22 Şubat 2006 Çarşamba

“TAM İNSAN” ATATÜRK

Gazetelerde okumuşsunuzdur: zıpçıktı bir Amerikalı, Mussolini, Hitler gibi dünyanın paylaşımında görev almış gönüllü katillerle falan yarıştırmış, topu topu bir sayıyla geçirip dünyanın en büyük önderi seçmişti.
Sağolsun, henüz satılmamış bir Türk aydını, Prof. Dr. İlknur Güntürkün Kalıpçı yapılması gerekeni yapmış, elinin altındaki bütün yapıtları tarayarak Büyük Önder’le ilgili en çarpıcı, en sıradan anıları derlemiş. Aslında hepsini anımsatmak isterdim size, ama yerim dar, ister istemez seçeceğim.
“Çankaya’dan Meclis’e gelirken yol üstünde tek bir iğde ağacı varmış;Atatürk, onun önünden geçerken arabasını durup iner, selam verirmiş.Neden böyle yaptığını sorunca: ‘Ee, demiş, o yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az öbür neferler kadar bunun da selama hakkı var.’ Bir gün bir de bakıyor, ağaç kesilmiş. Yolu genişletmek için kesmişler. ‘Yahu,diyor, bana sorsaydınız o ağacı kurtaracak yol bulurdum.’ Sonra dayanamıyor, arabaya biniyor, sürücüyle arkadaşının önünde, hüngün hüngür ağlıyor.”
“Söğütözü’nde dinlenmeyi pek severmiş: ‘Ah şurada bir kulübem olsa’ dermiş. ‘İyi de kulübe yapılırken buradaki ağaçlar ne alacak?’ ‘Aman Paşam, bunlar söğüt ağacı, o gönülsüz ağaçtır, söker başka yere dikeriz, mutlaka tutar.’ Bir an düşünmüş, sonra:’ Tamam, buradaki ağaçları kendi ellerimle sökeceğim, kedi ellerimle dikeceğim, tuttuklarını göreceğim, o zaman kulübenin yapımına izin veririm.’
“Bir gün tarım mühendisi Tahsin Coşkan’ı yanına alıp bir yere götürür, buraya giderini kendi cebinden karşılayarak bir orman çiftliği kurmak istediğini söyler: gösterdiği yer bataklıktır, sivrisinek kaynamaktadır, hayvan leşleriyle doludur. Coşkan olmaz der; Atarürk de : ‘Ben en zorunu yapayım da, siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız’, diye yanıtlar.”Burası yurt toprağıdır, yazgısına bırakamayız.’ Ve o bataklığa çam, akasya, köknar diktirir. Bir üretimlik kurdurmuştur, süt ürünleri sağlamaktadır; 25 Mayıs 1933’te, yine kendi cebinden, Ankara halkını trenlere bindirtir, oraya getirtir, gerçek bir şenlik düzenler: Türkiye tarihin ilk Çevre Günü kutlanır. Dahası, orada hiçbir şey bitmez diyen tarım mühendisi Coşkan’ı ve daha başka uzmanları neden dinlemediğini soran arkadaşı Nebizade’ye şunları anlatır: ‘Coşkan’ın yanıtından sonra kılık değiştirip Çankaya’dan kaçtım, buraya geldim. Köylüler beni tanımadılar. Burada ağaç bitip bitmeyeceğini bana nasıl kanıtlarsınız? Diye sordum. Bana bir testi su, kazma kürek verdiler. Şurayı kazıp test iyi göm, iki gün sonra gel, biz sana olup biteni söyleriz.’ O iki günün Çankaya’da nasıl geçtiğini bir ben bilirim, bir de Tanrı. İki gün sonra gittim, testiyi çıkardım, içindeki su bitmişti. Köylüler:’ Ağa, dediler, testide su kalmamış, demek toprak suyu emiyor, bakma üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş buraya ne ekersen biçersin.’ Dolayısıyla, Coşkan’ın olumsuz durum bildirisi geldiğinde ben çoktan işe koyulmuştum.’
“Ve en güzeli, her şey ortaya çıktıktan sonra, Orman Çiftliği’nin başına Coşkan’ı getirir.”
“ Yıl 1914; Anafartalar’da gündüz yer yerinden oynuyor, güzelim Türk çocukları yurdumuzu bize armağan etmek için gözlerini kırpmadan can veriyorlar, etleri kemikleri havaya savruluyor. Bir tek iğde ağacına ağlayan adam, geceleri çadırında, kandil ışığında kitap okuyor. Okuduğu, Macar Türkbilimci Nemet ile Fransız Türkbilimci Devin’in Türk dilini inceleyen yapıtları; savaşın ortasında neden bunları okutuduğunu sorana verdiği yanıta bakın: ‘Savaştan sonra bu dilin değişmesi gerekiyor, onu saptamaya çalışıyorum.’
Bu kez 1916’dayız; Güneydoğu’da çarpışıyor; Bitlis’te, yaveri İzzet Çalışlar’ı çağırıp
elindeki deftere yazdırıyor: ‘Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınını özgürlüğe kavuşturmak, ona erkeğiyle aynı hakları sağlamaktır.’
Biliyorsunuz, dini imanı para olanlar buna benzer binlerce örnek saysanız, iyi ama ülke neyle çekilip çevrilecek? diye sorarlar. Anlamak isteyenler için, Sayın Kalıpçı’dan bir bilgi daha alacağım: 1919’da, yıkımın göbeğinde, bir Sterlin 605 kuruş; 1938’de, 19 yıl sonra, 616 kuruş.19 yılda topu topu %8 artmış; ama Mustafa Kemâl Atatürk’ün hastalığının ağırlaşmasından sonra geçen son 4 ayda ise paramızın değer yitirişi tam %15!
Bütün bunları neye mi borçlu? “Çocukluğumdan beri elime geçen iki kuruştan birini kitaba vermeseydim bugün yapabildiklerimin hiçbirini yapamazdım.”
İlknur Kalıpçı’nın bu güzel çalışması bir saptamayla bitiyor:
“İnsanüstü değildi Atatürk
Tam insandı!”



