30 Nisan 2009 Perşembe

İSA ÇELİK

Adaşı yalvaçı değil daha çok bir Anadolu dervişini andıran İsa Çelik, Ulusal Kanal’daki unutulmaz söyleşide tatlı tatlı anımsattığı gibi, öyle kırk değil, bin yıllık dostumdur.
Toroslarda doğmuş bu Yörük çocuğu, kökenine, atalarına yakışır bir ömür sürdü; aldığı temel eğitimi bir yana bırakıp sevdasının ardına düştü, sevdiği dünyayı, insanlarını, çiçeklerini, kuşlarını görüntüledi; doğa onu oluştururken hiç cimri davranmamış, coşkusunu, acısını anlatmaya fotoğraf yetmeyince, yontular yonttu ağaçtan, toprağı pişirdi, öyküler yazdı.Yığınla kitaba güzel kapaklar dikip giydirdi. Öyküleri,Dur Gitme ve Naldöken adlı kitaplarda toplandı. Hazırladığı yeni çalışmalar sanırım basım aşamasında.
Birçok ülkeye gitti, sergiler açtı, müzikli saydam gösterileri düzenledi, güzeli, güzel anlatımı insan kardeşleriyle paylaştı.
Bir başka önemli ortak yanımız, bu toprağın yetiştirdiği, İlhan Selçuk’un güzel anlatımıyla, “öncülü ardılı bulunmayan” büyük bir Usta’nın, Ruhi Su’nun ömür boyu can dostu oldu; en güzel görüntülerinden çoğunu çekme tadını yaşadı. Büyük Usta’yı son yolculuğuna uğurlarken, sırayla başında nöbet tutanlar arasında o da vardı
Ben insanın, doğa tarafından bağışlanmış, maymun kardeşininkine oranla azıcık daha gelişmiş beyninin, özellikle hani şu düşgücü denen kesimin hakkını verebilmesi için, yaşama sanatı’nı öğrenmesinden yanayımdır.
Peki, nedir bu yaşama sanatı? Kısaca, yaşamın her ânını sanat gibi yaşamaktır. Bunun içinse, söylemeye bile gerek yok, önce daha oluşum aşamasında, anasıyla babasının can güvenliklerinin sağlanmış; barınmaları, beslenmeleri, eğitimleri güvence altına alınmış; bunun sonucunda, çocuklarını kazara değil, bilerek, isteyerek, sevinerek edinmiş olmaları gerekir. Sonra da bu kavrama uygun biçimde büyütüp yetiştirmiş olmaları.
Gerçi anamalcı savurganlığın her şeyi yok ettiği, insanları topluca aç, açıkta, işsiz, umutsuz sokağa fırlattığı dünyamızda, 500 yıllık acımasız sömürüden sonra, 50 yılda gerçek bir mucize başarıp sevgiye, paylaşıma dayalı hakça düzeni gerçekleştirmiş olan Küba’nın ışıklı yolunu, sancılı da olsa, birer birer seçen Güney Amerika ülkeleri dışında bu soylu kavramın anlamı kalmadı; ama umut ışığı oralarda yanıyor.
İsa’nın anası babasıyla, çocukluğuyla, gençliğiyle ilgili bütün ayrıntıları bilmiyorum yazık ki; ama tanıdığım yıllar boyunca, hep kendiyle barışık, dengeli, alçakgönüllü gerçek bir yaşama sanatı ustası vardı önümde. Yalnız yapıtlarıyla değil, kendi varlığıyla.
Ve bu kavram uyarınca, elinin erdiği, gücünün yettiğince insan kardeşlerinin biriktirdiği bütün hünerleri, bütün ürünleri tanımaya, ben’ine katmaya çalıştığı hem fotoğraflarında, hem öykülerinde, hem konuşma ve davranışlarında açık seçik görülüyordu. Sizin de can gözünüz açıksa elbet.
Öykülerinde, içinden çıktığı yöreyi, toprağı anlatmakla yetinmemiş; yaşama sanatı’nın kurucu öğelerinden dil’in, Türkçe’nin önemini kusursuz bildiği için, küreselleşme palavrasıyla yozlaşan, bin bir özentinin çamuruna belenen güzelim dilimizi, özellikle de anasından atasından duyduğu eşsiz Toros dilini canlandırmak, yaşatmak üzere, bilinçli olarak yerel sözcükleri kullanmaya ağırlık vermiş; kırılgan okurlar incinmesin diye de, kitabının sonuna bu sözcüklerin yaygın dildeki karşılıklarını yazmış. Kendi göbeğini kesmenin yeni bir örneği.
2008 yılı, öbür iki ustayla, Gültekin Çizgen ve İbrahim Zaman’la birlikte, onun da yaşama sanatımıza yapmakta olduğu katkıların 50. Yılıydı.
Canım İsa’cığım; Demokritos’un dediği gibi, varlığımız da, yazgımız da olasılık ve gereklilik halkalarının uc uca eklenmesiyle oluşuyor; doğrusu, yaşama serüvenim içinde sana rastlamak, dostun, yoldaşın olmak büyük talihti.
En içten teşekkürlerimle sevgili Toros Dervişi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder