26 Mart 2003 Çarşamba

MERYL STREEP

Sinemasever olup da Meryl Streep’i tanımamak, dahası, vurgun olmamak elde mi? Doğa vergisi güzelliğine, duyarlılığına bir de sıkı bir eğitimi ekleme talihine ermiş bu sıradışı varlık, daha ilk filminde, Julia’da, dört büyük oyuncunun arasında, hem güzelliğiyle, hem ancak şöyle bir gösterilen duyarlılığıyla gözümüze çarpmıştı.
Sonra, Geyik Avcısı’nda, Fransız Teğmenin Kadını’nda, Sophie’nin Seçimi’nde, daha başka bir dizi güzel yapıtta bizi hiç düşkırıklığına uğratmadı; tersine, sevinçten havalara uçurdu yeteneğiyle.
Şimdi adını unuttuğum bir Avustralya filminde, oralı bir orta sınıf aile kadınını öyle inanılmaz oynuyordu ki, eli yüzü davranışları, o kadar iyi bilmesem de, Avustralya ağzı İngilizce’siyle gerçek bir mutluluk kaynağıydı.
Kırk yıllık İtalyan westerni kahramanı Clint Eastwood’un hem yönetip hem birlikte oynadığı filmde de öyle.
Günümüz sinemasının ağzımıza sürdüğü biberler yüzünden, onun karşıkonmaz çekimine karşın, ürke ürke gittik sanat yoldaşım Nilgün’le Tersyüz’e. Gitmez olaydık.
Nicolas Cage denen Amerikan tohumunun tek bir kopyasına dayanamazken, yönetmeyen, iki örnek çıkarmasın mı karşımıza!
Gerçek bir beyin- ağız sürgününün ardından, Meryl de düzeysizliğe ayakuydurdu, film rezillikler içinde sona erdi.
Buna karşılık, Virgina Woolf’un yaşamından yapıtlarından esinlenerek yazalıp çekilmiş Saatlar sanat adını verdiğimiz şeye eksiksiz yakışan bir yapıttı.
Michael Cunningham’ın filme bakınca Pulitzer Ödülü’nü bileğinin hakkıyla kazandığı anlaşılan romanından yola çıkılarak tasarlanmış çekimöyküsüne dayanıyor – ne yazık ki bu işi başaran insan kardeşimin adını belleyemedim, ama bu filme nasılsa bir daha gider, öğrenirim.
Virginia Woolf’’un Mrs Dalloway’i yazdığı ünlerde başlayıp, evlerinin yakınlarındaki akarsuda canına kıymasıyla sona erecek zaman kesitinde, üç ayrı evde, üç kadının yaşadıkları saatları anlatıyor filmi.
Üç ev, üç mutsuz kadın, üç ayrı dönem: yüzyılın başları, ortası, 2001.
Bu üç ayrı dönemdeki kadınları canlandırmak üzere seçilen oyuncuların berense, düşünsel, duygusal sıradışılıkları; zaten filmdeki rol dağımı kusursuz: hizmetçilerden çocuklara, erkeklere dek herkes yerli yerinde, son derece çağrışımlı; herkes işini insanı sanatın arıtıcılığıyla havalara uçurtacak kadar başarılı.
İkinci kadının yüzüstü bırakılmış, duyarlı –sonradan yazar, ozan olacak – oğlunu canladıran Ed Harris soluk kesici; Virginia’nın kocasını oynayan, adını yazmaya fırsat bulamadığım sıradışı insan da öyle.
Yönetmen Stephen Daldry işini , olması gerektiği gibi biliyor: bu filmi yatırılan paraları, emekleri boşa harcamamış Tersyüz’deki gibi.
Meryl’le Harris’i, Virginia’yla kocasını, Laura Brown’la kocasını, oğlunu, belki kanser tanısı konup bir daha hastaneden çıkamayacak çarpıcı kadın komşunu izlemek yeryüzünde tadılabilecek hazların en inceleriydi.
Hoyrat yetiştirilmiş, hoyrat bırakılmış, dolayısıyla kadınlarınkine denk bir yalnızlık içinde yaşayan erkeklerden – onları bu hâle ne yazık ki işte o yaralı bereli, sevgisiz, mutsuz kadınlar, anneler getirdi, getiriyor – umut kesen kadınların birbirlerine yönelişleri, tensel hazzı da, sevgiyi de birbirlerinde arayışlarını Cunningham da, Daldry de, başka bir deyişle, iki erkek, kusursuz sezip yansıtmışlar.
Kendinize şölen vermek üzere, umarım gösterimden kalkmadan bu acı, onurlu şiiri görüp tadarsınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder