2 Mart 2005 Çarşamba

NERMİ UYGUR

Nermi Bey’i, doğal olarak, Memet Fuat’ın De Yayınevi’nde, Yeni Dergi’de tanıdım, 1964’ten sonra; o denemeler yazıyor, ben de hazırlanan Özel Sayı’ya göre yazılar çeviriyor ya da kitaplar aktarıyordum.
O Usta bense çırak durumundaydık; dolayısıyla tanışıklığımız arkadaşlığa dönüşemedi. Yıllarca birbirimizi yazılardan, kitaplardan izledik.
Sonra bir ara İstanbul Üniversitesi Yazın Fakültesi’ndeki Felsefe Bölümü’ne görmeye gittim onu; sanırım o sırada Wilhelm Reich’ı çeviriyordum; gördüm ki, daha adını duyar duymaz üzerinde ayrıntılı konuşacak kadar tanıyor bu öncü düşünür-bilimadamını.
Sonra yakınlaşma dönemi başladı, telefonlaşmaya, evcek görüşmeye başladık;ve bu ne mutlu ki, ölümüne dek kesintisiz sürdü.
Türkiye’deki ve dünyadaki öbür düşünür-yazarların tersine, ne kafasının içi karman çormandı, ne de saçı başı dağınık:her zaman pırıl pırıl tertemizdi; çoğunlukla kahverenginin çeşitlemeleriyle son derece uyumlu giyinirdi; ayağında yürümeye elverişli yumuşacık pabuçlar.
Ve yine yerleşik kalıbın tersine, en küçük bir karamsarlığı yoktu; tersine yaşama sevinci’nin canlı örneğiydi: doğa karşısında, hayvanlar,bitkiler, insanlar karşısında bitip tükenmeyen bir coşkuyla doluydu.
Bunun uzantısı olarak sözün gerçek anlamında bir yaşama sanatı ustası’ydı; ortaklaşa sevip saydığımız Molière’in öğüdü uyarınca, yalnız yemeyi değil, öğrenmeyi, düşünmeyi, üretmeyi yaşamak için, bir sanat yapıtı gibi yaşamak için yapardı.
Sanırım emekli olurken aldığı toplu parayla hemen güzel bir televizyon ve video almış, bir de çanak koydurmuştu; dolayısıyla Fransızların TV 5’ini görebiliyordu. O dönemde bu kanal gerçek bir ekin kanalıydı; her hafta gerçek bir bilgi dağarı olan Ekin Çorbası’nı birlikte içer, ya izlence sürerken ya da hemen ertesi sabah: “Bertancııım, gördün mü yine neler konuşuldu!” diye telefona sarılırdı.
1955’ten beri sanat-yazın ortamındayım; bütün sanat dallarını eşit oranda seven, bunların etkinliklerine koşan çok az okur-yazar gördüm; Nermi Bey bunun ender örneklerindendi: Tavernier’nin filmlerini, Maurice Béjart’ın ya da Roland Petit’nin balelerini bizim kadar büyük sevinçle tadardı.
Olasılık-gereklilik ikilisi, Wilhelm Reich’tan sonra François Jacob’un, Henri Laborit’nin yapıtlarını çevirmeme olanak sağladı;bunları aktarırken de, bitip basıldıktan sonra da önce telefonda, sonra yüz yüze nasıl büyük sevinçlerle karşılardı bu somut bilgilerin Türkçesize kazandırılmasını!
1999’da emekli olduğumda, kimse bir şey ısmarlamayınca, Henri Laborit’nin başyapıtı sayılabilecek Davranışların Öyküsü’nü çevirmeye karar vermiştim; buna yine çocuklar gibi sevindi. O, Latince-Yunanca öğretilmiş son kuşaktandı; bunların yanına Almanca, Fransızca ve İngilizce’yi de katmıştı. Dolayısıyla, ele aldığım kitaplardaki Latince-Yunanca terim ve deyimleri açıp ona sorardım;biliyorsa hemen, yoksa kitaplığındaki benzersiz sözlükleri, bir zamanlar tuttuğu notları karıştırarak kısa bir süre sonra yanıtlardı.
Davranışların Öyküsü’nden bir örek de ona getirtme talihimiz olmuştu; ilerledikçe haber verirdim şu sayfadayım diye, o da sevinç çığlıkları atardı.
Ne yazık ki bu yapıtı bastıracak yayınevi bulamadık; hoş bulsak da, artık yurdumuzda da, dünyada da o güzelim bilgileri paylaşacak insan kalmadı: küresel yozlaşma ve yağma hepimizi can derdine düşürdü.
Talihin bize armağan ettiği bu güzel insanı Yapı Kredi’nin kusursuz bastığı yapıtlarında bulursunuz kolayca; onlar arasından Tadı Damağımda’daki şu şiiriyle bitireyim yazımı:
Sevişme

Sen bana ben sana bir değdik mi/Aralanır kapak/Kapak üst dudak/İkili tek-yaşantı ötesi.
Beni içine almışken/Canım senin/Senin içindeyken/Canımsın benim.



Cumhuriyet, 2 Mart 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder