30 Haziran 2004 Çarşamba

NEVİN İŞLEK-MEHLİKA BAŞ

Nevin’le yollarımız iki anaçizgide kesişiyormuş:yazın ve resim;ama sevgili İnci Bengiserp resimlerini sergilemese,bilinçli olarak varlığından habersiz yaşayacaktım.
Bütün gerçekten soylu insanlar gibi,o da alçakgönüllü;günün birinde,resimlerini koltuğunun altına yerleştirip Hobi’ye getirmese,evindeki sessiz üretimi sürüp gidecek.
Oysa,evrendeki bütün varlıklar gibi,onda da çekingenliğin,utangaçlığın yanında yiğitçe bir girişkenlik de var;nitekim,yaşamının başlarında,içinden gelerek yazdığı öykü denemelerinin yanında,resim yapmaya da giriştiğinde,bakmış bu sanatın abc’sini de bilmiyor;ayrıca,ya parası yok ya alacağı yerleri öğrenememiş daha,oturup en doğru kişiye,Bedri Rahmi’ye bir mektup yazıyor;resim bezi (tual) yapımını soruyor;mektuba çizimlerinden bir demet de ekliyor.
Bedri Bey’in kişiliğine yakışır biçimde,sevecen bir yanıt geliyor.
Sonra günün birinde Cumhuriyet’te,Bedri Bey’in Nişantaşı’nda özel bir sanat okulunda ders verdiğini okuyor;hemen gidip yazılıyor.
Bir Alevi türküsü:Doğru geldi isen dosta/Öldü isen can bulunur,der;bu ilişkide de öyle oluyor:öğretmenle öğrenci eksiksiz çakışıyor.Ama yaşam değişken,günün birinde usta o okuldan ayrılmak zorunda kalıyor,”beni sevenler Narmanlı Yurdu’na gelsinler”diyor;bu çağrıya uyan birkaç kişi arasında Nevin de var.
Sevgi dolu alışveriş öyle mutlu gelişiyor ki,günün birinde Bedri Bey’den resim almaya gelen bir yabancı,Nevin’in de bir çalışmasını alıyor.
Sonra,yine yollarımız kesişmiş,ama görüşemeden:Nevin, De Yayınevi’nden can dostum Hasan Özay’la evleniyor,biri kız biri oğlan ikizleri oluyor,Gebze’de yaşıyorlar.
Yıllardır beni Yeşilköy’deki ev-işliğine çağırırdı,bir türlü göze alıp gidemezdim;geçende bu işi becerdim,ödülümü de aldım:evinde üst üste yığılı resimler arasından Gebze’de yaptığı bir iki resmi gösterdi;tam kişiliğine uygun,benzersiz,öykünmesiz,içten yapıtlar;pazara gelen köylü kadınları,fırın işçileri,güzelim sıradan insan kardeşlerimiz.
Sonra en sevdiği varlıklar,kediler;kediler,düşler,özlemler...Resimleri sevgi dolu birer masal.
Ama kendisi yurdumun en bilinçli,en temiz yürekli yurtseverlerinden biri;günün birinde Ulusal Kanal’ı buluyor kablolu yayında;artık sabahtan akşama,hem de yüksek sesle açık televizyonu,mutfakta çalışırken bile en azından konuşmaları dinliyor can kulağıyla.
Ancak yakından ilgilenenler biliyor,efendilerimizden gelen buyruk üzerine yerli uşaklar,bütün yasaları,hukuku,adalet duygusunu ayaklar altına alarak yaklaşık bir yıldır kablo yayını dışında tutuyorlar bu kanalı.İkimiz de merakla,özlemle bekliyoruz.
Mehlika,ikizlerin kız olanı;anasından aldığı gözelerle ve sonraki görsel etkiyle o da başlıyor küçük yaşta kediler karalamaya;annesi o kadar beğeniyor ki,günün birinde,Bedri Rahmi’ye yazdığının benzerini Tan Oral’a yazıyor,kızının kedi resimlerinden bir demeti içine koyup yolluyor;onlar o sırada Kedi dergisini çıkarıyorlar.Tan,uzunca bir süre sonra,çizimleri beğendiğini bildiren bir yanıt veriyor
Mehlika,Akademi’nin gönlünde yatan resim bölümüne değil de, Sinema-Televizyon Enstitütüsü’ne girip okuyor;derken sevda;İlhan’la evlenme; okula ara;sonra bitiriş,ve kısa bir süre özel bir kanalda çalışma;ardından kızı Ekin’in doğuşu.
Ancak resim tutkusu alttan alta işleyip geliyor;günün birinde o da kendini bütünüyle bu anlatıma veriyor.
Anımsıyorum,yine sevgili İnci Bengiserp,mahalledaşları Muhsin Kut’un bir sergisinde,küçük bir köşeyi onun camaltı resimlerine ayırmıştı.
Cahit Burak,”resmin anası da babası da karakalem çizimdir,derdi;Mehlika bunun canlı kanıtı;gözlemi,çizimi kusursuz,yalın,ustaca:tek bir çizgiyle yansıtabiliyor örneğin ortak dostumuz Günay Pesen’in gülüşünü.
Muhsin Kut,Bülent Oran,Güner Ener,İnci Bengiserp ,aile bireylerinden kimileri,karşılaştığı,etkilendiği insanlar en sevecen çizgilerle yansımışlar yapıtlarına.
Bu iki güzel insanı,kimileri gibi,resim sanatını allak bullak etme savları yok;içlerinden geldiği gibi,sevgiyle,sevinçle resim yapıyorlar;ben de,gittikçe tadı kaçırılan dünyamızda,hem özlerine,hem sözlerine bakıp seviniyorum.



30 Haziran 2004

16 Haziran 2004 Çarşamba

“TROYA”

Müzikle,bilimle yakından ilgilenenler kuşkusuz tanıyorlardır Halûk Tarcan’ı:ünlü bestecimiz Bülent Tarcan’ın Fransa’da Bilimsel Araştırmalar Merkezi’nde çalışan,piyanist,etnolog kardeşi;özellikle Ön-Türkler’in geçmişleri ve dillerine eğilen değerli dünya yurttaşı.Atomun gizlerini çözdükten sonra bomba yapılıp insanların tepesine atılmasına,bir saniyede milyonlarca kişinin buhara dönüştürülmesine ses çıkarmayanlardan değil anlayacağınız:dirimin değerini bilen,canlı cansız ütün varlıklarıyla Mavi Gezegeni acunsal ömrü boyunca elde tutmaya uğraşanlardan.
Geçen gün ondan yeni bir ileti aldım;bu ara ünlü kıyım-kırım filmi dolayısıyla Troya yeniden gündemde ya;o konuda birtakım somut katkılarda bulunmak istemiş,ve üzerinde çalıştığı Evrensel Uygarlıkların Dip Kültürü Ön-Türk Uygarlığı adlı yapıttan kimi bilgileri aktarıyordu iletisinde.
Küresel yağmanın,acımasız ve amansız anamalcı-sömürücü saldırısının tozu dumana kattığı şu günlerde,Voltaire’in safoğlanı gibi,gelin bu bilgi bahçesini çapalamayı sürdürelim.
“Troya konusunda fikir yürütebilmek için,kökeni kesin olarak bir türlü saptanamamış Hititlerden önceki Anadolu’yu keşfetmeye çabalamak gerekir.
Sayın Prof.Dr.Afif Erzen ve arkadaşları,Ön-Türklerin,Ön-atalarımızın bir bölümünün İ.Ö. 13 000’lerde Orta Asya’dan Doğu Anadolu’ya göç etmiş olduklarını ortaya çıkarmışlardır.(Doğu Anadolu ve Urartular,TTK,1984.Ank.)
Öte yandan başka bir bölük Ön-Türk İstanbul yöresine,Kemerburgaz mağarasına ve Fikirtepe’ye yerleşmiştir;toprak kaplar üzerindeki 5500’lerden kaldığı hesaplanan Ön-Türkçe OQ ve OZ damgalarından çıkarıyoruz bunu.(Alpay Pasinli,İst.Archeological museum.A.Turizm,1995,İst.)
Daha sonraki dönemlerde,yaklaşık İ.Ö. 1980’lerde,İstanbul’da ilk Ön-Türk siyasal kuruluşlarını gerçekleştirmişler.
Bu ön bilgilere ek olarak,o dönemle ilgili belgeleri okuyabilmek için,41 lehçeden oluşan Türkçe’nin dışında (Başbakov),Asya lehçelerini de bilmek gerekir.Çünkü,yukarıda görüldüğü üzere,Anadolu’nun dip kültürü Ön-Atalarımıza aittir.
Tübingen Üniversitesi’nde yıllardır Troya Projesi’ni yürüten Sayın Prof.Mandfred KORFMANN’ın bu konuda vardığı sonuçlara kısaca göz atalım;Sayın arkeolog N.Bayçin’de okuduğumuza göre:
Evrensel tarih ve kültür açısından çok önemli ilk sonuç şudur:
Troya,Antik Yunan kültürüne değil,eski Anadolu kültürüne aittir.
Bu konuda,Sayın Profesörün öne sürdüğü fikirler arasındaki beş öğe Ön-Türk kültürünü birinci derecede ilgilendirmektedir:
Doğrudan Troya konusuna gelince:
“1-“Troyalılar ölülerini yakarlar...”Ön-Türk kültürün başlıca niteliklerinden biri olan Ateş Kültü’nü Troya’da görüyoruz. Ön-Atalarımız,halkına iyi hizmet BUĞ’u ödüllendirmek (Bey-Han-Kağan) üzere,bedenini ateşe verir;Can’ı Tanrı’ya uçar,külleri yeryüzünde kalır.
2-“...Yunan’a karşı verilen savaşta,kentten kaçanlar arasında,kentten kaçanlar arasında TURCİ’ler de vardır...”Bu bulgu,Türklerin Anadolu’ya İ.S. 1071’de değil,binlerce yıl önce gelmiş olduklarını gösterir.
3-“...Troya’nın asıl adı WİLUŞA’dır...”
Luvi diline ait olduğu sanılan bu ad Ön-Türkçe’dir.
UW-İL-UŞ/A olmalıdır.UW=kutsal;İL=halk;UŞ=yönetim;A=son ek “İ”... Açılınca,KUTSAL HALK YÖNETİMİ...Bu noktadan yola çıkılınca,Luvi dili adı verilen dilin,Ön-Türkçe olma olasılığı ortaya çıkıyor,
4-“...TRO/İA..
(İA,İE) son ekleri,Ön-Türkçe’deki İERÜÜ fiilinden gelmektedir.Buna göre,TRO-İA,Tro’ların ülkesi demektir:Arab/ia,Türk/İE,Grek/YA,Mezopotam/İA gibi...Geriye Tro sözcüğünün anlamı kalıyor.Bu da acaba AT-UR...ONG...İA mıdır?
5-“...Ölülerini Küp mezarlara koyarlar..”
Ateşe tapınma gereği,Buğ’un yakılan bedeninden çıkan küller ve kemikleri toprak kaplarda saklanır.Bunlardan birinin üstünde Ön-Türkçe bir tümce vardır:TORT ON (ong) OQ:anlamı,”dört öğede başarıyı okumak”tır;başka bir deyişle,dört cihanda,Evrende başarıya ulaşma=Ölümsüzlük.
Toprak kabın yukarı kıvrılmış kulpları ve yüzünün görünüşü ona KUŞ biçimi vermektedir.Yukarıda gördüğümüz gibi,BUĞ’un Tanrı’ya ulaşması için UÇ kavramı kullanılmakta,günahsızlık simgesi olan OQ (uçan kuş) böylece yansıtılmaktadır.
Bu gagasız toprak kaba İ.Ö,4 binlerde Orta Asya’da,İ.Ö.3 binlerdeyse Doğu Anadolu’da KARAZ kazılarında rastlanmıştır.
Kısacası,Troya’daki dip kültürün bir Ön-Türk kültürü olduğu ortadadır.Ancak belli bir süre sonra,bu dip kültür üzerinde yeni bir Anadolu Ön-Türk Kültürü bileşimi ortaya çıkmış olabilir diye düşünüyoruz.
Yeni bulgular sonucu,Troya’nın bütünüyle Ön-Türk olduğu ortaya çıkabilir...”
Görüldüğü gibi,Yunan Ordusu’nu İzmir’de geldiği gemilere binmeye zorlayan güzeller güzeli Mustaf Kemâl Atatürk: “Troya’nın öcünü aldık” derken epey haklıymış.


