31 Mayıs 2006 Çarşamba

FİDEL’İN MUTLU ÇOCUKLARI

Sevil artık gezmeye başlayalım, dedi; oturup gitmek istediğimiz yerleri sıraladık, Küba ağır bastı. Bunun üzerine, birkaç girişimde bulunduk; ikisi sonuç vermedi, özel bir gezi kuruluşuyla gitmeyi kararlaştırdık, ve Sevil, Nilgün, ben uçağa atladık.
Daha önce Küba’yla ilgili bütün haberleri yakından izlemiş, Oliver Stone’un Castro’yla ilgili iki filmini ve Bânu Avar’ın Küba Belgeseli’ni görmüştük; yine de büyük merak içindeydik, göreceklerimiz umutlarımızı kıracak mıydı yoksa bizi sevindirecek mi?
Doğrusu, uzun bir yolculuktan sonra Havana’ya indiğimizde, daha ilk izlenim son derece olumluydu: Havaalanındaki bütün görevliler, kadınlı erkekli, güleçti . Pasaportlarımıza küçük kulübeciklere oturmuş özenli, bakımlı, güleryüzlü kızlar baktı.
Gezi kılavuzumuz da onlar kadar güleryüzlü, tatlı dilliydi: Tülin Uğurlu. Kapıda bizi yerli kılavuzumuz Joel karşıladı; havalandırmalı otobüsümüzle kalacağımız konukevine gittik. Bu işe ayrılmış özel bölgedeki konukevimizin açılışını Fidel’in kardeşi Raoul Castro yapmıştı. Odamım alabildiğine geniş, temiz, serindi. Konukevinin giriş katında şırıl şırıl akan bir su, arkasında kocaman bir havuz. Öbür yakada, yan yana sıralanmış çeşitli özel lokantalar; hepsinde kızlı oğlanlı pırıl pırıl gençler, herkesin yüzü gülüyor, her fırsatta şarkılar mırıldanıyor, dans etmeye başlıyorlar.
İlk gün Havana’yı geziyoruz, belli başlı yerleri, Hemingway’in içki içtiği barları, Devrim Alanı’nı dolaşıyoruz.
Bir ara bir parktan geçiyoruz, ilk köşede tertemiz kırmızı etekler, beyaz gömlekler giymiş kızlar bez bir topla gürültü etmeden oynuyorlar; az ileride, sıcak taşlara oturmuş iki küçük çocuk, yapraklarla oynuyor; biraz sağında başka bir küme başka bir oyuna dalmış. Bağırıp çağırma, itişip kakışma yok.
9 Yıllık temel eğitim, bütün öbür temel gereksinmeler gibi, parasız; ilkokul çocuklarının kırmızı etek pantalonları, ortada tütün rengi etek pantalona bırakıyor yerini; liselilerinki daha koyu renk. Bütün bu öğrenciler, günün her saatinde, kentin cıvıl cıvıl sokaklarında çok sıkı olmayan bir düzen içinde gidip geliyorlar; yine en küçük bir gürültü itişip kakışma yok.
Küba yemyeşil, suyu bol; toprakların %25’i tarıma ayrılmış; bunun da %21’inde sulu tarım yapılıyormuş; konukevindeki sofra Küba’nın bütün ürün zenginliğini önümüze seriyor.
Sokaklar, caddeler, kentler arası yollar düzgün, temiz; araba çok az; dolayısıyla gerçek bir sessiz cennet. Yüzü gülen insanlar, duraklarda, sabırla kamu araçlarını bekliyor.
Küba’da Fidel’in bir tek yontusunu, resmini göremedik; buna karşılık, Devrim Şehidi Che hemen her yerde; ama bizdeki ürün tanıtım panolarının yerini Fidel’in halkına seslenişleri almış: Devrim nereden nereye geldi, bundan sonra nereye gidecek, anlatılıyor sayısız kez. Nilgün bunlardan birini defterine yazdı: Sorumluluk sizde, koruyun!
Yine bizdeki avaz avaz bağıran plak disk satan dükkânların tersine burada her köşede canlı insanlar tek ya da birkaç kişi çalıp söylüyor, çoğu kez oynuyorlar: tadına doyulmaz bir şenlik. Ve hepsinin ceplerinde hazırladıkları diskler var, çalıp söylemeye ara verince, getirip sunuyorlar: yalnız 10 peso. Demek ki herkesin emeği değerlendirilmiş.
Bir akşam, Küba Ulusal Konukevi’nde bir gösteri izledik: binbir renkli giysilerle, danslar ve şarkılarla Küba’da yaşamış, iç içe geçmiş halkların, Yerlilerin, Karaların, İspanyolların tarihi özetlendi.
Fidel Castro, gördüğüm kadarıyla, iki büyük kuramcının, Marx’la Reich’ın tasarladıklarını eksiksiz uygulamış; halkını hem siyasal-parasal, hem cinsel açıdan gerçek bir devrime kavuşturmuş – bunu ne yazık ki Moskova gerçekleştiremedi, şimdi çektiğimiz, daha da çekeceğimiz acılar bundan.
Sağlanan bu genel güvenlik, eşitlik, mutluluk içinde elbet kimi eksikler göze çarpıyor; ama bu güzelim Küba halkının ve başarılı yöneticilerinin değil, bizim de içinde bulunduğumuz savurgan, sorumsuz anamalcı dünyanın kusuru: aynı ülküyü paylaştığını savunan Putin’in neden Küba halkına yardım etmediğini ben anlayamadım, anlayan varsa beni aydınlatsın lütfen.
Sözün kısası, bizde sevgili Atatürk’ün tasarladığı, düşlediği şeyler Küba’da insanların günlük yaşamında; üstelik, onca acıdan sonra, öbür Güney Amerika ülkeleri de Fidel ağabeylerinin, dedelerinin yoluna girmekte. Darısı bütün dünyanın başına!