Cumhuriyet, 22 Şubat 2006.

14 Şubat 2006 Salı

SALİ

PMP Basım Yayın, Mayıs’ta, AKM’de Sali (h) Turan’ın Yol Poşadları’nı sergilemiş; Erkal Yavi’nin tasarımıyla bir de kitabını basmış. Biz Mayıs başında Küba’yı gezmeye gittiğimiz için sergiyi gezemedim; ama hem önceki iki sergisinin, hem bunun kitabını yollamışlar, dolayısıyla kaybımı bir ölçüde giderdim.
Salih, kendi deyişiyle, “iki yaşlarında dağdaki dere yataklarında buldu renkle taşla başlamış çizmeye, tahtadan kom’un (yayla evinin) duvarlarına”.
Ve bütün coşkulu benzerleri gibi, çizip boyarken konuşup yazıyor; kitaptaki kendi kendine ya da karşısındakiyle konuşmalarını okurken yaşam-sanat anlayışı açıkça görülüyor.
İçten bir meraklı olarak, içinde bulunduğumuz evreni ve kendimizi anlayıp anlatmaya çalışırken, tek bir temel ilke görebildim bugüne dek: o güne dek yapılmış yorumlara eleştirel gözle bakabilmek ve kendi yorumunun özeleştirisi yapabilmek.
Günün birinde şöyle demiş anasına: “Ana, ha bu resmime bi şey söyle. Durdu, baktı.’Çok karışık uşağum’ dedi.”
Ondan önceki resimleri nasıldı bilmiyorum, ama anasının uyarısını ciddiye aldığı belli, elimizdekiler alabildiğine yalın.
Başka bir yerde şunu okuyoruz: “…Benim insanlarım çok ilginç, giysileri yok, ama çıplak da değiller. Kadın görmek istiyorsan kadın, erkek görmek istiyorsan erkek, yani ağırlıklı olarak ‘insan enerjisi’ni düşündüğüm için, orada cinsiyet sonraya kalıyor.”
Kitaptaki resimlere bakınca, bu dediğini de eksiksiz uyguladığını görüyorsunuz; eh zaten ancak düşündüğünü yapabileni özgün yorumcu saymıyor muyuz?
Bir söyleşide şöyle demiş: “Benim sonsuz modelim var.Meyhanedeki bir adam, sokaktaki şarapçı, güzel vücutlu kızlar, dostlarım, kim olursa benim modelimdir. Bulduğum yerde resme başlarım, çok hızlı çalışırım, çünkü ben insanları karşımda oturtmaktan çok, hareket hâlinde çiziyorum…”
Kitaptaki resimler, bu konuda da sözüyle özünün bir olduğunu kanıtlıyor.
Özlem Altunok’un bir sorusuna şu yanıtı veriyor: “Eğer yaşayarak ve duyarak farklı alanlar, yeni kompozisyonlar, yeni duygular edinirseniz, paradigmanız değişir, o zaman resim de değişir.(…) Görselliğin değişimiyle birlikte, o hızın içerisindeki atlamalar sırasında doğanız da değişiyor. Yoksa aynı hislerle, aynı bakışla istediğiniz yere gidin, aynı resmi yaparsınız.”
Yol poşadları, bunu da kusursuz uyguladığını gösteriyor.
“…Karşımda Selçuk Kalesi ana görsel uyarıcımdı. Dik yamaçlardan taşınan taşlar insanlarla yol alıp yoruluyorlardı. Hepsini görmeye başladım.Tepede korunaklı kalenin inşaatı başlamıştı. Sonra Kalenin içinde, kilise, cami. Gökyüzüne bakıyorlardı.Şaşkınlıkla durdum, ve ‘iki korku,bir yaşam’ dedim.
Tepeye çıkıp konaklıyorlar, aşağıdan gelecek insanlardan korktukları için. Tepede tapınaklar yapıyorlar, yukarıdan gelecek tanrıdan korktukları için.”
Ressam-ozan William Blake: “günahtan ve acı çekmekten korkan kişilikli olamaz” demiş; Salih’in bu ikisini de aştığı açıkça belli.
İki ünlü dostu ona renk çılgını demişler; bence çılgını değil vurgunu. Çünkü bizim o güzelim deyim uyarınca, can gözüyle bakabiliyor dünyaya:
“Yarasa değilim, ama gece görürüm. Tüm renklerin kaybolduğu anda, gecenin sonsuz karanlığında görürüm. Çünkü gündüz ışık altındaki bir ağaç, gece yine aynı yerde durur. Aynı güzellikte yaşar. Aynı renkleri taşıyarak. Karanlık güzellikleri yok edemez, örter. Benim görselliğim de örtü altındadır.”
“Eskizi tuvale geçirmek, yaşanmış bir heyecanın öldürülmesidir”, dese de, yaşamyolu boyunca tutkusu, coşkusu hiç bitmediğinden, içinde ya da dışında kendine yeni uyarıcılar bulmuş, birbirinden çarpıcı, yalın resimler yapmış. Ne büyük talih!
Sergi bitti elbet, ama o güzel kitap sizi bekliyor.
sbonaran@yahoo/hotmail.com

8 Şubat 2006 Çarşamba

ALİ EKBER ÇİÇEK

İsmet Arslan’ın Berfin Bahar Dergisi, 95. sayısında türkülerimizin usta yorumcusu Ali Ekber Çiçek’e baş köşeyi ayırmış; çok iyi etmiş elbet.
Ben bir asker çocuğu olarak ilkin biricik yayın aracı olan radyoda şarkıları dinleyerek büyüdüm; sonra buna hafit Batı müziği eklendi; Üniversite’ye girdikten sonra, arkadaşlarımın birinin evinde ilk kez klasik müzikle, Rossini’nin Cezayir’de Bir İtalyan Kızı’nın açılış müziğini dinleyerek tanıştım. Güzelim halk türkülerimize gelişimse ancak 1964 yılında, Cevat Çapan’ın evinde Ruhi Su’nun o dönemde gizli gizli elden ele aktarılan, sevgili Ziya Şav’ın evinde alınmış bandı dinleyerek oldu.
Ondan sonra, yine radyoda tek ya da toplu türküleri seçerek dinlemeye başladık; o dönemde büyük bir özenle, saygıyla hazırlanan izlencelerde bir ikili, Cemile Cevher-Ali Ekber çifti, gerek seçtikleri türkülerle, gerek öbürlerinden kolayca ayrılan saygılı yorumlarıyla dikkatimizi çekti; edindiğim ilk kayıt aygıtıyla bu izlenceleri saptamaya başladım.
Ali Ekber Çiçek, Hz Davut’tan ödünç aldığı tok sesiyle, insanı hayran bırakan saz çalışıyla Sevil’le benim gönüllerimizde hemen taht kurdu. Ve bu taht hâlâ sapasağlam duruyor.
Ali Ekber, Orta Asya’da Şamanların oluşturduğu hamuru Anadolu’ya taşımış olanların torunu; yalnız insanı havalara uçuran güzel ezgiler çalıp söylemiyor. Ayrıca, her türküsü, deyişi, insan kardeşlerine bilgece, uygarca yaşama öğütleri veriyor.
Humay kuşu yere düştü ölmedi
Dünya Sultan Süleyman’a kalmadı
Dedim yâre gidem nasip olmadı
Ağlama gözlerim Mevlâm kerimdir.

*
Uçtu gönül kuşu hâlâ dönmedi
Akan gözyaşlarım birden dinmedi
Bir dost buldum o da dertten bilmedi
Yalnız kaldım acı dillere karşı.
*
Geldim şu âlemi ıslah edeyim
Özümü meydanda buldum sonradan
Zaman mahlûkuna göynümü verdim
Sermayeden zarar ettim sonradan.
*
Kırma gönül şişesini
Yapan bulunmaz bulunmaz
Yıkma Hak’kın bahçesini
Ören bulunmaz bulunmaz.

Hüseyin Kenan Gönen’le söyleşirken, sazı için şunları söylüyor: “Bizim Erzincan’da, düğün derneklerde klarnet, keman, cümbüş çalarlar. Sazımız sadece evlerde, cemlerde; bir de ağır misafir geldiği zaman çalınır. Saz dışarıya çıkmaz. Zaten Muharrem ayında da perdesinden kırmızı kurdele ile bağlanır, hiç çalınmaz.”

“Bizim cemden birisi çıkıp da bir başka insanın yüzüne tebessümsüz bakarsa onun derdine derman olmaz. Kapında fantom uçağın olacak; varın içinde yok olacaksın, felsefemiz budur. Yunus’un bir sözü var:’Yaradanı severim yaratılandan ötürü’”.
Zaten çok sevdiğim türkülerinden birinde şöyle der:
Hak’kın cemâlin görmek diler isen
Nûr ile pâk olup insanla görüş
Kendi cemâlin görmek diler isen
Nûr ile pâk olup kendinle görüş.


Sevgili Ali Ekber Çiçek, her şeyin herkesin çürüyüp yozlaştığı bir dünyada ömür boyu bu kadar soylu, onurlu kaldığın; ışığınla bizi arıttığın için sonsuz teşekkürler.



Cumhuriyet, 8 Şubat 2006