Cumhuriyet, 16 Haziran 2004

2 Haziran 2004 Çarşamba

NEVA ÇİFTÇİOĞLU

Neva Çiftçioğlu’nu bana Ankaralı dostum Ayşegül Okay tanıttı.Ayşegül’leyse,bu köşedeki “Kanser ve Beslenme” yazısı aracılığıyla tanıştım.
Ayşegül,doğal ve doğru beslenmeden Aydın Karlıbel’e,sinemadan operaya,kukla tiyatrosuna bütün alanlara meraklı gerçek bir yaşama sanatı uygulayıcısı.
Neva Çiftçioğlu da zaten sanırım müziğe ilgisinin sonucu tanıdığı bir insan:TRT’de izlenceler düzenleyen Vefa Çiftçioğlu’nun kardeşi.
Tıp okumuş;ama belli ki hekimlerin çoğu gibi yalnız serçe parmağımızla ya da saçımızın teliyle sınırlı değil ilgisi;bedenimizde kireçlenmelere neyin yolaçtağını merak etmiş,bunu araştırmış.Sonunda da bulmuş.
Ancak,bu konudaki çalışmasını özetleyen doktora savını öğretmenine verdiğinde,hem de hastaların yanında,şöyle kapağına bakılıp:haa,bu mu,doğruca çöpe,yanıtını almış;ve çalışma dosyası gözünün önünde gerçekten çöpe atılmış.
Bunun üzerine kalkıp Finlandiya’ya göçmüş;çalışması orada beğenilmiş,doçentliği onaylanmış;kireçlenmelere yolaçan etkene nanobakteri adını vermiş.
Kendisiyle yapılan söyleşide:Türk olduğunuz için tepki gördünüz mü? sorusuna:Türk oluşum,kadın oluşumdan daha büyük sorun yarattı,diyor.
Derken,rastlantı ve gereklilik,Finlandiya hükümeti buluşunu dünyaya açıklaması için Neva’yı 1996’da Amerika’ya gönderiyor;New York’taki Cold Spring Harbor Laboratuvarı’na gidiyor.Burada yaptığı açıklamaların sonunda,ünlü uzay araştırmaları kurumu NASA’yla ilişkisi başlıyor.
Neva bedendeki kireçlenme ve tıkanmalara yolaçan etkeni ararken,NASA aynı bakteriye Mars’ta rastlıyor;alıp inceliyor,yapısının Neva’nın nanobakterisiyle aynı olduğunu saptıyorlar;bunun üzerine yazışmalar başlıyor.Derken sonunda,böyle uzaktan yazışmakla olmuyor,gelin bizimle çalışın,diyorlar.
Ve Neva kalkıp Amerika’ya geliyor.
Geliyor,ve elbet ırkçılığın,ayırımcılığın doruğuyla karşılaşıyor;gümrükte arama taramalar.bin bir vize zorluğu.Ee, bütün insanlar kardeştir,bilim,uygarlık ortaktır dedikse ,o kadar da değil elbet!
Çalıştığı bölümdeki üstü,günün birinde açıkça:Senin Türk olmandan yoruldum,diyor;sofrada Müslümanlığını gözetip önüne domuz eti getirmemeye özen gösteren,ona tavuk sunan insanların kafa yapısına bakın!
ABD’den ya da AB’den gelen akıl hocaları,sabah akşam:Nedir bu Atatürk Atatürk?bırakın artık bu çağdışı dinsiz imansız adamı,ılımlı kilimli İslama sımsıkı sarılın! demiyorlar mı?
Ama işin çok daha acıklı bir yanı var;bütün baskılara karşın onların uyruğuna geçmeyen Neva,yurdumuzda hangi üniversiteye başvursa;hem ortaya çıkardığı bakteriyle ilgili ilâçların yapım ve satımında,hem de şimdilerde üzerinde çalıştığı yürek ve böbrek hastalıkları konusundaki çalışmalarında işbirliği yapma önerileri inatla,kabaca geri çevriliyor.Yalvarıp yakarıyor:gelin,bu buluşlarla elde edilecek gelir ülkemizde kalsın,dışarı avuç avuç para akıtmayalım,diyor,ama boşuna.
Ekinsel buyuruculuk(kültür emperyalizmi) bu olsa gerek: ille para pul verip çalıştırmanıza gerek yok,her açıdan geri bıraktırdığınız ülkelerdeki okumuşlar,gönüllü olarak sizin için çalışıyor;şu an başımızdaki siyasetçiler gibi,kendi yurtlarını köleleştirmek için canla başla çabalıyorlar.
Şimdiye dek,elde ettiği başarılardan dolayı,yalnız Ziraat Bankası eski Genel Yöneticisi’nden bir kutlama kartı almış;gözü gibi saklıyormuş.
Canım Nevacığım! Bakan,yönetici,işadamı,kısacası ağırlığı olan biri değilim;ama seni tanımaktan,seninle birlikte bir Anadolu,Atatürk çocuğu olmaktan sonsuz sevinç,övünç duydum !
İnsanlık günün birinde bu çılgınlıktan kurtulup doğal,evrensel özüne dönebilirse,şimdi oturtuğu tahtlardan katilleri indirip seni ve bezerlerini oturacak canım!


Cumhuriyet, 2 Haziran 2004