Cumhuriyet, 31 Mayıs 2006

17 Mayıs 2006 Çarşamba

KIYMET GİRAY’IN “ORHAN PEKER”İ

Kıymet Giray’a zaten borcum vardı, Ayten Yetiş Doğu’dan, sergisinden, kitabından söz ederken adını anmayı unutmuştum; derken bu borcu katladı: Beşiktaş Belediyesi’nin Çağdaş Sanat Merkezi’nde açtığı Orhan Peker sergisini duyurdu, kitabını yolladı.
Günümüz ulaşım kargaşasında Akatlar’a gitmeyi göze alamadım, bereket kusursuz kitap elimde. Kapağını sevgili Erkal Yavi tasarlamış, yapıtların saydamlarını Ali Konyalı çekmiş.
Kıymet, çok yerinde bir seçimle, önce Orhan’ın yaşamöyküsünü özetlemiş; bilirsiniz Demokritos’un ünlü ikilisini, “olasılık gereklilik”i sık anarım; Orhan’da bu ikili başından beri kusursuz işbirliği yapmış: yakışıklı, yetenekli doğmuş. Geleneksel değerlere de, çağdaş gelişmelere de sevgi ve saygıyla bakan ailesi, daha küçük yaşta yeteneğini bulgulamış; hem anası babası, hem ablaları ressam olabilmesi için her türlü özeni, yardımı esirgememiş.
Ve öbür yetenekli ressam adaylarından ayrı olarak, ablasının öğretmen eşinden Almanca öğrenir; bu dil, ileriki yaşamında birçok fırsatı değerlendirmesine, yeni fırsatlar yaratmasına izin verecektir.
1945’te Akademi giriş sınavını başka bir yetenekli, Turan Erol şöyle anlatmış:
“Minyon kara bir oğlanın bir adım ardında durduk. Minyon ama yakışıklıydı, çalışmasını izlediğimiz delikanlı saçlarını özenle taramıştı. ‘Homeros’ büstünün yüzündeki ışık-gölge oyunlarını ıkıntısız sıkıntısız yetenekli ellere saptamaktaydı. Resim sehpasının köşesine tutturulmuş sınava giriş belgesine göz attım, adı Orhan Peker’di…”
Kişiliğini yansıtan başka bir alıntı:
“…Resim yapıyor muyum? Öyle yazmışsın. Bu lâfa ne denir? Benim gibi akşama kadar resim yapan resim yiyip içen bir adama, tabii iş olsun diye böyle soru sorulur. Hepsini geçelim, belki bu ara biraz değiştim. Eskiden çok ciddiye aldığım şeyleri, belki şimdi soğukkanlı karşılayabiliyorum. Şu veya bu şekilde düşüncelerim değişti. Fakat resim yapmak – sanat yapmak- neşemi hiç kaybetmedim.”
Ve birbirine eklenen güzel halkalar, Bedri Rahmi, El Greco, Velasquez, Meinecke, Kokoşka, Viyana, Paris, Madrid, Münih, Tokyo…
Resim sanatımızın bildiğiniz parlak adlarıyla oluşturulan On’lar Grubu; birbirini izleyen sergiler, yarışmalar, ödüller. Şimdi de sanata bakışını yansıtan şu sözleri okuyun yeniden:
“Ben içinde bulunduğumuz çağın bütün meselelerine karşı tam bir alâka duyan insanın gerçek sanat yapabileceğine inanıyorum. Ne yapalım ki ben de iyiye varmak, güzele varmak isteyen her sanatkâr gibi ‘gerçek sanat’ yapmak istiyorum. Resim dediğimiz şu işin, sadece göz boyamak işi olduğunu kabul etmiyorum. Öyle olsaydı veya öylesini yapmak isteseydim – samimi söylüyorum – bırakırdım bu yolu. İşte bu bakımdan estetik çalışmaların yanı başında bir gün sosyal meseleleri de ciddiye almak gerekiyordu. Ancak bir farkla. Ne bir sosyolog katılığına düşmek, ne de dogmatik düşüncelere saplanıp kalmak. Nitekim bugün sosyal gerçeklerin her türlüsüne karşı koyamayan sanatçı tipleri, ya fildişi kulesine kapanıyor, ya da bir nevi toplum dinciliği yapıyor. İşi madrabazlığa, istismara götürenleri bir kalem geçelim. Kabul etmek gerekiyor ki, bizim tuttuğumuz yol, yolların en zoru. Hem güzel eser yapacaksın, hem de doğrudan yana olacaksın.”
Sizin anlayacağınız, Belediye Başkanı İsmail Ünal’ın sağladığı olanaklarla, çok doyurucu bir sergi düzenlenmiş; çok değerli bir belge kitap basılmış. Böylece vergilerimiz en yararlı biçimde kullanılmış.
Kıymet Giray da, adına yakışan bir çalışma yapmış; bütün benzerleri gibi ressam doğmuş, ressam olabilme talihine kavuşmuş Orhan Peker’in değerini kusursuz ortaya koymuş.
Hepsine yürekten alkış!



Cumhuriyet, 17 Mayıs 2006