30 Mart 2005 Çarşamba

“MUSTAFA KEMAL VE KURTULUŞ SAVAŞI”

Hintliler, özlerinin evrenin küçük bir parçası, benzeri olduğunu bildikleri eski çağlarda: “İnsan üreme örgeniyle değil, beyniyle sevişir” demişler. Aslında bu, bilineni yinelemekten başka bir şey değil, çünkü insan denen canlı varlık bütün etkinlikleri, işlevleri beyniyle, sinir dizgesiyle yürütüyor; bunlar durunca, bitkiden beter oluyor.
Metin Aydoğan’ın mimarlık eğitimi görmüş beyni eldeki bilgileri, verileri toplayıp onlardan yeni köprüler, yapılar kurmayı kusursuz beceriyor; daha önceki yapıtlarındaki gibi Ülkeye adanmış bir yaşam: Mustafa Kemâl ve Kurtuluş Savaşı’nda da son derece tutarlı, çarpıcı bireşimlere varmış.
İşe, çok yerinde bir kararla kitaba 1683’teki Viyana kuşatmasıyla başlıyor; çünkü oradaki başarısızlık, üç anakaraya yayılan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe geçiş sürecini başlatıyor. Osmanlı ordusunun Viyana’daki yenilgisine dek, Avrupa’da herkes Türkleri yenilmez bir askeri güç sayıyor.
Çöküşün evrelerini, arada yaşananları, kimin nasıl bir tutum takındığını en ince ayrıntılarıyla saptamış Aydoğan. Bu süreçte, gerçek bir yurtsever olan Mustafa Kemâl de başkaları gibi düşünüyor, çıkış yolları arıyor; kitapta bulacağınız dolapların sonunda Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’na sokuluyor; bugünkü gibi, dünyayı, üzerindeki işlenmemiş kaynakları, her türlü zenginliği ellerine geçirmek isteyenler İstanbul’u, Boğazları da almak üzere Çanakkale önlerine geliyorlar.
O dönemde İngiliz deniz güçlerinin başında bulunan Churchil, Türkler için: “eli ayağı tutmaz, meteliksiz, kolayca yutulacak bir ulus” der. Atatürk’ün beyniyse başka bir şey düşünüp uygulamaya çoktan karar vermiştir; başkomutanlığını bir Alman’ın, yardımcılığınıysa şaşkın bir Türk’ün yaptığı cephede gönüllü olarak görev alır. Gerisini biliyorsunuz.
Estirilen Metal Fırtına’yla okurların, çevirttirilen Gelibolu’yla izleyicilerin beyinlerinin yıkandığı günlerde gelin bu savaşın nasıl kazanıldığını yalan söylemeyen belgelerden bir daha okuyalım:
“İstanbul’un kilidi Çanakkale Boğazı, Çanakkale Boğazı’nın kilidiyse Conkbayırı’ydı; burayı ele geçiren, İstanbul’u da ele geçirecekti. Bu nedenle, Conkbayırı Tepesi’ni ne pahasına olursa olsun elinde tutmalı, korumalıydı. Bir elinde o yörenin haritası, bir elinde pusula, yanındaki iki yüz askerin başında ileri atıldı.Dik yamacı o denli hızlı tırmanıyordu ki, askerler arkasından zor yetişiyordu.Tepeye ulaştığında yanında ‘bir avuç’ asker kalmıştı.Bunları hemen düzene soktu ve ileri atılıp düşmana saldırmalarını buyurdu. 57. Alay’ın taburları, ‘soluk soluğa’ tepeye geldikçe onları da saldırıya katıyordu. Bir top bataryası geldiğinde, öyle ivecen davranıyordu ki, ‘tekerleklere sarılarak askere yardım ediyor, topları ateş edecek duruma getiriyordu.”
Görüldüğü gibi, bütün öbürleri gibi, Kurtuluş Savaşı’mız da dünyadaki sömürgen beyinlerle Atatürk’ün önce yurdunu, sonra ayırımsız bütün insanları, canlı varlıkları bilinçlmi olarak seven, sevebilen beyni arasında geçmiş.
Bu beyin, savaşın ve yaşamın her aşamasında, az sonra, bir ay, bir yıl, on yıl sonra atacağı adımı bilmektedir; Büyük Saldırı’yı başlatmazdan önce, Ankara’da kendisine: Paşam, ya başaramazsanız? diyene yanıtı şöyle: “Saldırı buyruğuna aldığınızda hesaplayın, on beşinci gün İzmir’deyiz.”
Ankara’ya dönünceyse, o gece birlikte olduğu arkadaşlarına:”İzmir’e on dört günde vardık.Bir gün yanıldım, ama kusur bende değil, Yunanlılarda” diyecektir.
“Ulusun yaşamı tehlikeye girmedikçe savaş cinayettir” diyebilen bu bilge, Dumlupınar’da, 30 Ağustos’un yıldönümünde gençlere şöyle seslenecektir:
“...Yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler, çok şeyler düşünmüşler, ancak bir şeyi düşünmemişlerdir. Türkiye’yi düşünmemişlerdir. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk yurdunun uğradığı zararları ancak tek bir şeyle giderebiliriz: Türkiye’de, Türk’ten başka bir şey düşünmeyerek. Bunca acıya katlanıp yıkımlara uğradıktan sonra Türk artık öğrenmiştir ki, bu yurdu yeniden kurmak ve orada mutlu, özgür yaşabilmek için egemenliği hiç elden bırakmamak; çocuklarını Cumhuriyet bayrağa altında örgütlü ve bilinçli yetiştirmek gerekir.”
Bugün, can gözünü kapatmış Amerikalı ve Avrupalılar, kendi kurtuluşlarının bile Atatürk’ün gösterdiği yolda olduğunu hiç göremiyorlar ne yazık ki; bizim başımızdaysa böyle bir beyin, böyle bir istenç yok.
Bakalım bu tehlikeli satranç bize ve dünyaya kaça patlayacak, hepimizi nereye götürecek.
Metin Aydoğan’a sonsuz teşekkür.


Cumhuriyet, 30 Mart 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder