömürücüleri şu kadarcık etkilemez elbet, ama dünyamızda yaşayan can göz kulağı körelmemiş güzel kardeşlerimizi sevindirir, coşturur.
O yazıdan sonra da öyle oldu; sayarıma, uzaklardan bir ses geldi: Ali Rıza Bilginer. Ali¸ bir Karadeniz, Samsun çocuğu; dar gelirli kesimden. Bakmış ki okuyamayacak, sınava girmiş, kazanmış, benim gibi halkın vergileriyle okumuş, hekim olmuş.
1971 Amerikan balyozu sırasında, İstanbul’da görevliymiş; çalıştığı Davutpaşa tutukevine tanıdığımız birçok ünlü yazarımız gazetecimiz getirilmiş; onun varlığı genel kıyımı durduramaz, değiştiremezdi elbet, ama hekim olarak andığımız insanlarımıza en azından küçük, ancak değerli soluklar aldırmıştır mutlaka.
Sonra herkes gibi evlilikler, Anadolu’nun her yerinde çalışmalar; sonunda askerliği bırakmış, sivil kuruluşlarda çalışma dönemi başlamış.
Birbirimizi tanımazken paylaştığımız sinema-fotoğraf tutkusuna Kâzım Mirşan aracılığıyla yeni bir sevda eklenmiş: Güneydoğu’daki dağlarda bulunan kaya resimleri. 2003’ün Ekim’inde, Yüksekova yöresine yaşamayı seçmiş, yaylasına, çevresindeki dağlara sözün gerçek anlamında vurulmuş. Bedensel olarak da buna uygun olduğundan, başlamış çalışma saat ve günlerinin dışında dağlarda dolaşıp görüntülemeye.
Bilgisayar arkadaşlığımız sırasında, 8 Ekim’de İstanbul’a geleceğini, kendisi gibi dağcı arkadaşlarına bir saydam gösterisi sunacağını söylemiş, beni de çağırmıştı; gerek tepemize çöken sömürgeci saldırısının gün geçtikçe ağırlaşması, gerek yaşımın büyümesi, akşam 8’de yapacağı gösteriye gidip gidemeyeceğimi pek bilemiyordum.
Ama o sabah saat 10’a doğru kapı çalındı, sırtında dağcı çantası, ak saçlı bir delikanlı belirdi merdivenlerde, ve bir iki kez telefonda işittiğim tok ses: Bertan Bey, kitabınızı getirdim.
Meğer bir başka dağ ve fotoğraf sevdalısı, Ersin Alok, Aliciğimin kutular dolusu saydamlarını görmüş, kitaplaştırmaya karar vermiş.
Ona kalsa, kitabı kapıdan verip gidecek; neyse ki üsteledim, içeri geldi, soyundu; o arada Sevil de bize katıldı; tatlı tatlı söyleşirken, bir ara: akşama gelemeyebilirsiniz sakıncası yoksa sunumu size burada göstermek istiyorum, dedi; hay Allah! Ne sakıncası olabilirdi böyle bir armağanın? Hemen açtı sayarını, ışığı ayarlayıp yerleştik.
Önce o tok sesiyle neyi amaçladığını açıkladı, ardından, en sevdiğim Güneydoğu türkülerinden biri eşliğinde, Cilo ve Sat Dağları’nın, Yüksekova’nın doğası, çiçekleri, çağlayanları, insanları, koyunları, gölleri.
İkinci bölümeyse, özellikle yaban çiçeklerini serpiştirmişti, hem de okulda öğretmeni de olmuş değerli bestecimiz Bülent Tarcan’ın alabildiğine çarpıcı müziği eşliğinde.
Onu uğurladıktan sonra kitaba baktık Sevil’le uzun uzun; Ersin Alok’a yakışan kusursuz bir baskı; ön sayfalar dağlara yöreye ayrılmış; ardından inanılmaz yaban çiçekleri; son bölümdeyse, Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan’ın, şimdilerde Servet Somuncuoğlu ve arkadaşlarının uygarlık tarihinin yeniden, yansız, Ön-Türklerin hakkını veren yorumu açısından çok önemsedikleri Sat Dağları’ndaki kaya resimleri var.
Çektiği çiçeklerin adlarını koymakta kendisine yardım eden Prof. Dr. Zeki Aytaç ile Araştırma Görevlisi Sırrı Yüzbaşıoğlu’na, fotoğrafları kitaba aslına en uygun biçimde yansıtan Alok İşliği çalışanları Reyhan’la Gül’e teşekkür etmiş kitabın sonunda.
Ben de hem onun arkasındaki bütün olasılık ve gerekliliklere, hem bu kitabı bize armağan edenlere yürekten teşekkür ediyorum.
bertanonaran@hotmail.com

Cumhuriyet, 2 Ocak 2008