15 Nisan 2006 Cumartesi

SEÇTİKLERİMİZ

Sevindirici bir başarıyla 25. yılına ulaşan Film Şenliği’nde, doğal olarak çok film vardı; gücümüzün yeteceklerini seçmeye çalıştık. İlkin, Fernando Solanos’ın “Adsızların Saygınlığı”na gittik; geçen yılki “Yağma Anıları”nın bıraktığı yerden başladı film; halkın yiğit direnişiyle soyguncular koltuktan düşürülmüş; eldekilerin en dürüstü işbaşına gelmiş; ABD, İMF kapıdışarı edilmiş; ama yeni, herkese aş, iş, ev, hekim sağlayacak düzen henüz kurulamamış. Film, kayıtlarda adı sana bulunmayan, insan yerine konmayan yiğit varlıkların yaşama savaşını anlattı: bin bir olanaksızlık içinde kurulan aşevleri, yokluğa karşın kızları oğlanları eğitmeye çabalayan masal kahramanı, topraklarını, bütün ülkenin besinini kurtarabilmek için hâlâ yürürlükte tutulmaya çalışılan eski yasalarla dişe diş boğuşan çiftçi kadınlar. Sevgili Korkut Boratav’ın bu gazetede dile getirdiği gibi, “uluslararası kıskacı kırmak o kadar kolay değil”! Yazgıları, hepimizinki.
İkinci f ilmimiz, Ermanno Olmi, Abbas Kiarostami ve Ken Loach’un birer bölümünü çektikleri, ama iç içe kurgulanmış “Biletler Lütfen”’di; Roma’ya giden trenden Orta Avrupa insan görünümleri. Gerek öyküler, gerek anlatım, gerek oyuncular, kısacası her şey yerli yerinde; gerçek bir görsel şölen, hem de günümüzün bütün sorunlarını yalansız dolansız işleyen. Ne yazık ki filmin sonunda yeterince alkışlayamadık, herkesin acelesi vardı!
Sonra, öteden beri güvendiğimiz bir ustayı, Bertrand Tavernier’yi seçmiştik: Kutsal Lola”. Tavernier ailesinin yazıp çektiği film günümüzün acı sorunlarından birini ele almış: bitip tükenmeyen savaşlarla öksüz ve yetim bırakılmış milyonlarca Güneydoğu Asyalı kız ve oğlanların birini evlat edinmeye gelmiş Fransızlar. Ama ne yazık ki film bu çocukların neden öksüz yetim kaldıklarını soramadığı gibi, onları alıp süs bitkisi ya da köpeği gibi Avrupa’ya taşıyan görece tuzu kuru beyazların yanında, evlerinde nasıl yaşadıklarını, nasıl birer birey olabildiklerini, büyürken hangi sorunlarla karşılaştıklarını ele alamadı. Daha kendine bile bakamayan, en küçük güçlükle zırıl zırıl ağlayan, bir yavruyu kucağına almayı, ağlarken susturmayı bile beceremeyen cicili bicili bir kadının, talihsizler ordusundan bilmem kaç dolara kopardığı sevimli, şaşkın Lola’nın Fransa’daki yazgısı konusunda bir şey söylenmesi de, geleceğinin pek parlak olamayacağını kestirmek hiç zor değil elbet: kendi has be has Fransız gençlerine yer, yurt, iş bulamayan o bozuk düzen, ne verebilir zavallı Lola’ya?
Sonra Phil Gabsky’nin “Mozart’ın İzinde”sine gittik, ve gerçekten çok mutlu olduk. Yönetmen, çoğu kez yorumlayanların ağzından, hem de ele aldıkları yapıt üzerinde uygulamalı açıklamalarla, yaşamöykücülerle hem Mozart’ın yaşamını özetledi; hem her yapıtın hangi özel koşullarda doğduğunu belgeledi. Tadına doyulmaz bir yapıttı.
Son olarak da, adı hepimizin yakından tanıdığı Vittorio de Sica’yı çağrıştıran başka bir yeni gerçekçiden, Vittorio de Seta’dan yedi kısa belgeseli bir araya getiren filmi gördük.
Halkın günlük yaşamını, çeşitli alanlardaki savaşını anlatan belgeseller, niteliklerine son derece uygundular; yerel halkla, balıkçılarla, kükürt madeninde çalışanlarla, yanardağ adalarında her an kendilerini yutabilecek kızgın kor ırmaklarının dibinde yaşamaya çift sürmeye, okula gitmeye, evlenip eğlenmeye yiğitçe devam eden alçakgönüllü insan kardeşlerimizle, çok yerinde bir tanımlamayla deniz çiftçisi adı verilmiş deniz insanlarıyla, Sicilya’nın çorak toprağından altın sarısı başaklar elde etmeyi başaran gerçek kahramanlarla çekilmiştiler.
Ve o güzelim onurlu saygın soylu insan kardeşlerimiz, acılı ya da sevinçli, tehlikeli ya da eğlenceli her olayda, kadınlı erkekli, topluca ya da tek inanılmaz şarkılar söylüyorlardı. Sinema sanatı işte bunu anlatmalı, sürdürmeliydi; ama ne yazık ki 1950’lerde umut kaynağı sayılan o yaşama sevinci, özellikle 80’den, hele 89’da sanal Berlin Duvarı’nın çöküşünden sonra, yerini şimdiki rezilliklere bıraktı: eh bu da kaçınılmazdı elbet, çünkü üretim ve tüketimimiz, dolayısıyla bütün yaşamımız vebaya tutuldu.
Bakalım bu dünyasal kıyımdan dönmeyi başarabilecek miyiz?


Cumhuriyet, 15 Nisan 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder