21 Şubat 2005 Pazartesi

ANTİK SERGİLERİ

Tevfik İhtiyar, 2004’ü çarpıcı bir sergiyle bitirdi: Nedim Günsür.
Her zamanki gibi, gerek özel derlemelerden, gerek müzeden yararlanarak sevgili Nedim Günsür’ün her dönemden belli başlı yapıtlarını bir araya getirmişti.
Elbet bir de katalog basmış;başında Turgay Gönenç’i ustaya yazdığı şiir,ardından Nilgün Yüksel, Bilge Aydoğan, Yücel Sönmez ve Tevfik arasında bir söyleşi;en sonunda da Emine Günsür’le yapılmış “Bir Ressamla Yaşamak” adlı konuşma var.
Emine Hanım, bir bakıma benim de tanık olduğum resim serüvenimizi özetliyor o konuşmada; 54-78 arasında, bir ressamla bir öğretmen, ayakta kalabilmek, resmi sürdürebilmek için ne çileler çekmiş, ne çarelere başvurmuşlar! Ben bu ustalardan ikisini, Mehmet Pesen’le Hulusi Sarptürk’ü Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciyken tanıma talihine erdim;daha sonra belki onların aracılığıyla, belki gezmeye başladığım galeriler arasındaki Cumalı’da Nedim Bey’i de canlı olarak tanıdım; ama elbet resmin zor satılışıyla, dahası hemen hiç satılmayışıyla ilgili sorunları ancak Cihat Burak’ı tanıyıp yakın dostu olduktan sonra ayrıntılı öğrenebildim.
Andıklarımın hepsi soylu, onurlu insanlardı, resmin satılmayışıyla ilgili en küçük bir yakınmalarını işitmedim; satıldığı dönem gelince de davranışlarında en küçük bir değişme, bir şişinme, böbürlenme olmadı; bu hastalık 1980’den sonra, bütün öbür virüslerle birlikte bulaştı Türk toplumuna ve onun böyyük sanatçılarına.
Sergiyi gezerken de, kataloğa bakarken de, bir şey gözden kaçmıyor: çok ender birkaç kişinin dışında, bütün öbür yorumcular gibi, Nedim Günsür de adaların modaların etkisinde kalmış bir süre;o dönemde yaptığı resimler elbette sıradan, öykündüğü Batılı ustalar onların çok daha gerçeklerini yapmışlar. Ama sonra yavaş yavaş kendine güveni gelmiş, kişiliğini, anlatımını, izleklerini bulmuş, onlar üzerinde çalışmış, ve şimdi artık Türk resim tarihine giren yapıtlarını sıralamış.
Bu tuzağa düşmeyen ender insanlardan biri sevgili Cihat Burak’tı: başından sonuna, kendisi; Picasso ile Rembrandt’ı resmin Himalayaları sayar; Bonnard’ı çok severdi;ama tek bir resminde, tek bir çizgisinde onların damgasını göremezdiniz.
Tevfik daha sonra AKM’de iki dostumun sergisini açtı: Şenol Yorozlu ile Yavuz Tanyeli.
Yavuz’un oğlu Can’ın uyuşturucuya kurban verilişinden yola çıkmış iki yorumcumuz da; Şenol arayışlarına: “Beyaz Yazı ve Yolculuk” adını vermiş, Yavuz’sa: “İyilik ve Kötülük Üzerine.”
Bu iki duyarlı, dürüst insan, tüketim toplumunun, daha doğrusu tüketim uğruna bir avuç aç gözlünün, aç beyinlinin bütün dünyaya, insan kardeşlerine zorla yaşattıklarını derinlemesine duyumsuyor; bu uğurda çevrilen bütün dolapları biliyorlar; ama şimdilik herkes, hepimiz gibi elleri kolları bağlı: canlı cansız doğanın, çevrenin, varlıkların, o arada elbette insanların ölümünden para kazanmaktan başka ereği olmayanları durduracak, etkisiz hâle getirecek güçleri yok.
Biri çığlıklarını akıp giden simge ırmaklarına, öbürü karanın sarının kızılın en koyusuna dökmüş; duyabilenin yüreğini paralamak üzere.
Kıyasladığında, sevgili Nedim Günsür’ün geçinebilmek, boya bez fırça alabilmek için bebek boyaması bunların yanında armağan gibi kalıyor.
Fransız düşünür bilimadamı Henri Laborit boşuna demiyordu uygarlığın yeniden tanımlanmasının zamanı geldi, diye; geldi ne demek, gözümün içine baka baka, canlarımızı ala ala GEÇİYOR!


Cumhuriyet, 21 Şubat 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder